rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Zaman Din ve Medeniyet

ZAMAN DİN VE MEDENİYET
I

İnsanoğlu sanıldığının aksine üç zaman diliminde birden yaşar; hatıraları ve hafızasında onların oluşturduğu birikim ve kombinasonları ile mazide, asli ihtiyaçlarını karşılamak, iş, güç ve eğitim ile ilgili işleri yürütmek için halde, planları, projeksiyonları ile de istikbalde.  Aslında zaman sadece insan ve diğer mahlukatı bağladığı için ancak fayda amaçlı bir kronojiye sahip olup, ekvator kuşağı  aslında olmayan dilimlerin insanın anlayayağı veya kendince anlamlandıracağı terkiplerin saliseden yıla kadar uzanan terkiplerini ifade eder.
            Bu anlamda tarih de kişisel anlamda yaşananların toplumlar ve medeniyetler mesabesinde birikimlerinin periyodik olarak ifadesidir.  Milli hafıza ve hatıra külliyatının adı.  Hafıza münferid insan ve toplumlar için önemli çünkü tarih içinde geçen zaman birikimi, birikimin kayda alınmasını ve kayda alınarak yeni sentezlere açık olmayı, onları hayat tarzı olarak teorik ve pratik olarak  hayata geçirmeyi mümkün kılar.  Aynı zamanda tarih hal ile istikbalin endişesini yaşarken, mazi ile hesaplaşma ya da maziyi hal ve istikbali yargılamada bir skala teşkil eder.  İşte tarih bu madden ve manen bütün külliyatı ile haldeki komplekleri hem yaratan hem de onları aşmak için bir moral enerji işlevi görecek külliyatın adıdır:  Mimarisi, musıkisi, giyim tarzı, mutfak kültüründen, davranışlara, eğitim anlayışından, insanın varlığına dair fikirleri ve ona verdiği değerler, bilim yoluyla insan ve tabitatın özündeki gerçekleri deşifre edip anlamak ve onu huzurlu ve mutlu olarak yaşatmak üzerine kurulan kurallar bütününe, mahalle düzeninden şehir düzenine kadar, ev içi hukuktan devletlerarası hukuka kadar uzanan silsileyi oluşturan mekanizmın adıdır medeniyet.
            Tarihteki bütün büyük medeniyetlerin özünde büyük inançlar rol oynamıştır.  Adı ister semavi/ilahi—yani ibrahimi değil—dinler isterse felsefi/insani dinlerde olsun inanç sistemleri eğer insanlara inandırıcı geliyor, insanın kendi içindeki ve insanlar ve toplumlararası ilişkileri makul ve mantıklı, insanın fıtratını inkar etmeden oluşturmaya hamle yapmış ve muvaffak olmuştur.  Bunu yaparken medeniyetler ya belagatı esas alan ve/ya zorbalıkla kural oturtan bir tarzı ya da davranış tarzını, gönül kelamını esas alırlar ki daha uzun ömürlü olmuşlardır.  Fakat her iki halde de ferdi ya da idari korkuları harekete geçirmekten çok  dini/ilahi duyguları harekete geçirmişlerdir.  Bu iç monitor ya da sansür mekanizması çalışınca ve inanç mensuplarını bir kaç nesil boyunca bunu içselleştirmesi daha sonraki nesiller için hem o inancın geçerliği ve yaşanılabilirlik ve yaşanması gerekliliğine dair inançlar ve hayat tarzları kanunlaşır ve kurallar değil kişiler esas alınır o zaman.
           
II.
İster semavi/ilahi isterse felsefi/insani ya da pagan kökenli olsun bir ortak noktaları vardır dinlerin. Tarihsel açıdan bakılınca inanç sistemleri her zaman ve ancak medeniyet kurdukları medeniyetler sayesinde gücü ve anlamıyla topluma yön vermişler, mimari, sanatsal kültürel anlamda ve hatta mutfak ve hukuki kültür oluşturdukları ölçüde başarılı olmuşlardır.  Yahudiliğin inşa ettiği tapınaklar ve heykeller, Hristiyanlığın inşa ettiği dini kurumlar, İslamın inşa ettiği cami, mescid, çeşme, kervansaray, imaret ve külliyeler, köprüler gibi dini ve sosyal kurumlar, Eski Mısırdaki inancın ve o inanca dayalı tanrı ya da tanrının çocukları sayılan Firavun heykel ve piramitleri, yine İnka, Aztek ve Maya medeniyetlerinin ortaya koyduğu mimari harikalar bu inanç halkalarının mahsulüdür.  Eski Yunan ve onun gelişmiş bir taklidi olan Roma medeniyetlerinde pagan addedilen, ama kendi içinde bir dini anlayışı yansıtan heykeller, mabedler, tiyatrolar, su yolları vb. de böyledir. Asur ve Babil, Akad, Frigya ve Hitit medeniyetlerinde de benzer şeyler öne çıkmıştır. 
Elbette ki bir medeniyet sadece dini kuralları va’z etmekle dini bir toplum oluşturamaz.  Zaten böylesi bi medeniyet yaşayamaz da.  Medeniyetlerin yaşaması ancak ve ancak insanların ruhuna ve bedenine nakşettiği ve insanların hayatının her alanına mantıklı, makul ilişkiler ve yaşanabilir ilişkiler demeti halinde yansıdığı, felsefesi ve bilimi ile beyne, musiki ve edebiyatı hasılı sanatı ile ruha hitap ettiği ve bunları sürdürecek iktisadi ve askeri gücü ortaya koyduğu sürece yaşar.  Aksi halde kör, topal, ruhen hissetmeyen, ama bir şekilde şeklen taklid üzere yaşayan, dini sadece beceriksizliklerinin itikadi gerekçelerini bulmak, onları dinen rasyolanize etmek isteyen, bunu yaptıkça da günah ve ayıp komplekslerini tatmin ve arada kendini ve çoğu zaman  başkalarını sansür etmek cüretini, kendine benzer kitlelere kişisel ve kurumsal tahakküm aracına dönüşür inanç.  Hayatın her alanını kapsamayan inanç temelleri oluşan ikilem ve hem herşey pahasına hayatta kalma hem de hayatta kalmanın gerekçe ve ruhsatlarını bizzat inanç  alanının içinden çıkarmak gibi tevil ve zilleti karakter haline dönüştürmek olur.  Bu anlamda pagan Roma idaresindeki Hristiyanlık, Hristiyan Roma idaresindeki diğer milletler ve medeniyetler, Eski Mısır idaresindeki farklı etnik gruplar, Çarlık dönemi muhalifleri ve Sovyet Rusya dönemindeki dinleşen ideolojinin güç mekanizmaları idaresindeki diğer kültür ve halkların durumu çok benzerlik gösterir. İkilemlerin içinde sürüklenme sonucu, ikileşen, üçleşen tabiatler ve tiyatrolaşan toplum hayatı.  Şekspir acaba bundan dolayı mı “The globe is a theater.” demişti?
Safi nüfus hesabıyla müslüman ağırlıklı ve Katolik/Hispanik hemen her ülkede ver olan da bir gerçektir bu.  (Kolonizasyon sonucu sömürülen ülkeleri saymaya zaten gerek yoktur.)  “Bir buçuk milyarlık” kitle diye addedilen İslam ülkelerinde, medeniyet gitmiş, geriye sadece manevi desteklerden ve beslenme unsurlarından mahrum “ibadet” adıyla yapılan kuru ritüeller hüküm sürmektedir. Kulluk bazen Allah’a, bazen Allah’ın kuluna kulluk.  Medeniyet kimliği  olmayan, her rüzgar önünde savrulan ve kendini kurtarmanın en büyük ülkü olduğu, tüketmenin hayatın en büyük düsturu halini aldığı, tüketme imkanının daraldığı noktada ise bizzat inanç alanının  metaya tevil  ve tahvil edilerek tercihi tüketim yanında kullanma alışkanlığıdır hakim olan.    Nesl-i mev’ud ise mevcut neslin etkisiyle ve onların yapısal klonlanması sonucu zaten gelecek gibi de görünmüyor.
III.
            Türk toplumunda şu an Türkün kültürünü yansıtmayan ve kısır bir sinema,  hidayet ve şuuraltının sahte mayınlarla patladığı bir cinsellik pazarlaması kokan edebiyatı, Amerikan’ın popu, rapi, adı “islami” olan ama süzülmüş bir türk-islam kültürünün musiki kanadını hiç yansıtmayan “medina..medina” diye cıyaklamalar, mutfağına ve diline amerikan aksanı, giyimine avrupa cafcafı ve Amerika sallapatiliği hakimdir.  Mimaride kurnaz fırsatçılık ve geçmişin en kötü taklitleri ile asimetrik heybet ve görüntü hakim.  Estetik zaten aranan birşey olmaktan çıkmış. Camilere kadar uzanan bir garabet silsilesi. Fukaralık ve görgüsüz zenginliğin düzensiz ihtişamı bir arada tarih içinde farklı zamanlara, kültürler arası uçuruma davet çıkarıyor.  Marx’ın dediklerini doğrularcasına. Türkün medeniyet damgaları ne içi ne siyasette hakim, ekonomi kapital ve etnik azınlıkta ve kleptokrasinin dediği oluyor her zaman. Eğitimde ve sağlıkta günlük siyasetin rüzgarları esiyor.  Maddi-manevi istekleri karşılanmayan insanlar hem kültürüne yabancılaşmakta hem de  hem de kendilerine.  Sonuçta madden öbür dünyaya manen bu dünyaya hasredilen davranış kalıpları tebarüz etmektedir. Bir taraftan bu tarafı kurtarma, öbür taraftan diğer tarafı kaçırmama isteği. Ne inancından veya inançdaşlarıyla yaşamaktan memnun ne de inançını reddedebilen bir mantık çıkıyor.  İnancın temeli ve kültürün temeline inilmediği için de en ufak bir zorlukta ya inançtan veya onun getirdiği yükten tevil yoluyla çark etme psikozu ya da bizzat bunu müstehak olunan bir sonuç olduğuna edilen imanla oluşan yeni bir inanç alanı. Zaman asra uyma zamanı mı ne? İyi ma asrı kim tayin ediyor? Neye ne kadar uymak? Uymak ama niçin? Yoksa oymak mı bu kültürü nedir?          Bunların öreneklerini hergün görmekteyiz aslında.  Mesela iktisadi hayatta olanlara bakalım.  Bankacılık ve faiz sistemine alternatif siye sunulan modeller mesela.  Yastık altındaki para ve altınları ve yurtdışındaki işçi dövizlerini ülkeye çekmek mantığıyla çıkarılan finans kurumları yasasının terminoloji farkından öte bir işlevi olmamış, faizler yükselirken o meşhur “kar payları” artmış, düşerken de nasılsa düşmüştür!  Daha az hizmete ve faize sırf “faiz” lafı geçmiyor diye  razı olan millete bu da yetmezmiş gibi cehaletin ortayaçıkardığı ticaret anlayışıyla mağduriyetler yaşatılmış, üstelik tasarruf güvenceleri olmadığı için ancak kurum sahiplerinin eline para geçtikçe mevduatları iade edilecek sözü verilmiştir.  Taksitli alışverişlerde ise gene ne idüğü belirsiz bir vicdan rahatlatma işlemi ile “vadeli rakamı peşin olarak söyleyin ama gene taksit olsun” a kadar varan bi garabet boy göstermştir. Sonra bazı markaların alınmamasına dair çıkarılan şayialar ve bundan haksız rekabet ortamı. Ama akide gibi sayılan ve uyulan kurallar.  Yahudi malı diye Kola içmeyi öcü olarak gösteren kesimler Yahudilerle en alasından ekonomik ve siyasi işleri yapmaktan geri durmamış işbirliği yapmışlardır. Burada kim kimi kardırmıştır, o da  belli değil. Alan satanı mı kurum mudiyi mi.  Yoksa her iki kısım da anlaşıp aslında Allah’ı mı kandırmaktadırlar. Aslında en üst kimlik haline gelmiş kapital ve tüketim alışkanlıkları “koy sepete kabilinden” katılan diğer kimliklerin yanında gizli ve sinik ve onlara tabi ve yardımcı iken, kelamda bütün bunların tersi ifade edilmiştir. Esnaf için ne Kur’an ne türban metadan öte değilken, bunlara sahip çıktığını ifade edenler ise aslında mesela örtüyü içten içe bir köylülük addeden kafayı tasdik edercesine onun lüksü ve markasını arayıp almak suretiyle köylülüğünü izale etmeye çalışmıştır.  “Bakın, biz de sizin gibi büyük merkezlerde alışveriş yapıp fink atıyoruz, sizin gibi tüketip yaşıyoruz, o halde farkımız ne dercesine modernite anlayışı başkalarının biçtiği kalıpları ancak taklide yetişebilen güruhlar.  Öte yandan sadeliği tercih sebebi ekonomik olanın da karşılıklı sansürleri devreye sokması yani kendine mecburiyetten takva payı çıkarması.   Her iki tarafta birşeyi temsil ediyor, ama ikisi de kendisini temsil etmiyor sonunda.  Ya da kendi kimliğinin farkında olmadan kimselere kim olma çabasına dönüşmek. Modernite için onu izlemek, bunu dinlemek, birilerine kendini beğendirme ya da kabul ettirme çabası. İşin ilginci ne bu “kesim” de ne de “karşıt” kesimde en ufak bir demokrasi bilinci olmayıp sıkışınca telaffuz ettikleri cerbezeden ibaret.  Samimiyetsiz bir demokrasi lafı kendinden menkul anlayış ve kendine döndürülmek istenen sistem muslukları ve musluklar dönmeyince dökülen sitem yaşları... Aslında Türkiye’de sistemden şikayeti olan da yok gibidir.  Şikayetçi olanlar sistem adaletsizliğinden ve ataletinden değil, sistemin kendi çıkarlarına çalışmamasından müştekidirler. Aslında zalim ve mazlum olan da yok gibidir.  Küçük ve büyük zalimler arasında yapılan bir zulmet yarışından ibaret. Yine de ümitli olunuz.  Küreleşen dünyada size de bir metrekare yer bulunur elbet.

IV
İkilemlerin kaynağında yatan samimiyetsizlik, dirayetsizlik, cehalet ve bunların yarattığı boşluğu dolduranların taktikleri yatmaktadır. İkili bir düşünce sistemi, ikili bir davranış tarzı, ikili bir algılama, ikili bir hedef, ikili bir yüz, ikili kelam halleri.  Halbuki herşeyin “Bir”in üzerine kuruludur görünüşte. Hatta “dar”lar bile farklıdır.  İşine gelirse darül harptir Türkiye
vergi ödenmez, işine gelirse darül islamdır.  Cuma filan gerekli değildir. Ondokukuzuncu asırda Avrupanın yaşadığı hastalıklardan farklı haldeki durumumuz sanırım.  Niçe’nin “Tanrı öldü ve onu biz öldürdük.” Lafını telaffuz eden hiç yoktur belki, ama  O’nu öldürmek ona karşı samimi olmamakla aynı değil mi?  Eğitimin, ticaretin, siyasetin, dinin başka başka tanrıları mı var yoksa.  Birinde bir tanrının, diğerinde diğerinin sözü geçsin. Mal ve para çalmak haramsa, kopya da haram, ama değil!  Benim namusum bana kıymetli ise başkaları da aynı olmaz mı? Haksız kazanç haramsa müşteri kazıklamak hatta bunu ayet ve hadislerle bezenmiş ve adları kutsallardan devşirilmiş yerde nasıl yapılır?  “Az pahaya” satmak niye?    Emeğin kıymetini kaç kişi bilip ona göre elinde varsa, diploma, araba, para pul her ne ise, hakettiğini düşünüyor acaba?  Yoksa zamana uymak mı gerekli yine?  Şehirde yaşamak insanı acaba ne kadar medineli yani medeni yani şehirli yapar acaba?  Yoksa Tanrı dünyayı insanlar şehri mi yarattı?

0 comments:

Post a Comment