rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

ABD: Sömürgeden Sömürgeciye

ABD: KOLONİDEN KOLONİZATÖRE
I.          Terör ve Savaş ve “Ebedi” Değişim Retoriği

Öncelikle 11 Eylül 2001 günü meydana gelen bu olay bir “terör” hadisesi midir yoksa bir “savaş” mıdır bir tahlil etmek gerekiyor. 11 eylül tarihinde Başkan Bush dahil pek çok yetkili ağız defalarca Dünya Ticaret Merkezi (DTM) kuleleri ve Pentagona (P), kaçırılan uçaklarla yapılan saldırıları “savaş” olarak nitelendirdi. Uluslararası politika uzmanları bu terminoloji değişikliğinin sadece bir semantik kaymadan ibaret, ya da sadece anlık hezeyanlarla telaffuz edilen sözler olmadığını bilirler. Bu diplomatik jargondaki değişiklik aslında “terör” denilen melanetin o mahalli olarak algılanan ve aslında amacına ulaşamayacığını bilmesine rağmen kitlelere mesaj vermek, onları sindirmek maksadına yönelik olan, bunu yaparken de “bugün başkasına, yarın bana” çağrışımlarını kullanmak suretiyle bizzat mahalli halkların korku ve şuuraltı rahatsızlıklarını kullanarak devlet bazındaki yapılanmalara onların yapacağı tasavvur edilen baskılarla, öne sürülen şartlar veya yapılan talepleri kabul ettirme, devlet yapılarının aciz kaldıklarını şuuraltındaki–ister etnik, ister dini, ister ekonomik olsun-başka arayışlara sevketmek ister, bunu yaparken de terör odakları, kendilerini zaman içinde siyasi muhatap olarak ve güç olarak kabul edilmesini hedefler. Türkiye’de PKK, İngiltere’de IRA, İspanya’da Bask gibi gruplar-tarihi, kültürel yapıları, finans kaynakları, amaç ve eylem metodları farklı olmasına rağmen-bu tür yapılanmalar içinde olan gruplardır. Bu anlamda terör grupları gangster ve mafya yapılanmalarından ayrılırlar.[1] Amerika’nın dünya çapında kimi “terörist” grupları gizli veya alenen desteklediği, hatta şu an can düşmanı olan Saddam Hüseyin’in cüssesinden yaptığı Frankeştany’nın yazarı olduğu, Şu an zan altında olan Usame bin Ladin’in de aslında Amerika’dan büyük lojistik destekler aldığı ve hatta Amerika’nın sevdiği tedhişçilerin adının terörist sevdiklri ve milli çıkarlarına hizmet edenlerin ise “freedom-fighter” (özgürlük savaşçısı) olduğu bilinen gerçekler arasındadır. Filistinde mütecavize karşı şaklabanlar liderliğinde mücadele edenler terörist, Küba’dakiler terörist, ama Çindeki Tiananmen Meydanı ve IRA tedhişçileri, mesela, Amerika’da hem medya desteği buldu, hem de ileriye yönelik olarak sallanan Demokles kılıcı gibi sallanageldiler. Avrupa ise binbir türlü kılıf ve taktiklerle PKK’nın arkasında bulundu hep. Yani terör’ün habisi ve iyi huylusu yokken, bu ayrımları yapmak, zamanı gelince haklılık noktalarını kaybetmesine neden olur insanlar ve devletlerin. Nemesis’in kuralları daima geçerlidir.
Öte yandan “savaş” kavramı jeo-politik ve coğrafi açılardan çıkar çatışması içinde girmiş milletler ve devletlerin ordularını kullanarak, ağır silahlar kullanmak suretiyle, yenme-yenilme, ele geçirme, ilhak veya zaptetme strateji ve amaçlarına göre yapılan ve genelde onbinler ve milyonlara varan oranda ölümle sonuçlanan ve sonunda bir karşılıkla andlaşma olan fiziki ve psikolojik çatışma yekününü ifade eder. Bu anlamda ordular ve sınırlar farklı olup sınır ötesi ordu ve silah kullanımı söz konusudur.[2] Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı Powell olayın daha ilk gününden itibaren “savaş” kelimesini, “act of war” veya diğer “war” kombinasyonlarını kullandılar. Terörist teşkilarla muhatapları arasında asimetrik, savaş tarafları arasında nisbi bir simetrik güç dağılımı vardır.
Bu tür ciddi bir ifadenin uluorta kullanılması mümkün olmadığından şuurlu zihin kuşatması mantığına hizmet ettiği aşikardır. Bu kelimeyi kullanmakla yetkililer salı günü meydanı olayı diğer terörist faaliyetlerden tefrik etmek istiyorlardı. Amerikan halkının genel olarak zaten kısmen iç siyasetle ilgili, dış ile tamamen ilgisiz olduğunu biliyorlardı. İnsanların her gün dünyanın bir tarafından gelen terör ve katliam haberlerine kayıtsız kalmak ya da hiç seyretmemek suretiyle kendi hayatlarından bağımsız olarak algıladıkları olaylar serisi geliyordu. Ara sıra Dresden, Coventry, Hiroshima gibi yerlerdeki “masum sivillerin öldürüldüğü”ne kulak kabartsa da Amerika’lı için hem ülkenin isole olmasından hem güçlü oladuğuna dair inançlarından dolayı kendisine hiç olamayacak felaketler ve katliam görüntüleri idi onlar. Amerika’da suç oranı yüksekti, ama terör hemen hiç yoktu. Gerçi kimi tarikatların eylemleri olmuştu, ama bunlar mahalli düzeyde kalmıştı. Bunlardan en önemlisi tam üç ay önce idam edilen Oklahoma bombacısı Timothy McVeigh’in yakalanması sırasında ortaya çıkmıştı. 19 Nisan 1995 tarihinde 168 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalama eylemini gerçekleştiren Timothy McVeigh, FBI’ın eylem tarihinden şüphelenip iz sürmesiyle yakalanmıştı. Federal hükümetin 19 Nisan 1993 tarihinde Waco’da bir tarikat çiftliğine yaptığı baskında ölen arkadaşlarının intikamını almak için Amerikan tarihinin en önemli terör eylemlerinden birini gerçekleştirmişti McVeigh. İki olayın da aynı ay ve güne rastlaması, FBI ajanlarının kuşkulanmasına sebep olmuş ve McVeigh yerine Ortadoğulu terör örgütleri üzerine yoğunlaşmalarının hata olduğunu göstermişti. Sonuç olarak Oklahoma bombalamasının gerçekleştirildiği 19 Nisan tarihinin sembolik anlamı çok büyük bir terör olayının çözülmesini sağlamıştı.
11 Eylüldeki saldırı Amerikan militarizmi ve kapilalizmini hedef alan saldırılardı. Yetkili ağızlar sık sık bunun Amerikan “halkının hayat tarzına” ve “hürriyetine,” “Amerikan demokrasisine” yapılan bir saldırı olarak nitelerken, aslında ne olup bittiğini henüz anlamayan Amerikan halkına ön telkinlerle ve zihin ve ruhi filtrelerinin askıya alındığı bir anda, bu durumu öyle algılamaları gerektiği şeklinde yönlendirme yaparak Bush’un arkasında olamayan halk desteğini yüzde doksanlara üç gün içinde çıkaracak bir başarılı içe yönelik diplomasi ve retorik örneği sergilediler. Daha sonra atılacak ve muhatabı tam belli olmayan ve aynı zamanda diplomatik jargonların tersine savaş naralarının alt yapısı hazırlandı ve olayın üçüncü gününde Bush daha öceden kendisini pek çok konuda zorlayan Kongre’den ilk adımda 40 milyar dolarlık “savaş harcaması” olarak ödenek geçirtti. Bu para elbetteki şu anda zor günler yaşayan Amerikan silah sanayiine yarayacaktır. Halbuki daha önceleri bilimsel kurgu mantığını hakikate dönüştürmek amacıyla planlanan Yıldız Savaşları projesinin devamını getirmek için kongre hem de geçen aylarda Bush’a karşı çıkmıştı. Uzun yıllara yayılacak olan bu “savaş” uzun dönemli hem Amerika hem de güvenlik korkuları olan olan ülkeleri daha fazla silah ve güvenlik harcamalarına itecektir. İşin belagat ve hakikatlarını devletlerin politilkalarını halkların hassasiyetlerinden ayrırark görmek gerekiyor.
11 Eylül sabahı ABD’de mesai saati ile birlikte başlayan intihar uçuşları, öncelikle ev içi ve ferdi mahremiyetine çok müptela olan Amerika’yı sadece ev değil ülke mahremiyetlerini de bozacak bir tarzda planlanmış, Amerika’yı iyi bilen Amerikalı’yı iyi tanıyan teröristlerce planlanmıştır. Sadece DTM ve P gibi biri ‘dünya ticaretinin kalbi’, diğeri ise ‘ulusal güvenliğin beyni’ olmakla övünen iki stratejik noktayı vurmakla kalmadı terör, aynı zamanda bütün istihbarat hesaplamalarını ve güvenlik sistemlerini de altüst etti. Hatta öyle ki, bütün dünyayı şoke eden bu akıl almaz saldırının her şeyden önce süper güç Amerika’ya çaresizlik duygusu tattırmayı hedeflediği açıklandı. 4 bin özel istihbarat uzmanıyla ‘her taşın altına bakılacağını’ açıklayan FBI, şu ana kadar 2 bin bulguya ulaştığını ve her türlü ihtimali mercek altına aldığını duyuruyor. Bir yandan uçağı kaçıran saldırganların kimliğini tespit etmeye çalışırken diğer yandan saldırının nedenini açıklayabilecek şifreli mesajları değerlendiriyor. Olayın ilk gününden bu yana en çok da saldırının zamanlaması üzerinde duruyor. 11 Eylül sabahı gerçekleşen saldırıların özel bir anlam taşıyıp taşımadığını araştırıyor.
IV. Tabiiki senfonide asli unsur çok fazla müzik aleti olması değil bu aletlerin uyum içinde oluşturacakları  bir  harmoniyi yakalamaktır. Ve işte burada büyük devlet olmanın ve gerçek anlamda bir devlet geleneğinin Amerika’da ne kadar otutup oturmadığı sorusu gündeme geliyor.  (Bu yazıların ne “oh olsun, gördün mü? bak!” diye kendi aczini bazan intikam duygularıyla Allah’a havale, bazan da kendilerine hiçbir maliyet yüklemeden kendi adlarına bu işi kotaranları intikam melekleri veya “Firavun sarayında büyüyen Musa” mesellerine teşbihle rahatlayıp ne Firavun ne Musa olmayı beceremeyenler, ne de “vah tüh!” edalı timsah gözyaşlarıyla ilgisi yoktur. Batı’yı Batı gibi algılamak lazım.  En azından burada doğulu teraneler döktürmeden.   İşin ilginci burada Amerika epey bir doğulu, levanten veya Akdenizli psikoljisiyle hareket ediyor, bunu yaparken de Amerikan bağımsızlık şavaşı retoriğine sık sık müracaat ediyor.  Öyleki hem Ahidlerden yaptığı iktibaslar hem de hamaset uslubu nedereyse tıpatıp o dönem ki Jefferson, Thomas Paine gibi yazarların lügatlarının tekrarı. Değişen sadece düşman: İngiltere gitmiş, yerini adı yarı konumuş bir düşman var ortada.  Nitekim şaşkınlık ve dehşetle karışık bir gaflet hamburgeri konuyor dünyanın önüne. Başkan George W. Bush, Beyaz Saray´da eşi ile gazetecilerin karşısına çıkarak, kafaları karıştıran sözler sarfetti dün. Bush, konuşmasında şunları söyledi:
”Yeni bir düşmanla karşı karşıyayız. Barbar bir kişi. Uçakları masum insanların bulunduğu binalırın üzerine sürüyor. Biz hukuk devletiyiz ve saldırı altında bir devletiz. Bu kötüler hala var. Böyle bir barbarlık tarihte çok az görüldü. İntihar bombacıları uçakları kaçırıp saldırıyorlar ve toplumumuzu yakıyorlar.
Amerikan uçaklarını ele geçirip masum insanları katleden yeni bir kötülükle karşı karşıyayız. Bunları anlıyoruz.  Amerikan halkı da anlıyor artık. Bu bir Haçlı seferi... Bu terörle mücadele bir zaman sürecek ve Amerikalılar sabırlı olmalı. Ben de sabırlı olacağım. Ben kararlıyım, Hedefimden dönmeyeceğim, odağımdan sapmayacağım. Sadece bunların adalet önüne çıkarılması değil, onlara yardım ve yataklık edenlerin de adalet önüne çıkarılması için mücadele edeceğiz. Ki çocuklarımız 21. yüzyılın sonuna kadar yaşayabilsinler. Benim yönetimim kararlıdır. Sorumluları bulmak ve Adalet önüne çıkarmak ve Amerika´ya bunu yapanlardan hesap sormak amacındayım. Bu insanlar ve bu insanlara destek verenler özgürlüğü istemiyorlar.
Bu uzun süreli bir harekat olacak ve Amerikanın kaynaklarını kullanarak bu harekatı kazanacağız. Büyük bir devi uyandırdılar ve hataya tahammül yok. Bizimle birlikte olan dostlarımızla beraber gereken her şeyi yapacağız ve terörizmi dünyadan sileceğiz. Dünyaya en güçlü ulus olduğumuzu göstereceğiz. Usame Bin Ladin´in birinci derece de zanlı olduğundan şüphemiz yok. Terörizmi dünyadan söküp atacağız. Pakistan lideri gerçekten büyük bir dayanışma gösterdi. İsteklerimizi olumlu karşıladı. Ülkemize yardım edecek ve biz bu düşmanları inlerinden çıkartmamıza yardım edecek. Hindistan, Rusya ve bir iki yıl önce kimsenin hayal edemeyeceği ülkelerle birlikte hareket edeceğiz.”  İşte bu belagat taktiklerini bir “discourse” analizine tabi tutmak gerekiyor. 
Yer Beyaz Saray (BS) ve Bush ve eşi, normalin aksine (en azından Clintonların birlikle boy göstermeleriniyle kıyaslanırsa) beraberler gazececiler karşısında.  BS Amerika’nın, onlar ise Amerikalıların  o her başkan ya da başkan adayını hemn aklına sıçrayıveren meşhur  “aile değerlerini” yani aile içi dayanışmayı dolayısıyla külliyyen Amerikalıların örnek alacakları bir toplumsal modelini temsil ediyorlar.  Bu mutlu örnek çiftin tabi olarak yüzdelik oranda terslik eden bir vaziyete binaen birlikteliği dostluk karşısında bu düşmanca tavırı daha da bir gün yüzüne fırlatıyor.  Ayrıca hem erkek hem kadın nüfusa karşı ayrı ayrı onlar onore edilerek anlatılacak olaylar.  (Bunu Çiller ve Yılmaz’da arasıra yaparlar. Kardak fatihesi milleti iyi LPGlemişti o zamanlar.  En tabii olanı Özallarınkiydi.  Kıbrıs fatih/es/i Ecevitler ise her türlü romantizmden üç havaalanı uzakta, şirket ortaklarını ve tam anlamıyla bir “dayanışmayı” temsil ediyorlar.  Hele Hacı Bektaş şenliklerindeki sahneler aklıma geliyor da...) uzaklık Düşmanın “yeni” olması daha önce hem Amerika içindeki hem dünyadaki, artık kanıksanmış veya gına getirmiş olan örgütlerden ayırmak ve geleneksel aşinalıkla gelen ülfeti kırarak bir teyakkuz haline geçirmek insanları.  Bunu için  “düşman” gibi askeri bir terimde özellikle kullanılıyor ki terör daha mahalli kalmasın bu arada mesele tam bir “milli” mesele olarak algılansın diye.  Ayrıca düşmanın büyüklüğü-eğer taktik değilse- istihbarat ve ajanlık faaliyetlerindeki gafletin büyüklüğü oranında olunca tahtırevalli mantığıyla biri diğerini aşağı çeker.  Dikkatle yukarı çıkana yöneltilir.  Neredeyse köşe bucak saklanmaya çalışılan bir başkan, o anları unutmaya ve unutturmaya çalışıyor gibi.  Belki bundan dolayı sık sık kullanılan “korkak” lafları pelesenk oldu ağızlarda.  Hani şu yansıtma dedikleri mesele...
“Barbar” kelimesi en az 2500 yıllık bir tarihi muhtıra bigi ardından geliyor.  Eski Yunandan günümüze uzanan bir süreç içinde bu “kendi haricinde” herkesi ve herşeyi ötelemenin adı bu.  Medeniyetin kesinlikle karşıtı değil. 
Tabiiki senfonide asli unsur çok fazla müzik aleti olması değil bu aletlerin uyum içinde oluşturacakları  bir  harmoniyi yakalamaktır. Ve işte burada büyük devlet olmanın ve gerçek anlamda bir devlet geleneğinin Amerika’da ne kadar otutup oturmadığı sorusu gündeme geliyor.  (Bu yazıların ne “oh olsun, gördün mü? bak!” diye kendi aczini bazan intikam duygularıyla Allah’a havale, bazan da kendilerine hiçbir maliyet yüklemeden kendi adlarına bu işi kotaranları intikam melekleri veya “Firavun sarayında büyüyen Musa” mesellerine teşbihle rahatlayıp ne Firavun ne Musa olmayı beceremeyenler, ne de “vah tüh!” edalı timsah gözyaşlarıyla ilgisi yoktur. Batı’yı Batı gibi algılamak lazım.  En azından burada doğulu teraneler döktürmeden.   İşin ilginci burada Amerika epey bir doğulu, levanten veya Akdenizli psikoljisiyle hareket ediyor, bunu yaparken de Amerikan bağımsızlık şavaşı retoriğine sık sık müracaat ediyor.  Öyleki hem Ahidlerden yaptığı iktibaslar hem de hamaset uslubu nedereyse tıpatıp o dönem ki Jefferson, Thomas Paine gibi yazarların lügatlarının tekrarı. Değişen sadece düşman: İngiltere gitmiş, yerini adı yarı konumuş bir düşman var ortada.  Nitekim şaşkınlık ve dehşetle karışık bir gaflet hamburgeri konuyor dünyanın önüne. Başkan George W. Bush, Beyaz Saray´da eşi ile gazetecilerin karşısına çıkarak, kafaları karıştıran sözler sarfetti dün. Bush, konuşmasında şunları söyledi:
”Yeni bir düşmanla karşı karşıyayız. Barbar bir kişi. Uçakları masum insanların bulunduğu binalırın üzerine sürüyor. Biz hukuk devletiyiz ve saldırı altında bir devletiz. Bu kötüler hala var. Böyle bir barbarlık tarihte çok az görüldü. İntihar bombacıları uçakları kaçırıp saldırıyorlar ve toplumumuzu yakıyorlar.
Amerikan uçaklarını ele geçirip masum insanları katleden yeni bir kötülükle karşı karşıyayız. Bunları anlıyoruz.  Amerikan halkı da anlıyor artık. Bu bir Haçlı seferi... Bu terörle mücadele bir zaman sürecek ve Amerikalılar sabırlı olmalı. Ben de sabırlı olacağım. Ben kararlıyım, Hedefimden dönmeyeceğim, odağımdan sapmayacağım. Sadece bunların adalet önüne çıkarılması değil, onlara yardım ve yataklık edenlerin de adalet önüne çıkarılması için mücadele edeceğiz. Ki çocuklarımız 21. yüzyılın sonuna kadar yaşayabilsinler. Benim yönetimim kararlıdır. Sorumluları bulmak ve Adalet önüne çıkarmak ve Amerika´ya bunu yapanlardan hesap sormak amacındayım. Bu insanlar ve bu insanlara destek verenler özgürlüğü istemiyorlar.
Bu uzun süreli bir harekat olacak ve Amerikanın kaynaklarını kullanarak bu harekatı kazanacağız. Büyük bir devi uyandırdılar ve hataya tahammül yok. Bizimle birlikte olan dostlarımızla beraber gereken her şeyi yapacağız ve terörizmi dünyadan sileceğiz. Dünyaya en güçlü ulus olduğumuzu göstereceğiz. Usame Bin Ladin´in birinci derece de zanlı olduğundan şüphemiz yok. Terörizmi dünyadan söküp atacağız. Pakistan lideri gerçekten büyük bir dayanışma gösterdi. İsteklerimizi olumlu karşıladı. Ülkemize yardım edecek ve biz bu düşmanları inlerinden çıkartmamıza yardım edecek. Hindistan, Rusya ve bir iki yıl önce kimsenin hayal edemeyeceği ülkelerle birlikte hareket edeceğiz.”  İşte bu belagat taktiklerini bir “discourse” analizine tabi tutmak gerekiyor. 
Yer Beyaz Saray (BS) ve Bush ve eşi, normalin aksine (en azından Clintonların birlikle boy göstermeleriniyle kıyaslanırsa) beraberler gazececiler karşısında.  BS Amerika’nın, onlar ise Amerikalıların  o her başkan ya da başkan adayını hemn aklına sıçrayıveren meşhur  “aile değerlerini” yani aile içi dayanışmayı dolayısıyla külliyyen Amerikalıların örnek alacakları bir toplumsal modelini temsil ediyorlar.  Bu mutlu örnek çiftin tabi olarak yüzdelik oranda terslik eden bir vaziyete binaen birlikteliği dostluk karşısında bu düşmanca tavırı daha da bir gün yüzüne fırlatıyor.  Ayrıca hem erkek hem kadın nüfusa karşı ayrı ayrı onlar onore edilerek anlatılacak olaylar.  (Bunu Çiller ve Yılmaz’da arasıra yaparlar. Kardak fatihesi milleti iyi LPGlemişti o zamanlar.  En tabii olanı Özallarınkiydi.  Kıbrıs fatih/es/i Ecevitler ise her türlü romantizmden üç havaalanı uzakta, şirket ortaklarını ve tam anlamıyla bir “dayanışmayı” temsil ediyorlar.  Hele Hac-ı Bektaş şenliklerindeki sahneler aklıma geliyor da...) uzaklık Düşmanın “yeni” olması daha önce hem Amerika içindeki hem dünyadaki, artık kanıksanmış veya gına getirmiş olan örgütlerden ayırmak ve geleneksel aşinalıkla gelen ülfeti kırarak bir teyakkuz haline geçirmek insanları.  Bunu için  “düşman” gibi askeri bir terimde özellikle kullanılıyor ki terör daha mahalli kalmasın bu arada mesele tam bir “milli” mesele olarak algılansın diye.  Ayrıca düşmanın büyüklüğü-eğer taktik değilse- istihbarat ve ajanlık faaliyetlerindeki gafletin büyüklüğü oranında olunca tahtırevalli mantığıyla biri diğerini aşağı çeker.  Dikkatle yukarı çıkana yöneltilir.  Neredeyse köşe bucak saklanmaya çalışılan bir başkan, o anları unutmaya ve unutturmaya çalışıyor gibi.  Belki bundan dolayı sık sık kullanılan “korkak” lafları pelesenk oldu ağızlarda.  Hani şu yansıtma dedikleri mesele...
“Barbar” kelimesi en az 2500 yıllık bir tarihi muhtıra bigi ardından geliyor.  Eski Yunandan günümüze uzanan bir süreç içinde bu “kendi haricinde” herkesi ve herşeyi ötelemenin adı bu.  Medeniyetin kesinlikle karşıtı değil. 
Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Baba Bush, Yeni Dünya Düzeninin başladığına dair zafer sarhoşluğuyla karışık bir heyecanı bütün dünyaya ilan etti.  Bu açılışın kurdelasını Bush Körfez Savaşı ile kesti.  Buradan alacağı yedek destekle Bush ikinci defa seçilmeyi garanti edecekti, fakat uzun süredir ülkede yıllık ortlama 400 milyar dolarlık bütçe açığı Japonya ve Avrupa ülkeleri lehine büyümekte idi.  Amerikan halkı Vietnam psikozunu atmak amacıyla elde edilen bu tek kale maç zaferinden memnundu, ama  öyte yandan vergiler, sağlık ve eğitim konusunda yani kendilerine materyal anlamda daha doğrudan ulaşacak imkanlara da susamışlardı.  Alım gücü ve ücretleri uzun zamandan beri düşen halkı Saddam’ım Kuveytteki “demokrasiye” yaptığı saldırıyı önlemek için sergilenen askeri kahramanlıklar da avutmuyordu.   İşin bir ilginç yanı da yapılan bazı anketlerde Amerikalı kadınların azımsanmayacak bir oranda Saddam Hüseyin’i “yakışıklı” veya “sexy” buldukları ortay çıkıyor, CNN de bunları açıklıyordu. Savaş yüzünden artan petrol fiyatları ve onların genel fiyatlara yansıması zaten epey rahatıana düşkün Amerikan halkını rahatsız etmişti.  Bu nedenle herşeye rağmen Bush değil Clinton’u başkan seçtiler.  Saddam Hüseyin savaşı, Bush da seçimleri kaybetti.  Baba Bush’un seçimleri kaybetmesinde 1989 yılında oğlunun Savings and Loans Bank’tan birkaç milyar dolarlık yolsuzlukta oğlunun payının da var olduğunu sanıyorum.   Bir başka etken de Bush’un İsrail’i iyiden iyiye himaye etmesi ve bunun vergi mükelleflerinde rahatsızlık yaratması.
      Zaten apolitik bir toplum olan Amerikan halkının Clinton’a aslında toplam nüfusun yüzde 10-13 arasında bir yere oturan seçmen kitlesi talip oldu.  Bu durum sinematik Reaganizmin uluslararası reel politik Reaganizme dönüşen Amerikan  emellerinden vazgeçmek anlamına gelmiyordu.  Uluslararası hatta gezengenlerarası  kovboyluk projesinin askıya alınması değildi mesele.  Clinton silah ve askeri yatırımlarını azaltmak daha rantable olarak güvenlik bütçesini kullanmak yönünde hareket ederek bütçede doğrudan halka yarayacak bütçelere ağırlık verdi.  Zaten oy kullanma oranı seçmen nüfusunun yüzde kırkbeşini geçmeyen Amerika’da onun sunduğu bu model Amerikan jandarmalığı hülyasını reddetmek değildi, ama vergi mükelleflerine daha çok göz kırpmak, gelirlerin çalışanlar lehine kullanılmasından bahsederek, başkanlık yarışlarında daha genç ve dinamik görüntü vererek, daha önce Dukakis’in düştüğü hatalara düşmeden, kendisine yöneltilen sorulara şerbetin dozunu iyi ayarlayarak cevaplar verdi.  Daha halkçı bir başkan modeli çizdi kanvaslara.  Eşindeki kozmetik değişiklikleri de stilist ve estetisyenler vasıtasısla halledip daha bir imaj tamamladı.  Ne de olsa Amerikan halkında bu çifte standartlar vardı.  Kendileri ayrı, çocuksuz ve yerine göre “liberal” ve “libertine”hayatlar” sürseler de Başkanlarından hep “american values,”  “family values,” ve tarih şuuruna sahip olmalarını isterdi.  Hatta “George Washinton hayatında hiç yalan söylemediği” için   Başkanlarının da bu sünneti takip edenlerden olmasını isterlerdi.  Yalan ile politik konuşmalar, retorik ve tedbir istihdamını ise karıştırmamak lazımdı.  Ayrıca Clinton’da J.F. Kennedy’i andıran bir şeyler vardı sanki. Gerçi Kennedy’ler Katolik’ti ve seçim kampanyalarında bu konuda epey tacizlerle karşılaşmışlardı, ama Kennedy bu salvoları atlatmış ve başkanlığı sırasında da Rusya ile yapılacak  muhtemel bir savaşı makul ve soğukkanlı bir tavırla politik ve stratejik manevralarla engellemişti. 
        Bir tarafta ekonomik anlamda çökmüş, politik anlamda can çekişen eski Sovyetler bir tarafta staflasyona kendini kaptıran, siyasal yolsuzluklarla boğuşan Japonya, yılda yüzde sekizlik ortalama kalkınma hızıyla Çin, Helmut  Kohl’un büyük çabalarıyla hızlanan Avrupa Birliği, geri kalmışlığın bacağını kırdığı sanılan Uzak Doğu Kaplanlarına dair haberlerle umut saçan ülkeler, Petro dolarları silaha ve savaşın faturasına tahvil eden bir ortadoğu ile geçti 1990lı yıllar.   Amerikan ideolojisinin evrensel boyutlara ulaşması için adına globalizm denilen bir yeni dünya düzeni dünyayı kültürel halı bombardımanına tutmaya başladı bu yıllarda.  En etkili silahları Amerikan yeme içme alışkanlıkları ve Amerikan sineması ve internet teknolojisi oldu.  Bir taraftan kimi kolaylıkları beraberinde getirdi bu oluşumlar, diğer taraftan ise sinsi bir popüler kültürün kutsal hazinelerini taşıdılar dünyaya.   Ya bu kültür aynen ithal edilmeli ya da onların yerlileştirilmiş uygulamaları yoluyla kabul ettirilmeli idi.   Global köy kavramı etrafına dolanan çitlerden örülü bir korumalı alan oluştu.  Bu dönemde retoriğin önemi iyice artmaya başladı.  Yeni dünya düzeni ile dünyanın daha iyi bir düzene akan billur sularda kulaç atması değil, suların akışkanlığı itibarı ile, aynı retorikte iki defa yıkanılmyacağı anlamında idi.  Bu düzen dünyanın seçtiği değil Amerika’nın dünyaya dayattığı bir düzen idi.  Artık bütün dünya Romantik sosyalizmde ve pastoral islamcılıkta olduğu gibi aslında Fransız devriminden beri anıtlaşan, ama Fransızların da mutluluğuna vesile olmayan bir özgürlük, eşitlik, refah paylaşımı, milli devletlerin ortadan kalkması, uluslararası sermayenin engelsiz dolaşımına zemin hazırlayacak bir mantıkla milli hükümetlerin diskalifiye edilmesi, düşmanlıkların ortadan kalkacağına dair naif argümanları berber getirdi.  Ne de olsa Amerika Rusya’dan daha demokratik bir tarihe sahipti. İyi Kötü ve Çirkin’in aktörleri devletlere tekabü ediyordu aslında. Kimin kim olduğuna dair fikri salınım ve entellektüel kaldıraçlar ve tahtırevalliler milli ve ferdi ideolojik oryantasyonlarla alakalıydı.  Bu argümaları da popüler kültürün tarihçileri popüler olarak veriyordu.  Kavramın seçilmesinde başka etkenler de vardı elbette.  Öncelikle “Globalizm” in kavram olarak bir kavrayıcılığı vardı.  Bütüncül bir eksen anlayışını ifade ediyordu.  Eskiden var olan kutupları yok sayıyordu.  Fakat zimnen “kutb-ul aktab” olarak Amerikayı gösteriyordu.  İkincisi dünyanın küçüklüğüne işaret ederken bu küçüklüğü aslında herkes için geçerli bir gelişme olarak pazarlamıyordu.  Kurtlardan arta kalan ceylan karkasında sırtlanların semirmesinin meşrulaştırıyordu.    Öte yandan “Batılılışma” kavramı  hem eskimiş hem de daha bir Avrupa’ya dönük bir tarihi istikameti yine tarihsel kalıntıları ve çağrışımlarıyla ifade ediyordu.  Kolonizasyon ise yazıla çizile  epey itici bir kavram haline gelmiş, Batı’da  bile yer yer eleştirilerle  gölgelenmiş, hatta kirlenmişti.  Özelllikle sosyalist-çevreci-yeşilci mantıkta insanlarca “asli günah”ı haline dönüştürülmüştü.  Post-struktüralist düşünce, önce Marxism, sonra Feminizm, Yeni Marxizm ve yeni Freudianizmin verilerini, modernizmle gelen anlayışları yıkmak için kullanırken bu teoriler milli ve ferdi olan uyugulama sahalarından çıkarılmış milletlerarası bir platforma taşınan unsurlarıyla Doğu-Batı, Ben-Öteki kavramlarıyla yenş disiplinlerin oluşmasına da yol açmıştı. Milli ve milletlerarası Darwinizm tayfları taşıyan  bu denklemde Batı, Patron, Beyaz Protestan erkek bir tarafta Doğu, emekçi, Beyaz kadın ve her cinsten  siyah ırk ve ırk gözetmeksizin bütün “öteki” unsurlar diğer tarafta idi. Alt tabakalarında ekonomik, cinsi ve medeni, mezhebi ve kültürel ayrımları da olan  bu denklemin bir ucu da Tevrattaki tanrı Yehova, diğer tarafta ise Yılan=Şeytan vardı.   Bunları görenlerin ve zihinsel tomografi cihazı—elektriğini Amerikan elektrik şirketinden alsa da-iyi çalışan  Edward Said gibi Araf’taki sığınağında çile dolduran bir akademisyen vardı.  Onlar da ne İsa ya ne Musa’ya yaranabildiler.1   
Globalizmin üzerinde önemle durduğu bir başka husus da bir gün yeraltı kaynakları, özellikle enerji kaynaklarının bir tükeneceği düşüncesi ile gelen bir irkilişle bu kaynakların, ülke haritalarını yine Batılı ülkelerin cetvelle çizdikleri ülkelerin şeyhlerine ve buralarda daha köklü kültürel ve siyasi geçmişi olan başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerine bırakılmaması idi.  Daha 19. asırda nüfus artışı ve kaynakların bir gün biteceğine dair tezler John Stuart Mill vb. Yazarlar tarafından ifade edilmişti.  O halde geriye ya “yeniden dönüşüm” yani “recycle” yöntemiyle kaynakların yeniden değerlendirilip işlenmesi, ya alternatif kaynaklara yönelme ya da bu kaynakların kullanımında ya da bu kaynakların kullananların azaltılması kalıyordu.  Enerji güç demekti, yeni sermaye demekti, hakimiyet demekti.   1970lerde Arapların petrol konusunda çıkardıkları problemler unutulmamış idi.  Önceleri Batılı şirketlerin işlettiği petrol yatakları, onların mutlak hakimiyetlerinden çıkmasa da millileştirmeler ve şeyhlerin daha çok elde edebileceklerine dair yanılsamaları ile birleşmeleri, OPEC ülkelerinde fiyat artırmaları neticesi Amerika ve diğer ülkelerden daha tasarruflu arabalar üretimi ve kullanılmasını gündeme getirmiş, alternatif enerjiler denenmeye başlanmıştı, ama en azından şimdilik pettol en rantable enerji türü idi.  Kapilalazmin ruhuna aslında aykırı olan tasarruf politikaları da ödenen dolarları makul düzeye çekmiş, öte yandan uluslararası aktörler ilgili ülkeleri yumuşak usullerle zapt u rapt altına alamayı başarmışlardı. 
.../...


V.
İran-Irak savaşında her iki tarafın da aslında mağlup çıktı.  Bu arada Batıdan alınan silhla nisbeten tüketilmiş oldu.  Bu da yeniden, hem de daha fazlasıyla silah tüketmek anlamına geliyordu.  Ayrıca bölge ülkeleri arasında devamlı körüklenen bir karşılıklı güvensizlik psikozu işin tuzu biberi oluyordu.  Bu durumu gören Suudistan ve Kuveyt de hem İsrail hem de Irak’a karşı silahlanma yarışına girdi.  Eşeğine gücü yetmeyen Saddam Hüseyin, politikada üç top bilardo  mantığını bilmediğinden, Kuveyt’i işgale kalkınca Batı ve İsrail birkaç kazancı biden elde etti.  Öncelikle Kuveyt ve Suudistan, 1973ten sonra anormal derecede fiyat artışlarıyla oluşan servetlerinin bir kısmını (100 milyar dolar civarında) Batı’dan aldıkları ve daha kullanmayı bilmedikleri yüksek teknoloji silahları almak suretiyle tekrar batıya iade etmiş oldu.  Kalanını ise bölgedeki istikrarsızlıktan dolayı Batı banka ve ekonomilerine aktardılar.    Ayrıca bu silahların kriz sonrasında imha edilmesi de Suudistan, Kuveyt ve Irak’ın kendisine fatura edildi.  Ayrıca bu ülkeler arasındaki ihtilaf ve savaşları kullaan İsrail dünyanın her tarafındanRusya ve Afrika dahilyahudi göçmen ithal etti.  BE çoğalmalı ve arzı tahakküm altına almalıydılar.  Yahova öyle istiyordu.  Bunun finansmanını ise ABD’den verfi mükelleflerinden tahsil ettiği  yıllık standart yardımlarla ve iyi değerlendirdiği tarihsel ve aktüel mazlumiyet ve mağduriyet psikozunu kullanarak yaptı.  Yerleşimin genişlemesi yeni alanlarla olacaktı ve onu da İsrail Filistin aleyhine  yeni alanlar açarak yaptı. Savaşı da iyi kullanan İsrail Irak’tan gelen üç Scud füzesine sessiz kalmak karşılığında fazladan bir 10 milyar daha kopardı ABD’den.  Yıllık standart 3 milyar dolarlık ödeme ve savaştan dolayı 7 milyar dolarlık borç silinmesi de cabası idiki Mısır da bu imkandan yararlandı. 
Körfez Savaşından en karlı çıkan ülke İsrail oldu.  Hem Irak “bela”sından uzun dönemli olarak kurtulmuş, Suriye ve Türkiye ile siyasi durumunu tahkim etmiş ve ekonomik olarak da sıçrama yapmıştı.   Bu arada Erbakan hükümeti ile çok stratejik anlaşmalar yaptı İsrail.   Öylesine ileri gittiki İsrail aradan geçen yarım asırlık süreye rağmen Almanya’da 8 milyar marklık tazminat koparma çabalarında etkin rol oynadı.  Ayrıca Ermenilere tarihsel taktiklerini öğreterek kendilerinin muvaffak olduğu katliam iddialarını ve tazminat meselesini onların da alması için perde gerisinde destekledi.  Bunun sonucu Ermenistan yine aldığı taktiklerle işgal ettiği Karabağ’da müstahkem oldu.  Karadağ’da ise daha başka oyunlar devam ederken Türkiye sadık bir NATO üyesi olarak ne bir yardım talebinde bulundu ne de en azından BM’den uğradığı zararları tazmin edebildi.  Batı’ya gözünü diken Türkiye’nin prestijperest Doğu’lu tarafı nüksetmişti.   Özal’ın ifadesiyle biz “yardım değil, ticaret yapmak istiyor” idik.  Pirinçle beraber bulgurdan da olduğumuz gibi, Arz-ı Mev’ud’un Türkiye’nin güney-doğusunu da kapsadığını ya bilmeyecek kadar gafil ya da maksatlı olarak o ifadeyi BE’nı selamlarken kullanacak kadar hain bir tini mini hanım başbakanla Kenan ülkesinden Kenan ülkesine muhabbetler taşıdık.  Bu arada Demirel döneminde Azeriler’i bırakıp Ermenistan’a yiyecek ve enerji yardımında bulunduk.  Bunların arkasında elbette bizim gibi ahmakların anlayamayacağı kadar büyük hikmetler vardır.  Büyük devlet böyle olunur herhalde.  İsevileşen bir dış siyaseti Musevileşen bir bölgenin emrine vermek demekti bu.  İkinci bir filistin, ikinci bir Ortadoğu meselesi böylece kendi canımızdan kendi kanımızdan  insanlara Lenin özentili, aslında büyük Matruşka Lenin’in küçüğü bir Azeri çobanın da katkılarıyla giydirildi.  Ve bunun yapanlar elbetteki haysiyetli, şerefli ve hikmetli insanlardır.   Türkiye’nin daha önceleri olduğu gibi 1,5 milyon peşmergeye ev sahipliği yapması, Irak ile artık yapamadığı ticaretinden ve petrol boru hattından hem kira bedeli olarak hem de petrol alımlarından hem de alacaklı olduğu paraları tahsil edememekten kaynaklanan birkaç on milyar dolarlık zararını tazmin için üç kadar önce belirlenen tutar, basının es geçtiği tutar ise 5 milyon doların da altında bir miktar oldu.  Özal’ın ruhu şad olsun, büyük adamlar büyük hatalar ile maluldürler!  Hüseyin’in yerinde kalması ise muhtemelen İngiliz önerileri doğrultusunda Irak’ın çobanını imha etmek sonucu bizzat sürü ile uğraşmak zorunda kalma endişesi ile oldu.  Eski Sovyet cumhuriyetlerinde ise ABD ve İsrail Türkiye kartının getirdiği kolaylıklarla rahatça cirit ve polo oynadı.   Özetle 90lı yıllarda kazananlar Balkanlar ve Ortadoğudaki “ötekiler”le beraber Türkiyenin de kayıp ettiği, Amerikan siyasetinin kazandığı, fakat Amerikan vergi mükellefinin kaybettiği ve Amerikan siyaseti ve ekonomisi ve siyasetini kullanan İsrail’in kazandığı yıllar oldu.  Bu arada Almanya belirgin bir şekilde eski Roma sınırlarını siyaseti ve ekonomisini kullanarak zorlamaya başlamış ve Irak’taki yönetim boşluğundan yararlanan savaş sonrası de facto durum itibariyle ortaya çıkan bir iki  kürtçü kuklanın  oyun bahçelerini genişletmesi de bir başka gelişme idi. 
Özetle Globalizmle ortaya çıkan durum bunlar oldu.  Balkanlarda 100 binlerce insanın katliam ve zulümlere maruz kalması akabinde önce Avrupa’yı aciz konumuna indirgeyip sonra müdahale ederek “deus ex machina” rolüyle hem savaşları azaltıp sonra da Balkanlarda mevzilenme işini gerçekleştiren Amerika oldu.   Öyleki vaktiyle Kanada ve baba ocağı İngiltere dahi Amerikan güdümünde gel-gitlerle siyaset güderek, kaybolan prestij ve etkinlik alanlarını genişletme çabasına giriştiler.  Azeri-Ermeni çatışmaları  Azeriler aleyhine girerken, beynelmilel satranç tahtalarından Çeçenistan ve Afganistan yedek oyuncu statüleriyle  ne ölen ne olan konumlarıyla hayatlarına devam ettiler.  11 eylül 2001 olayları akabindeki gelişmelerle ise daha önce Ortadoğu’nun sınırları, önce Kafkaslar sonra, vaktiyle Rambo’nun desteğiyle Ruslara karşı duaran Afganistan’a kadar genişletilmiş oldu.  “Özgürlük Savaşçıları” bir anda kanlı katillere dönüşüverdi yine.  Ortadoğu petrolleri yanında, Ortaasya’nın vaktiyle Rusya’nın sömürdüğü yearltı kaynaklarına da şimdiden ipotek koymak zamanı gelmişti.  Ayrıca burasının Afganistan olamsının ayrı bir önemi vardı.  Türkmenistan, Kazakistan, Hindistan ve özellikle Çin’e yakın v buraları kontrol edebilecek yeni “outpost” ve “checkpoint”ler gerekliydi.  Bunun için açık gerekçeler yoksa gerekçeler yaratılırdı.   Saddam da ABD’nin ışığını fecr-i sadık sanmamışmıydı.  Kapitalizmin temel düsturu “ihtiyaç yoktur, ihtiyaç yaratılır” değil miydi?  
Ortadoğu ve Uzakdoğu ekonomileri, Çin ekonomisi haricinde özellikle so üç yıldır zor anlar yaşamakta idi.  Öncelikle kaplanlığa soyunan ekonomilerin sarsılması, sonra bunun Rusya ve Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilere sıçraması, bu ülkelerdeki politik çalkantılar ve örtülü dikta ve oligarşiler  demos’u bir tarafa atıp kratos ile ile işlerini kotarma yönünde avatajlar sağlarken bir başka yanlışlığı da ortaya koyuyordu ki bu da Globalizmin misyonerliğini yapan liberalizmin henüz keşfini beklemektedir.  O da eski Sovyetleri yıkan aşırı merkeziyetçilik derken, Sovyet Blokunu bu açıdan yani Blok içi merkeziyetçilikten dolayı haklı olarak eleştirenlerin aslında Globalizmin oluşturduğu haleler ve ekonomik uydulaşmalarla bu kez dünya ekonomisinin Amerika odaklı bir genel çöküşe gitme tehlikesi ortaya çıktı.  Komunist merkeziyetçilikten kapitalist merkeziyetçiliğe geçişin adı oldu Globalizm.
VI.
İşin bu arada diğer bir tarafı da “üçüncü dünya” yaftasıyla psikolojik
olarak olarak çökmüş, saman alevi gibi parlayıp sönen,ekonomik ve siyasi
gelişmeleri neredeyse durmuş ülkeler tarafı var ve bir de bu ülke
”aydınları.” İşte bu arada çok ilginç olaylar çıkıyor karşımıza. Denilir
ki Sezar’ın öldürülmesindeki ana etken doğu diktatörlüklerine temayül etmesi
ve bunu sonucu olarak da Senato’yu lağvetmeye kalkışmasıdır. Doğu’da Sezar
halkların monarşik liderlere nasıl sitayiş gösterdiği, hatta tapındığını
görmüştür. O da bunları bir muzaffer komutan olarak aynen görmek
istemiştir. En azından Şekspir’in Jül Sezar adlı oyununda buna atıflar
vardır. Antoni ve Kleopatra’da benzer olayların Antoni’yi kendisine
katıksız aşık eden Kleopatra’nın (Mısır-Doğu) bağlamında ilişkilerinde de
görmek mümkündür ki Antoni’nin sonunu hazırlayan da bu olmuştur. O Antoni
ki halkı koskoca bir Senato’ya karşı kalkı ayaklandırmayı bilmiştir.
The Last Emperor filmindeki gibi bir durum söz konusudur. Filmde son kralın
gözleri o kadar zayıflamıştır ki İngiliz hocası ona doktora görünmesi ve
mutlaka bir gözlük takması gereğinden bahseder. Fakat saraydaki ulular buna
kendi öngörüleri doğrultusunda karşı çıkarlar. Nihayet kral gözlüğü takmaya
başlar, etrafını daha iyi grömektedir artık, ama bir İngiliz’in gördüğü
gibi. Haliylei tavrıyla, alışkanlıklarıyla herşeyiyle Doğu’da doğmuş, ama
Batı’lı biri gibi. Ve sonrası çöküş başlar... Kutsal Şehrin mahremiyeti
bozulur ve sürügüne kadar, piyon olmaya gider işin sonu. Bu aslında
Robinson’un Cuma’ya kendini tanıtması, ona İngilizce öğretme sahnesinin yeni
bir “mis-en-abim” le sunulmasıdır.
Bu alaturka girişten sonra, şunu söylemek gerekir ki, özellikle İngiltere,
Fransa ve Almanya tarihi ilgileri ve çıkarları hasebiyle Ortadoğu ve
Uzakdoğu’yu iyi tanımakta olup hatta dolaylı olarak idarecilerini bir misyon
bağlamında eğitip bölgede kendi çıkarlarını da korumuşlardır. Öte yandan
Amerika ise, Ortadoğu’yu klasik kılıfların içine girmeden tanımakta,
İsrail’in dürbünüyle izlemektedir bölgeyi. Bu arada en yoğun bilgilenmeyi
Körfez Krizi sırasında yaşadı ABD. Savaş öncesinde CN gibi haber
kanallarından—ki o zaman daha “objektif” idi—Saddam Hüseyin’in diktatör
olduğu ve “demokratik” Kuveyt idaresini alaşağı etmek sonra Suudistan’ı
ilhak etmek istediğinden bahsedilirken, bölgenin tarihçesi de kısaca
anlatılmıştı. ABD halkı genelde bölgeye giden askerleri bir diktatör
elinden diğer diktatörleri kurtarmak değil, “demokrasi” için gittiklerini
sanıyorlardı. Durum böyle olunca medyanın düzenlediği kamuoyu
yoklamalarında halkın desteği Saddam’a karşı önlem alınması yönünde oldu.
Bu dönem aslında Amerika’ya öğrettiği “American Creed” ile bağdaşmayan çok
şeyler olduğu görünüyor. Ki bazı kavramlar Amerikan halkında katıksız bir
şekilde kulak kabartılması gelen kavramlardır. Anayasal haklara ve gerçek
manada hatta faalasıyla şüpheci bir mantıkla hazırlanan Anayasa ve kuvvetler
ayrılığı ilkelerine dair inançlar gibi. Vaktiyle çok çektikleri hususlardan
tekrar muztarip olmamak, yani tarihten ders almak gibi. İşte bu nedenledir
ki çevrilen onca zafer ve kahramanlık filmine rağmen ve hatta Körfez
Savaşındaki uzaktan kumandalı zaferine rağmen “Vietnam sendromu” tam
atlatılamamamıştır Amerika’da.
11 Eylül 2001de özellikle Amerikan kapitalizmi ve militarizmine
yöneltilen menfur saldırılar sonrasında ise Amerika’da çok ilginç bir
olaylar zinciri gelişti. Üçüncü dünya ülkelerindekine benzer bir tarzda
halkı adeta devlet ve medya eliyle bir paranoyak ve hipokondriyak
propoganda mekanizması işletildi önce. Sonra bunun tabii sonucu olarak
insanlarda meşhur “American Values” retoriği içinde Bush Blues dinletildi.
Böylesi bir durumda milletlerin sarılacakları zaten iki temel değer vardır:
din ve devlet. Normalde toplumsal yaşamda hissedilmeyen devletin varlığı
Amerika’da itfaiyecisinden, pilotuna kadar bir dizi kahramanlar üreten ve
hepsinin üstüne New York Belediye Başkanı ve onun da üstünde-aslında
herşeyin üstüne-Bush’u oturtan bir mekanızmaya dönüştü. Bush’un söz ve
tavırlarını iyi tahlil edenler onda bir Kaddafi, bir Saddam Hüseyin görmeye
başladılar. Gelişmelerden sonra Bush Amerikan tarihindeki “Imperial
President” statüsünü elde etti birden. Artık Kongre’nin noterliğini yapan
bir başkan değildi o. O kadar uğraşıp da Temsiciler Meclisi veya Kongreye
kabul ettiremediği bir dizi kanun ya da kararı bir çırpıda geçiriyor,
Bible’den alıntılar yaparak Usame Bin Ladin’e meydan okuyor ve taki
süflörleri hatasını hatırlatana kadar meseleyi kendisi ve Bin Ladin arasında
bir düello olarak göüyor, ve rakibini gafletiyle kahramanlaştırıyor,
umutsuzluğa umut gibi bakanlarca bayraklaştıtılmasına yol açıyordu.
Yenilerde bu düşmanın adı “el-kaide ve taliban” olarak değiştirildi.
Birileri ona dünyanın bu tarafında insanların sıkıştıkça kendilerini mağdur
edenlere daha çok sığındığını fısıldamıştı sanki. Aslında Babasının yaptığı
hata da aynı idi. Sandı ki, Irak toplumunu açlığa, ilaçsızlığa, yalnızlığa,
sefalete mahkum edince millet ayaklanıp Saddam’ı devirecek ve olaylar
kendiliğinden çözülecek. Halbuki olanlar bu durumıun tersini gösterdi ve
Baba Bush ve dönemin Batılı savaş koalisyonu liderleri hepsi bir şekilde
gitmiş, ama Saddam hatta kendisine rağmen ayakta ve iktidarda kalmıştı.
Doğu mahrem çobanı, na-mahrem kahyaya tercih ederdi. Üstelik çobanın
sopasına, dipçiğine alışmışlık vardı....
Amerikan’ın bir üçüncü dünya ülkesi (ÜDÜ) psikozuna girdiğini gösteren
pekçok gösterge vardı. Öncelikle ABD istihbaratının bu olaydan haberdar
olmaması, kasıtlı ve kasıtsız olarak ilgili yerlere bildirmemesi, ya da
yeterince inandırınıcı olamaması dolayısıyla hükümet ya da istihbarat
kanallarındaki tıkanıklık. Ayrıca Mossad’ın kesinliği henüz belli olmayan
bir haberi ki o da Mossad’ın bu olayı önceden haber almasına rağmen ya
ilgili yerlere iletmek yerine kendi sulbünden insanlara heber vererek onları
tehlikeye karşı koruması. Sonra Mossad ve CIA arasına mekik dokuyan
ajanların varlığı ve Mossad’ın ABDnin içinde mesela CIA’den daha iyi haber
oluyor olması ki bu ABD için daha vahimdir. Anlamı da ABD’nin de Mossad’ın
yakın markajında olduğu anlamına gelir.
Diğer ÜDÜ psikozu daha ne olup bittiğini tam anlamadan 9/11 olaylarına dair
çıkan belli belirsiz, ama hem ticari hem siyasi amaçlara hizmet ettiği
aşikar olan haberler.... Bir dehşet havasıyla Bush’un uçaklar kaçırılıp
emniyete alındığı haberleri dolaştı önce. Esasen Bush sonraki ateşli
konuşmalarını, maruz kaldığı söylenen bu tehlikenin büyüklüğü ile yaptı.
Üçüncü olarak, bunların akabinde Bush’un “war” battle” ve crusade gibi
talihsiz ifadeleri kullanması, aslında Körfe Savaşında halkın desteğini
kaybetme endişesi ile ve milli ve dini temalara vurgu yaparak yeniden güç
toplama arzusunda olan Saddam Hüseyin’in durumuna benzedi. Bunu ülke
çapında yayın yapan CNN ve FOXnews gibi televizyonlarda mantık ve muhayyile
zorlar tarzda bir psikozla Şeytanın avukatını oynamaları. Şükür ki Susan
Sontag ve G. Cohen gibi akademik ve etik kurallara göre hareket eden
insanlar, akıl ve izanı tahlile dönüştürerek medyatik militarizme puan
vermediler. Medya Ortadoğu liderlerine nasıl borazanlı yapıyorsa ABD’de de
aynı mantıkla hareket etmeye başlamıştı. Sanki Ortadoğu bu yaklaşık bir
asırlık makus talihinin intikamını Tutankamon’un Esrarı’ndaki gibi kendisine
zulmedenleri kendisine benzeterek alıyordu.
Gitgide durum Thomas Carlyle’ın o güzel tahlilleri yaptığı Heroes and
Hero-worship adlı kitabındaki kahramanlara adeta nazire ve şerhe
sayılabileek mahiyette blediye başkanlarından, itfaiyecilerden kahramanlar
yaratma eyilimin dönüştü. Kahramanlar arasına küçük çocuklardan, uçak
yolcularına, posta dağıtıcılarına kadar uzanan bir elvan tufanı da karıştı.
Bush medya desenfarmasyonu, teatral taktik ve retorik oyunları ile, Kutsal
Kitap’tan alıntılar ve Amerikan tarihine referanslar ile birdenbire o
beceriksiz, konuşmaktan aciz, hata medya karşısında adaylığı sırasında
Çin’in, Afganistanın ve Pakistanın devlet ya da hükümet başkanlarının
adlarını bilmekten aciz ve aczini kaparmak için karşısındaki televizyon
mensubuna karşı sorular sorarak gol atmak isteyen, başkanlığı süresince
ekonomiyi devamlı kötüye götüren ve 10 aylı başkalnlığı sürecinde Amerikan
Merkez Bankasını 9 defa faiz indirimine gitmeye zorlayan, tüketici güven
endeksini yüzde seksenlere kadar indirmeye vesile olan uygulamarını, başkan
seçilmesimesindeki şaibelere ekleyen bir Bush bin Bush gitmiş, yerine
Emperyal Başkanlık yapmak isteyen, bir çırpıda 400 milyar dolarlık savunma
ve şirketlere para aktarma amacına yönelik para pompalayan ve her defasında
fedakarlık ve Amerikan ideallerini öne çıkaran pastoral bir elbisesiz
imparator gelmişti. Hele bir keresinde Kongrede konuşurken etrafındakilere
”nasıl söyledim ama” dercesine göz atması ve yine “İngiltere den daha gerçek
dostumuz hiç olmadı” diye kendisini dinleye Blair gerçekten çok bir şekilde
pohpohlaması vardı ki evleri şenlikti.
Bu arada Amerikan medyasına açık bir sansür uyugulanmaya başlandı. ABD
bayrağı Tvlerde boylu boyunca dalgalanmaya başladı. CNN daha 9/11 olayının
ertesi sabahı çeşitli şirketlere reytingi arttğın dair istatistikler
gönderip reklam pastasından yeni paylar kapmaya çalışıyor, onun rakibi olan
FOXnews kanalı ise bunun pek ahlaki birşey olamdığını söylerken kendisi de
aynı şeyi yapmaktan ekinmiyor, naklen telefon bağlantıları, “Bu adamları
bombalayıp yerle bir edelim” laflarına kadar kapsamlı bir mizansen içinde
haber aktarıyor, Oreilly gibi sunucular bu vaşa muhalif olanları engizisyon
mahkemelerinde yargılıyor, aşağılıyor, onları gülünç durumu düşürmek,
ridiküle etmek için ellerinden geleni kamera gerisine bırakmıyorlardı. Kimi
konuşmacılar önce Ortadoğu diktalarının, sonra İslam dünyasının liderlerinin
tamamının temizlenmesi ve buraların işgal edilmesi gerektiğine dair
hezeyanlara dahi kaptırdılar kendilerini.
Citizen Kane ve Mr. Smith Goes to Washington isimli filmlerde medya/siyaset
ilşkisinin hangi iğrenç boyutlara daha önceleri görmüştü Amerikan halkı. O
kadar kültürlerine işleyen “masumiyet” temasının nasıl dönüşümlere
uğrayabileceğini, Siege filminde ABD’nin nasıl bir Nazi Almanyasına
dönüştüğünü, Enemy of the People’da, yeni vizyon giren Sword Fish’te
seyretmiş, Kennedy cinayeti ve Watergate skandallarında bizzat yaşamıştı.
Öylesine içiçe girmiştiki sinema ve gerçek hayat, hangisinin hangisi
olduğunu anlamak bile güçleşmişti. Ama “cadı avları” Amerikkan kültürünün
ta Puritan geçmişinden beli aşina olduğu gerçekledi. İlk cadılar
kadınlardı, sonra erkekler geldi, sonra katolikler, sonra yeni göçmenler ve
özellikle Çinli ve Latin ırkları, Toriler, hainler, ama mütemadiyen
siyahlardı. Sonra ekonomik ve siyasi cadı avları ve nihayet ırki cadı
avları ve şimdi dini olanlar.
Bush döneminde “vergi mükellefi” “decent(=mazbut)” Amerikan vatandaşlarına
bakışın nasıl olduğunu düşünülünce normalde daha aktif/reaktif olan ve
uyanık profi çizen Amerikan halkının ÜDÜ vatandaşlarının korku ve sinme
psikozuna çabucak bürünüverdikleri ve hatta vatandaşlıktan tebaalaşmaya
indirgendiği bir sürece girildi. ÜDÜ kendisini değiştirme iddiasıyla yola
Global ekononomi ve siyasetin Babil’i Amerika’yı kendisine iyice benzetmişti
sonunda. Bu metodolojiyi de “şeref,” “kahramanlık,” “dindarlık” belagatı ve
illetli ve saldırgan bir tarzda sanki BE’nin, Netanyahu ve Şaron’un eline
tutuşturduğu bir manipulasyon manuel’i ile yapıyor gibi izlenimlere yol
açacak derecede ileri giderek yaptı. Bush İliad’ın ilk altı kitabını belki
okumuş, ama sonraki altı kitabı okumamıştı. Red Badge of Courage, For whom
the Bell Tolls ve Emerson’un Self-Reliance’ını okumuş, Thoreau’nun “Civil
Disobedience” adlı eserini okumamıştı. Makyavel’in Prens’ini okumuş, Paul
Kennedy’nin The Rise and Fall of Great Powers adlı eserini okumuş,
Huntington’un The Clash of Civilizations adlı eserini okumuş, ama onun daha
önce yazdığı Politics of Disharmony adlı kitabını okumamıştı. Şekspir’in
Üçüncü Riçırd eserini okumuş, ama Jül Sezarı ve Makbet’i okumamıştı.
Franklin’in Otobiyografisini okumuş, ama onun yarı ironik uslupta kaleme
aldığı, “Savage”lar hakkındakii makalesini okumamıştı. Durum böyle olunca
Powell’ın asker olmasından gelen nisbeten ihtiyatlı davranışlarına ve
sözlerine rağmen, Bush kendisi gibi iktidarı ve ekonomisi kan kaybeden
İngiltere’yi de yanına alarak Neyanyahu’nun süflörlüğünü yaptığı,
ezberlemekte bile acizlik gösterdiği bir üç perdeli piyese gönüllü “Braggard
soldier” rolüyle soyundu. Susan Sontag’ın New Yorker’da 24 eylül 2001’de
”totaliter” ve “immature” diye adlandığı bu rol tam anlamıyla Amerikan’ın
mezarlıktan geçerken ıslık çalmak tarzında psikolojik gelgitlerle, taktiksel
vurkaçlar, belagat cambazlıkları ile devam edegeldi. Hem önemsemez bir
tavırdı bu düşman karşı, hem de onun beslediği bir korkuyla bir çıkış yolu,
yeni frontierlara doğru yelkenler fora edildi. Türkiye, Suudistan,
Özbekistan ve Pakistan burada şah ve mata giden yolda istimal ve fedası
mümkün “aktan”lardı. Şah’ın ülkesi de artık cübblerinin iticiliğini
kabullenmişcesine bir değişiklik ihtiyacıyla ve henüz karar veremediği bir
”acaba Tacikler’in akıbeti ne olur” tavrıyla işe yaklaşırken, Bush’un Çin’e
bizzat giderek destek istemesi çok manidar belagat taktikleri ile adeta
geçiştirildi, bol bol dolaylı tehditler ve al gülüm ver gülüm stratejileri
çizildi. Putin de Putince davrandı tabii. Çin’in Tibet ve Uygur meselesi
ile yükselen muhalefet, Putin’in ise Kafkasya meselelerini dile getirmesi de
bunların bir parçası idi. Türkiye için Amerika ne derse zaten doğru idi.
Bu ülkelerde halklar ise, Tarkan’ın son kasetini asırlardır içselleştirmiş
hayatlar sürmekte idiler. Ortadoğu’dan yola çıkılarak, sorun klonlama
deneylerine hazırlandı dünya. İkinci mekan Kafkasya ve üçüncü mekan ise
Uzakdoğu olacaktı. Ve Rambo’nun “özgürlük savaşcısı” insanlar, bir filmi
bizzat kendilerine “Afganistan’ın Kahraman Halkına ithaf olunur” diye biten
filmin devamını çekmeye başladı Amerika, yanındaki figüranları da yedeğine
alarak. Ve halkların nazarında hep bir “hikmet” beklentisi ile otomatik
kabüller özdeşleşip Kabil’e yağdı denizden ve havadan. Kahraman
Amerikalılar “korkak” taliban ve destekçileri Afgan halkına hadlerini
bildirecekler ve Vietnam’ım rövanşı alınacaktı. Artık herşey değişmiş ve
”hiçbirşey eskisi gibi” olmayacaktı.
ÜDÜ belirtileri aslında siyasi olarak da hanedana dönüşen bir yapılanmayla
ortaya çıkmıştı Amerika’da. En son örnekleri Kennedy ve Bush’lar idi.
Potansiyel olarak da Bay Klintın sonrasına talip olan Bayan Klintın.
Kardeşten kardeşe, babaan oğula, eşten eşe, derken Doğu diktaları mantığı
ABD ‘de iyice yer tutmaya başladı.


Aşil’in Topuğu, Nemesis ve Demokles’in Kılıcı 14 Eylül 2001
Metin Boşnak
12 Eylül tarihi Türkler için ne kadar aziz hatıraları olan kutsal bir günü temsil ediyorsa, 11 Eylül tarihi de Amerika için hafızalardan silinmeyecek bir günü özellikle Amekilalıların yüreklerine ve beyinlerine kazıyacak gibi görünüyor. Anglo-Amerikan kültür ve tarihine yıllardır hizmet etmekte olan biri olarak bendeniz “Yas Günü” ilan edilen ve hassaten bir müslüman din adamının besmele ile başlattığı, Kur’an’dan ayetlerle devam ettirdiği 14 eylül tarihinde birçok tanıdıktan taziye telefon ve mesajları aldım. Bunu düşünen ve gerçekleştiren veya düşünüp de gerçekleştiremeyen bütün dostlara teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca bu vehameti açık olaydan dolayı Allah’tan Amerikan halkına sabır, tevekkül ve sağduyu niyaz ederim. Bu yazının amacı elbette sadece bu değil. Bu olayın arkasında ve geleceğinde neler olduğuna dair mümkün olduğu kadar gözyaşı akıtmadan, lanetler savurmadan, birilerine yaranma arzusu gütmeden, bazı tahlillerde bulunmaktır.
I.          Terör ve Savaş ve “Ebedi” Değişim Retoriği
Öncelikle 11 Eylül 2001 günü meydana gelen bu olay bir “terör” hadisesi midir yoksa bir “savaş” mıdır bir tahlil etmek gerekiyor. 11 eylül tarihinde Başkan Bush dahil pek çok yetkili ağız defalarca Dünya Ticaret Merkezi (DTM) kuleleri ve Pentagona (P), kaçırılan uçaklarla yapılan saldırıları “savaş” olarak nitelendirdi. Uluslararası politika uzmanları bu terminoloji değişikliğinin sadece bir semantik kaymadan ibaret, ya da sadece anlık hezeyanlarla telaffuz edilen sözler olmadığını bilirler. Bu diplomatik jargondaki değişiklik aslında “terör” denilen melanetin o mahalli olarak algılanan ve aslında amacına ulaşamayacığını bilmesine rağmen kitlelere mesaj vermek, onları sindirmek maksadına yönelik olan, bunu yaparken de “bugün başkasına, yarın bana” çağrışımlarını kullanmak suretiyle bizzat mahalli halkların korku ve şuuraltı rahatsızlıklarını kullanarak devlet bazındaki yapılanmalara onların yapacağı tasavvur edilen baskılarla, öne sürülen şartlar veya yapılan talepleri kabul ettirme, devlet yapılarının aciz kaldıklarını şuuraltındaki–ister etnik, ister dini, ister ekonomik olsun-başka arayışlara sevketmek ister, bunu yaparken de terör odakları, kendilerini zaman içinde siyasi muhatap olarak ve güç olarak kabul edilmesini hedefler. Türkiye’de PKK, İngiltere’de IRA, İspanya’da Bask gibi gruplar-tarihi, kültürel yapıları, finans kaynakları, amaç ve eylem metodları farklı olmasına rağmen-bu tür yapılanmalar içinde olan gruplardır. Bu anlamda terör grupları gangster ve mafya yapılanmalarından ayrılırlar.[1] Amerika’nın dünya çapında kimi “terörist” grupları gizli veya alenen desteklediği, hatta şu an can düşmanı olan Saddam Hüseyin’in cüssesinden yaptığı Frankeştany’nın yazarı olduğu, Şu an zan altında olan Usame bin Ladin’in de aslında Amerika’dan büyük lojistik destekler aldığı ve hatta Amerika’nın sevdiği tedhişçilerin adının terörist sevdiklri ve milli çıkarlarına hizmet edenlerin ise “freedom-fighter” (özgürlük savaşçısı) olduğu bilinen gerçekler arasındadır. Filistinde mütecavize karşı şaklabanlar liderliğinde mücadele edenler terörist, Küba’dakiler terörist, ama Çindeki Tiananmen Meydanı ve IRA tedhişçileri, mesela, Amerika’da hem medya desteği buldu, hem de ileriye yönelik olarak sallanan Demokles kılıcı gibi sallanageldiler. Avrupa ise binbir türlü kılıf ve taktiklerle PKK’nın arkasında bulundu hep. Yani terör’ün habisi ve iyi huylusu yokken, bu ayrımları yapmak, zamanı gelince haklılık noktalarını kaybetmesine neden olur insanlar ve devletlerin. Nemesis’in kuralları daima geçerlidir.
Öte yandan “savaş” kavramı jeo-politik ve coğrafi açılardan çıkar çatışması içinde girmiş milletler ve devletlerin ordularını kullanarak, ağır silahlar kullanmak suretiyle, yenme-yenilme, ele geçirme, ilhak veya zaptetme strateji ve amaçlarına göre yapılan ve genelde onbinler ve milyonlara varan oranda ölümle sonuçlanan ve sonunda bir karşılıkla andlaşma olan fiziki ve psikolojik çatışma yekününü ifade eder. Bu anlamda ordular ve sınırlar farklı olup sınır ötesi ordu ve silah kullanımı söz konusudur.[2] Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı Powell olayın daha ilk gününden itibaren “savaş” kelimesini, “act of war” veya diğer “war” kombinasyonlarını kullandılar. Terörist teşkilarla muhatapları arasında asimetrik, savaş tarafları arasında nisbi bir simetrik güç dağılımı vardır.
Bu tür ciddi bir ifadenin uluorta kullanılması mümkün olmadığından şuurlu zihin kuşatması mantığına hizmet ettiği aşikardır. Bu kelimeyi kullanmakla yetkililer salı günü meydanı olayı diğer terörist faaliyetlerden tefrik etmek istiyorlardı. Amerikan halkının genel olarak zaten kısmen iç siyasetle ilgili, dış ile tamamen ilgisiz olduğunu biliyorlardı. İnsanların her gün dünyanın bir tarafından gelen terör ve katliam haberlerine kayıtsız kalmak ya da hiç seyretmemek suretiyle kendi hayatlarından bağımsız olarak algıladıkları olaylar serisi geliyordu. Ara sıra Dresden, Coventry, Hiroshima gibi yerlerdeki “masum sivillerin öldürüldüğü”ne kulak kabartsa da Amerika’lı için hem ülkenin isole olmasından hem güçlü oladuğuna dair inançlarından dolayı kendisine hiç olamayacak felaketler ve katliam görüntüleri idi onlar. Amerika’da suç oranı yüksekti, ama terör hemen hiç yoktu. Gerçi kimi tarikatların eylemleri olmuştu, ama bunlar mahalli düzeyde kalmıştı. Bunlardan en önemlisi tam üç ay önce idam edilen Oklahoma bombacısı Timothy McVeigh’in yakalanması sırasında ortaya çıkmıştı. 19 Nisan 1995 tarihinde 168 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalama eylemini gerçekleştiren Timothy McVeigh, FBI’ın eylem tarihinden şüphelenip iz sürmesiyle yakalanmıştı. Federal hükümetin 19 Nisan 1993 tarihinde Waco’da bir tarikat çiftliğine yaptığı baskında ölen arkadaşlarının intikamını almak için Amerikan tarihinin en önemli terör eylemlerinden birini gerçekleştirmişti McVeigh. İki olayın da aynı ay ve güne rastlaması, FBI ajanlarının kuşkulanmasına sebep olmuş ve McVeigh yerine Ortadoğulu terör örgütleri üzerine yoğunlaşmalarının hata olduğunu göstermişti. Sonuç olarak Oklahoma bombalamasının gerçekleştirildiği 19 Nisan tarihinin sembolik anlamı çok büyük bir terör olayının çözülmesini sağlamıştı.
11 Eylüldeki saldırı Amerikan militarizmi ve kapilalizmini hedef alan saldırılardı. Yetkili ağızlar sık sık bunun Amerikan “halkının hayat tarzına” ve “hürriyetine,” “Amerikan demokrasisine” yapılan bir saldırı olarak nitelerken, aslında ne olup bittiğini henüz anlamayan Amerikan halkına ön telkinlerle ve zihin ve ruhi filtrelerinin askıya alındığı bir anda, bu durumu öyle algılamaları gerektiği şeklinde yönlendirme yaparak Bush’un arkasında olamayan halk desteğini yüzde doksanlara üç gün içinde çıkaracak bir başarılı içe yönelik diplomasi ve retorik örneği sergilediler. Daha sonra atılacak ve muhatabı tam belli olmayan ve aynı zamanda diplomatik jargonların tersine savaş naralarının alt yapısı hazırlandı ve olayın üçüncü gününde Bush daha öceden kendisini pek çok konuda zorlayan Kongre’den ilk adımda 40 milyar dolarlık “savaş harcaması” olarak ödenek geçirtti. Bu para elbetteki şu anda zor günler yaşayan Amerikan silah sanayiine yarayacaktır. Halbuki daha önceleri bilimsel kurgu mantığını hakikate dönüştürmek amacıyla planlanan Yıldız Savaşları projesinin devamını getirmek için kongre hem de geçen aylarda Bush’a karşı çıkmıştı. Uzun yıllara yayılacak olan bu “savaş” uzun dönemli hem Amerika hem de güvenlik korkuları olan olan ülkeleri daha fazla silah ve güvenlik harcamalarına itecektir. İşin belagat ve hakikatlarını devletlerin politilkalarını halkların hassasiyetlerinden ayrırark görmek gerekiyor.
11 Eylül sabahı ABD’de mesai saati ile birlikte başlayan intihar uçuşları, öncelikle ev içi ve ferdi mahremiyetine çok müptela olan Amerika’yı sadece ev değil ülke mahremiyetlerini de bozacak bir tarzda planlanmış, Amerika’yı iyi bilen Amerikalı’yı iyi tanıyan teröristlerce planlanmıştır. Sadece DTM ve P gibi biri ‘dünya ticaretinin kalbi’, diğeri ise ‘ulusal güvenliğin beyni’ olmakla övünen iki stratejik noktayı vurmakla kalmadı terör, aynı zamanda bütün istihbarat hesaplamalarını ve güvenlik sistemlerini de altüst etti. Hatta öyle ki, bütün dünyayı şoke eden bu akıl almaz saldırının her şeyden önce süper güç Amerika’ya çaresizlik duygusu tattırmayı hedeflediği açıklandı. 4 bin özel istihbarat uzmanıyla ‘her taşın altına bakılacağını’ açıklayan FBI, şu ana kadar 2 bin bulguya ulaştığını ve her türlü ihtimali mercek altına aldığını duyuruyor. Bir yandan uçağı kaçıran saldırganların kimliğini tespit etmeye çalışırken diğer yandan saldırının nedenini açıklayabilecek şifreli mesajları değerlendiriyor. Olayın ilk gününden bu yana en çok da saldırının zamanlaması üzerinde duruyor. 11 Eylül sabahı gerçekleşen saldırıların özel bir anlam taşıyıp taşımadığını araştırıyor.
IV. Tabiiki senfonide asli unsur çok fazla müzik aleti olması değil bu aletlerin uyum içinde oluşturacakları  bir  harmoniyi yakalamaktır. Ve işte burada büyük devlet olmanın ve gerçek anlamda bir devlet geleneğinin Amerika’da ne kadar otutup oturmadığı sorusu gündeme geliyor.  (Bu yazıların ne “oh olsun, gördün mü? bak!” diye kendi aczini bazan intikam duygularıyla Allah’a havale, bazan da kendilerine hiçbir maliyet yüklemeden kendi adlarına bu işi kotaranları intikam melekleri veya “Firavun sarayında büyüyen Musa” mesellerine teşbihle rahatlayıp ne Firavun ne Musa olmayı beceremeyenler, ne de “vah tüh!” edalı timsah gözyaşlarıyla ilgisi yoktur. Batı’yı Batı gibi algılamak lazım.  En azından burada doğulu teraneler döktürmeden.   İşin ilginci burada Amerika epey bir doğulu, levanten veya Akdenizli psikoljisiyle hareket ediyor, bunu yaparken de Amerikan bağımsızlık şavaşı retoriğine sık sık müracaat ediyor.  Öyleki hem Ahidlerden yaptığı iktibaslar hem de hamaset uslubu nedereyse tıpatıp o dönem ki Jefferson, Thomas Paine gibi yazarların lügatlarının tekrarı. Değişen sadece düşman: İngiltere gitmiş, yerini adı yarı konumuş bir düşman var ortada.  Nitekim şaşkınlık ve dehşetle karışık bir gaflet hamburgeri konuyor dünyanın önüne. Başkan George W. Bush, Beyaz Saray´da eşi ile gazetecilerin karşısına çıkarak, kafaları karıştıran sözler sarfetti dün. Bush, konuşmasında şunları söyledi:
”Yeni bir düşmanla karşı karşıyayız. Barbar bir kişi. Uçakları masum insanların bulunduğu binalırın üzerine sürüyor. Biz hukuk devletiyiz ve saldırı altında bir devletiz. Bu kötüler hala var. Böyle bir barbarlık tarihte çok az görüldü. İntihar bombacıları uçakları kaçırıp saldırıyorlar ve toplumumuzu yakıyorlar.
Amerikan uçaklarını ele geçirip masum insanları katleden yeni bir kötülükle karşı karşıyayız. Bunları anlıyoruz.  Amerikan halkı da anlıyor artık. Bu bir Haçlı seferi... Bu terörle mücadele bir zaman sürecek ve Amerikalılar sabırlı olmalı. Ben de sabırlı olacağım. Ben kararlıyım, Hedefimden dönmeyeceğim, odağımdan sapmayacağım. Sadece bunların adalet önüne çıkarılması değil, onlara yardım ve yataklık edenlerin de adalet önüne çıkarılması için mücadele edeceğiz. Ki çocuklarımız 21. yüzyılın sonuna kadar yaşayabilsinler. Benim yönetimim kararlıdır. Sorumluları bulmak ve Adalet önüne çıkarmak ve Amerika´ya bunu yapanlardan hesap sormak amacındayım. Bu insanlar ve bu insanlara destek verenler özgürlüğü istemiyorlar.
Bu uzun süreli bir harekat olacak ve Amerikanın kaynaklarını kullanarak bu harekatı kazanacağız. Büyük bir devi uyandırdılar ve hataya tahammül yok. Bizimle birlikte olan dostlarımızla beraber gereken her şeyi yapacağız ve terörizmi dünyadan sileceğiz. Dünyaya en güçlü ulus olduğumuzu göstereceğiz. Usame Bin Ladin´in birinci derece de zanlı olduğundan şüphemiz yok. Terörizmi dünyadan söküp atacağız. Pakistan lideri gerçekten büyük bir dayanışma gösterdi. İsteklerimizi olumlu karşıladı. Ülkemize yardım edecek ve biz bu düşmanları inlerinden çıkartmamıza yardım edecek. Hindistan, Rusya ve bir iki yıl önce kimsenin hayal edemeyeceği ülkelerle birlikte hareket edeceğiz.”  İşte bu belagat taktiklerini bir “discourse” analizine tabi tutmak gerekiyor. 
Yer Beyaz Saray (BS) ve Bush ve eşi, normalin aksine (en azından Clintonların birlikle boy göstermeleriniyle kıyaslanırsa) beraberler gazececiler karşısında.  BS Amerika’nın, onlar ise Amerikalıların  o her başkan ya da başkan adayını hemn aklına sıçrayıveren meşhur  “aile değerlerini” yani aile içi dayanışmayı dolayısıyla külliyyen Amerikalıların örnek alacakları bir toplumsal modelini temsil ediyorlar.  Bu mutlu örnek çiftin tabi olarak yüzdelik oranda terslik eden bir vaziyete binaen birlikteliği dostluk karşısında bu düşmanca tavırı daha da bir gün yüzüne fırlatıyor.  Ayrıca hem erkek hem kadın nüfusa karşı ayrı ayrı onlar onore edilerek anlatılacak olaylar.  (Bunu Çiller ve Yılmaz’da arasıra yaparlar. Kardak fatihesi milleti iyi LPGlemişti o zamanlar.  En tabii olanı Özallarınkiydi.  Kıbrıs fatih/es/i Ecevitler ise her türlü romantizmden üç havaalanı uzakta, şirket ortaklarını ve tam anlamıyla bir “dayanışmayı” temsil ediyorlar.  Hele Hac-ı Bektaş şenliklerindeki sahneler aklıma geliyor da...) uzaklık Düşmanın “yeni” olması daha önce hem Amerika içindeki hem dünyadaki, artık kanıksanmış veya gına getirmiş olan örgütlerden ayırmak ve geleneksel aşinalıkla gelen ülfeti kırarak bir teyakkuz haline geçirmek insanları.  Bunu için  “düşman” gibi askeri bir terimde özellikle kullanılıyor ki terör daha mahalli kalmasın bu arada mesele tam bir “milli” mesele olarak algılansın diye.  Ayrıca düşmanın büyüklüğü-eğer taktik değilse- istihbarat ve ajanlık faaliyetlerindeki gafletin büyüklüğü oranında olunca tahtırevalli mantığıyla biri diğerini aşağı çeker.  Dikkatle yukarı çıkana yöneltilir.  Neredeyse köşe bucak saklanmaya çalışılan bir başkan, o anları unutmaya ve unutturmaya çalışıyor gibi.  Belki bundan dolayı sık sık kullanılan “korkak” lafları pelesenk oldu ağızlarda.  Hani şu yansıtma dedikleri mesele...
“Barbar” kelimesi en az 2500 yıllık bir tarihi muhtıra bigi ardından geliyor.  Eski Yunandan günümüze uzanan bir süreç içinde bu “kendi haricinde” herkesi ve herşeyi ötelemenin adı bu.  Medeniyetin kesinlikle karşıtı değil. 
Tabiiki senfonide asli unsur çok fazla müzik aleti olması değil bu aletlerin uyum içinde oluşturacakları  bir  harmoniyi yakalamaktır. Ve işte burada büyük devlet olmanın ve gerçek anlamda bir devlet geleneğinin Amerika’da ne kadar otutup oturmadığı sorusu gündeme geliyor.  (Bu yazıların ne “oh olsun, gördün mü? bak!” diye kendi aczini bazan intikam duygularıyla Allah’a havale, bazan da kendilerine hiçbir maliyet yüklemeden kendi adlarına bu işi kotaranları intikam melekleri veya “Firavun sarayında büyüyen Musa” mesellerine teşbihle rahatlayıp ne Firavun ne Musa olmayı beceremeyenler, ne de “vah tüh!” edalı timsah gözyaşlarıyla ilgisi yoktur. Batı’yı Batı gibi algılamak lazım.  En azından burada doğulu teraneler döktürmeden.   İşin ilginci burada Amerika epey bir doğulu, levanten veya Akdenizli psikoljisiyle hareket ediyor, bunu yaparken de Amerikan bağımsızlık şavaşı retoriğine sık sık müracaat ediyor.  Öyleki hem Ahidlerden yaptığı iktibaslar hem de hamaset uslubu nedereyse tıpatıp o dönem ki Jefferson, Thomas Paine gibi yazarların lügatlarının tekrarı. Değişen sadece düşman: İngiltere gitmiş, yerini adı yarı konumuş bir düşman var ortada.  Nitekim şaşkınlık ve dehşetle karışık bir gaflet hamburgeri konuyor dünyanın önüne. Başkan George W. Bush, Beyaz Saray´da eşi ile gazetecilerin karşısına çıkarak, kafaları karıştıran sözler sarfetti dün. Bush, konuşmasında şunları söyledi:
”Yeni bir düşmanla karşı karşıyayız. Barbar bir kişi. Uçakları masum insanların bulunduğu binalırın üzerine sürüyor. Biz hukuk devletiyiz ve saldırı altında bir devletiz. Bu kötüler hala var. Böyle bir barbarlık tarihte çok az görüldü. İntihar bombacıları uçakları kaçırıp saldırıyorlar ve toplumumuzu yakıyorlar.
Amerikan uçaklarını ele geçirip masum insanları katleden yeni bir kötülükle karşı karşıyayız. Bunları anlıyoruz.  Amerikan halkı da anlıyor artık. Bu bir Haçlı seferi... Bu terörle mücadele bir zaman sürecek ve Amerikalılar sabırlı olmalı. Ben de sabırlı olacağım. Ben kararlıyım, Hedefimden dönmeyeceğim, odağımdan sapmayacağım. Sadece bunların adalet önüne çıkarılması değil, onlara yardım ve yataklık edenlerin de adalet önüne çıkarılması için mücadele edeceğiz. Ki çocuklarımız 21. yüzyılın sonuna kadar yaşayabilsinler. Benim yönetimim kararlıdır. Sorumluları bulmak ve Adalet önüne çıkarmak ve Amerika´ya bunu yapanlardan hesap sormak amacındayım. Bu insanlar ve bu insanlara destek verenler özgürlüğü istemiyorlar.
Bu uzun süreli bir harekat olacak ve Amerikanın kaynaklarını kullanarak bu harekatı kazanacağız. Büyük bir devi uyandırdılar ve hataya tahammül yok. Bizimle birlikte olan dostlarımızla beraber gereken her şeyi yapacağız ve terörizmi dünyadan sileceğiz. Dünyaya en güçlü ulus olduğumuzu göstereceğiz. Usame Bin Ladin´in birinci derece de zanlı olduğundan şüphemiz yok. Terörizmi dünyadan söküp atacağız. Pakistan lideri gerçekten büyük bir dayanışma gösterdi. İsteklerimizi olumlu karşıladı. Ülkemize yardım edecek ve biz bu düşmanları inlerinden çıkartmamıza yardım edecek. Hindistan, Rusya ve bir iki yıl önce kimsenin hayal edemeyeceği ülkelerle birlikte hareket edeceğiz.”  İşte bu belagat taktiklerini bir “discourse” analizine tabi tutmak gerekiyor. 
Yer Beyaz Saray (BS) ve Bush ve eşi, normalin aksine (en azından Clintonların birlikle boy göstermeleriniyle kıyaslanırsa) beraberler gazececiler karşısında.  BS Amerika’nın, onlar ise Amerikalıların  o her başkan ya da başkan adayını hemn aklına sıçrayıveren meşhur  “aile değerlerini” yani aile içi dayanışmayı dolayısıyla külliyyen Amerikalıların örnek alacakları bir toplumsal modelini temsil ediyorlar.  Bu mutlu örnek çiftin tabi olarak yüzdelik oranda terslik eden bir vaziyete binaen birlikteliği dostluk karşısında bu düşmanca tavırı daha da bir gün yüzüne fırlatıyor.  Ayrıca hem erkek hem kadın nüfusa karşı ayrı ayrı onlar onore edilerek anlatılacak olaylar.  (Bunu Çiller ve Yılmaz’da arasıra yaparlar. Kardak fatihesi milleti iyi LPGlemişti o zamanlar.  En tabii olanı Özallarınkiydi.  Kıbrıs fatih/es/i Ecevitler ise her türlü romantizmden üç havaalanı uzakta, şirket ortaklarını ve tam anlamıyla bir “dayanışmayı” temsil ediyorlar.  Hele Hac-ı Bektaş şenliklerindeki sahneler aklıma geliyor da...) uzaklık Düşmanın “yeni” olması daha önce hem Amerika içindeki hem dünyadaki, artık kanıksanmış veya gına getirmiş olan örgütlerden ayırmak ve geleneksel aşinalıkla gelen ülfeti kırarak bir teyakkuz haline geçirmek insanları.  Bunu için  “düşman” gibi askeri bir terimde özellikle kullanılıyor ki terör daha mahalli kalmasın bu arada mesele tam bir “milli” mesele olarak algılansın diye.  Ayrıca düşmanın büyüklüğü-eğer taktik değilse- istihbarat ve ajanlık faaliyetlerindeki gafletin büyüklüğü oranında olunca tahtırevalli mantığıyla biri diğerini aşağı çeker.  Dikkatle yukarı çıkana yöneltilir.  Neredeyse köşe bucak saklanmaya çalışılan bir başkan, o anları unutmaya ve unutturmaya çalışıyor gibi.  Belki bundan dolayı sık sık kullanılan “korkak” lafları pelesenk oldu ağızlarda.  Hani şu yansıtma dedikleri mesele...
“Barbar” kelimesi en az 2500 yıllık bir tarihi muhtıra bigi ardından geliyor.  Eski Yunandan günümüze uzanan bir süreç içinde bu “kendi haricinde” herkesi ve herşeyi ötelemenin adı bu.  Medeniyetin kesinlikle karşıtı değil. 
Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Baba Bush, Yeni Dünya Düzeninin başladığına dair zafer sarhoşluğuyla karışık bir heyecanı bütün dünyaya ilan etti.  Bu açılışın kurdelasını Bush Körfez Savaşı ile kesti.  Buradan alacağı yedek destekle Bush ikinci defa seçilmeyi garanti edecekti, fakat uzun süredir ülkede yıllık ortlama 400 milyar dolarlık bütçe açığı Japonya ve Avrupa ülkeleri lehine büyümekte idi.  Amerikan halkı Vietnam psikozunu atmak amacıyla elde edilen bu tek kale maç zaferinden memnundu, ama  öyte yandan vergiler, sağlık ve eğitim konusunda yani kendilerine materyal anlamda daha doğrudan ulaşacak imkanlara da susamışlardı.  Alım gücü ve ücretleri uzun zamandan beri düşen halkı Saddam’ım Kuveytteki “demokrasiye” yaptığı saldırıyı önlemek için sergilenen askeri kahramanlıklar da avutmuyordu.   İşin bir ilginç yanı da yapılan bazı anketlerde Amerikalı kadınların azımsanmayacak bir oranda Saddam Hüseyin’i “yakışıklı” veya “sexy” buldukları ortay çıkıyor, CNN de bunları açıklıyordu. Savaş yüzünden artan petrol fiyatları ve onların genel fiyatlara yansıması zaten epey rahatıana düşkün Amerikan halkını rahatsız etmişti.  Bu nedenle herşeye rağmen Bush değil Clinton’u başkan seçtiler.  Saddam Hüseyin savaşı, Bush da seçimleri kaybetti.  Baba Bush’un seçimleri kaybetmesinde 1989 yılında oğlunun Savings and Loans Bank’tan birkaç milyar dolarlık yolsuzlukta oğlunun payının da var olduğunu sanıyorum.   Bir başka etken de Bush’un İsrail’i iyiden iyiye himaye etmesi ve bunun vergi mükelleflerinde rahatsızlık yaratması.
      Zaten apolitik bir toplum olan Amerikan halkının Clinton’a aslında toplam nüfusun yüzde 10-13 arasında bir yere oturan seçmen kitlesi talip oldu.  Bu durum sinematik Reaganizmin uluslararası reel politik Reaganizme dönüşen Amerikan  emellerinden vazgeçmek anlamına gelmiyordu.  Uluslararası hatta gezengenlerarası  kovboyluk projesinin askıya alınması değildi mesele.  Clinton silah ve askeri yatırımlarını azaltmak daha rantable olarak güvenlik bütçesini kullanmak yönünde hareket ederek bütçede doğrudan halka yarayacak bütçelere ağırlık verdi.  Zaten oy kullanma oranı seçmen nüfusunun yüzde kırkbeşini geçmeyen Amerika’da onun sunduğu bu model Amerikan jandarmalığı hülyasını reddetmek değildi, ama vergi mükelleflerine daha çok göz kırpmak, gelirlerin çalışanlar lehine kullanılmasından bahsederek, başkanlık yarışlarında daha genç ve dinamik görüntü vererek, daha önce Dukakis’in düştüğü hatalara düşmeden, kendisine yöneltilen sorulara şerbetin dozunu iyi ayarlayarak cevaplar verdi.  Daha halkçı bir başkan modeli çizdi kanvaslara.  Eşindeki kozmetik değişiklikleri de stilist ve estetisyenler vasıtasısla halledip daha bir imaj tamamladı.  Ne de olsa Amerikan halkında bu çifte standartlar vardı.  Kendileri ayrı, çocuksuz ve yerine göre “liberal” ve “libertine”hayatlar” sürseler de Başkanlarından hep “american values,”  “family values,” ve tarih şuuruna sahip olmalarını isterdi.  Hatta “George Washinton hayatında hiç yalan söylemediği” için   Başkanlarının da bu sünneti takip edenlerden olmasını isterlerdi.  Yalan ile politik konuşmalar, retorik ve tedbir istihdamını ise karıştırmamak lazımdı.  Ayrıca Clinton’da J.F. Kennedy’i andıran bir şeyler vardı sanki. Gerçi Kennedy’ler Katolik’ti ve seçim kampanyalarında bu konuda epey tacizlerle karşılaşmışlardı, ama Kennedy bu salvoları atlatmış ve başkanlığı sırasında da Rusya ile yapılacak  muhtemel bir savaşı makul ve soğukkanlı bir tavırla politik ve stratejik manevralarla engellemişti. 
        Bir tarafta ekonomik anlamda çökmüş, politik anlamda can çekişen eski Sovyetler bir tarafta staflasyona kendini kaptıran, siyasal yolsuzluklarla boğuşan Japonya, yılda yüzde sekizlik ortalama kalkınma hızıyla Çin, Helmut  Kohl’un büyük çabalarıyla hızlanan Avrupa Birliği, geri kalmışlığın bacağını kırdığı sanılan Uzak Doğu Kaplanlarına dair haberlerle umut saçan ülkeler, Petro dolarları silaha ve savaşın faturasına tahvil eden bir ortadoğu ile geçti 1990lı yıllar.   Amerikan ideolojisinin evrensel boyutlara ulaşması için adına globalizm denilen bir yeni dünya düzeni dünyayı kültürel halı bombardımanına tutmaya başladı bu yıllarda.  En etkili silahları Amerikan yeme içme alışkanlıkları ve Amerikan sineması ve internet teknolojisi oldu.  Bir taraftan kimi kolaylıkları beraberinde getirdi bu oluşumlar, diğer taraftan ise sinsi bir popüler kültürün kutsal hazinelerini taşıdılar dünyaya.   Ya bu kültür aynen ithal edilmeli ya da onların yerlileştirilmiş uygulamaları yoluyla kabul ettirilmeli idi.   Global köy kavramı etrafına dolanan çitlerden örülü bir korumalı alan oluştu.  Bu dönemde retoriğin önemi iyice artmaya başladı.  Yeni dünya düzeni ile dünyanın daha iyi bir düzene akan billur sularda kulaç atması değil, suların akışkanlığı itibarı ile, aynı retorikte iki defa yıkanılmyacağı anlamında idi.  Bu düzen dünyanın seçtiği değil Amerika’nın dünyaya dayattığı bir düzen idi.  Artık bütün dünya Romantik sosyalizmde ve pastoral islamcılıkta olduğu gibi aslında Fransız devriminden beri anıtlaşan, ama Fransızların da mutluluğuna vesile olmayan bir özgürlük, eşitlik, refah paylaşımı, milli devletlerin ortadan kalkması, uluslararası sermayenin engelsiz dolaşımına zemin hazırlayacak bir mantıkla milli hükümetlerin diskalifiye edilmesi, düşmanlıkların ortadan kalkacağına dair naif argümanları berber getirdi.  Ne de olsa Amerika Rusya’dan daha demokratik bir tarihe sahipti. İyi Kötü ve Çirkin’in aktörleri devletlere tekabü ediyordu aslında. Kimin kim olduğuna dair fikri salınım ve entellektüel kaldıraçlar ve tahtırevalliler milli ve ferdi ideolojik oryantasyonlarla alakalıydı.  Bu argümaları da popüler kültürün tarihçileri popüler olarak veriyordu.  Kavramın seçilmesinde başka etkenler de vardı elbette.  Öncelikle “Globalizm” in kavram olarak bir kavrayıcılığı vardı.  Bütüncül bir eksen anlayışını ifade ediyordu.  Eskiden var olan kutupları yok sayıyordu.  Fakat zimnen “kutb-ul aktab” olarak Amerikayı gösteriyordu.  İkincisi dünyanın küçüklüğüne işaret ederken bu küçüklüğü aslında herkes için geçerli bir gelişme olarak pazarlamıyordu.  Kurtlardan arta kalan ceylan karkasında sırtlanların semirmesinin meşrulaştırıyordu.    Öte yandan “Batılılışma” kavramı  hem eskimiş hem de daha bir Avrupa’ya dönük bir tarihi istikameti yine tarihsel kalıntıları ve çağrışımlarıyla ifade ediyordu.  Kolonizasyon ise yazıla çizile  epey itici bir kavram haline gelmiş, Batı’da  bile yer yer eleştirilerle  gölgelenmiş, hatta kirlenmişti.  Özelllikle sosyalist-çevreci-yeşilci mantıkta insanlarca “asli günah”ı haline dönüştürülmüştü.  Post-struktüralist düşünce, önce Marxism, sonra Feminizm, Yeni Marxizm ve yeni Freudianizmin verilerini, modernizmle gelen anlayışları yıkmak için kullanırken bu teoriler milli ve ferdi olan uyugulama sahalarından çıkarılmış milletlerarası bir platforma taşınan unsurlarıyla Doğu-Batı, Ben-Öteki kavramlarıyla yenş disiplinlerin oluşmasına da yol açmıştı. Milli ve milletlerarası Darwinizm tayfları taşıyan  bu denklemde Batı, Patron, Beyaz Protestan erkek bir tarafta Doğu, emekçi, Beyaz kadın ve her cinsten  siyah ırk ve ırk gözetmeksizin bütün “öteki” unsurlar diğer tarafta idi. Alt tabakalarında ekonomik, cinsi ve medeni, mezhebi ve kültürel ayrımları da olan  bu denklemin bir ucu da Tevrattaki tanrı Yehova, diğer tarafta ise Yılan=Şeytan vardı.   Bunları görenlerin ve zihinsel tomografi cihazı—elektriğini Amerikan elektrik şirketinden alsa da-iyi çalışan  Edward Said gibi Araf’taki sığınağında çile dolduran bir akademisyen vardı.  Onlar da ne İsa ya ne Musa’ya yaranabildiler.1   
Globalizmin üzerinde önemle durduğu bir başka husus da bir gün yeraltı kaynakları, özellikle enerji kaynaklarının bir tükeneceği düşüncesi ile gelen bir irkilişle bu kaynakların, ülke haritalarını yine Batılı ülkelerin cetvelle çizdikleri ülkelerin şeyhlerine ve buralarda daha köklü kültürel ve siyasi geçmişi olan başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerine bırakılmaması idi.  Daha 19. asırda nüfus artışı ve kaynakların bir gün biteceğine dair tezler John Stuart Mill vb. Yazarlar tarafından ifade edilmişti.  O halde geriye ya “yeniden dönüşüm” yani “recycle” yöntemiyle kaynakların yeniden değerlendirilip işlenmesi, ya alternatif kaynaklara yönelme ya da bu kaynakların kullanımında ya da bu kaynakların kullananların azaltılması kalıyordu.  Enerji güç demekti, yeni sermaye demekti, hakimiyet demekti.   1970lerde Arapların petrol konusunda çıkardıkları problemler unutulmamış idi.  Önceleri Batılı şirketlerin işlettiği petrol yatakları, onların mutlak hakimiyetlerinden çıkmasa da millileştirmeler ve şeyhlerin daha çok elde edebileceklerine dair yanılsamaları ile birleşmeleri, OPEC ülkelerinde fiyat artırmaları neticesi Amerika ve diğer ülkelerden daha tasarruflu arabalar üretimi ve kullanılmasını gündeme getirmiş, alternatif enerjiler denenmeye başlanmıştı, ama en azından şimdilik pettol en rantable enerji türü idi.  Kapilalazmin ruhuna aslında aykırı olan tasarruf politikaları da ödenen dolarları makul düzeye çekmiş, öte yandan uluslararası aktörler ilgili ülkeleri yumuşak usullerle zapt u rapt altına alamayı başarmışlardı. 
.../...


V.
İran-Irak savaşında her iki tarafın da aslında mağlup çıktı.  Bu arada Batıdan alınan silhla nisbeten tüketilmiş oldu.  Bu da yeniden, hem de daha fazlasıyla silah tüketmek anlamına geliyordu.  Ayrıca bölge ülkeleri arasında devamlı körüklenen bir karşılıklı güvensizlik psikozu işin tuzu biberi oluyordu.  Bu durumu gören Suudistan ve Kuveyt de hem İsrail hem de Irak’a karşı silahlanma yarışına girdi.  Eşeğine gücü yetmeyen Saddam Hüseyin, politikada üç top bilardo  mantığını bilmediğinden, Kuveyt’i işgale kalkınca Batı ve İsrail birkaç kazancı biden elde etti.  Öncelikle Kuveyt ve Suudistan, 1973ten sonra anormal derecede fiyat artışlarıyla oluşan servetlerinin bir kısmını (100 milyar dolar civarında) Batı’dan aldıkları ve daha kullanmayı bilmedikleri yüksek teknoloji silahları almak suretiyle tekrar batıya iade etmiş oldu.  Kalanını ise bölgedeki istikrarsızlıktan dolayı Batı banka ve ekonomilerine aktardılar.    Ayrıca bu silahların kriz sonrasında imha edilmesi de Suudistan, Kuveyt ve Irak’ın kendisine fatura edildi.  Ayrıca bu ülkeler arasındaki ihtilaf ve savaşları kullaan İsrail dünyanın her tarafındanRusya ve Afrika dahilyahudi göçmen ithal etti.  BE çoğalmalı ve arzı tahakküm altına almalıydılar.  Yahova öyle istiyordu.  Bunun finansmanını ise ABD’den verfi mükelleflerinden tahsil ettiği  yıllık standart yardımlarla ve iyi değerlendirdiği tarihsel ve aktüel mazlumiyet ve mağduriyet psikozunu kullanarak yaptı.  Yerleşimin genişlemesi yeni alanlarla olacaktı ve onu da İsrail Filistin aleyhine  yeni alanlar açarak yaptı. Savaşı da iyi kullanan İsrail Irak’tan gelen üç Scud füzesine sessiz kalmak karşılığında fazladan bir 10 milyar daha kopardı ABD’den.  Yıllık standart 3 milyar dolarlık ödeme ve savaştan dolayı 7 milyar dolarlık borç silinmesi de cabası idiki Mısır da bu imkandan yararlandı. 
Körfez Savaşından en karlı çıkan ülke İsrail oldu.  Hem Irak belasından uzun dönemli olarak kurtulmuş, Suriye ve Türkiye ile siyasi durumunu tahkim etmiş ve ekonomik olarak da sıçrama yapmıştı.   Bu arada Erbakan hükümeti ile çok stratejik anlaşmalar yaptı İsrail.   Öylesine ileri gittiki İsrail aradan geçen yarım asırlık süreye rağmen Almanya’da 8 milyar marklık tazminat koparma çabalarında etkin rol oynadı.  Ayrıca Ermenilere tarihsel taktiklerini öğreterek kendilerinin muvaffak olduğu katliam iddialarını ve tazminat meselesini onların da alması için perde gerisinde destekledi.  Bunun sonucu Ermenistan yine aldığı taktiklerle işgal ettiği Karabağ’da müstahkem oldu.  Karadağ’da ise daha başka oyunlar devam ederken Türkiye sadık bir NATO üyesi olarak ne bir yardım talebinde bulundu ne de en azından BM’den uğradığı zararları tazmin edebildi.  Batı’ya gözünü diken Türkiye’nin prestijperest Doğu’lu tarafı nüksetmişti.   Özal’ın ifadesiyle biz “yardım değil, ticaret yapmak istiyor” idik.  Pirinçle beraber bulgurdan da olduğumuz gibi, Arz-ı Mev’ud’un Türkiye’nin güney-doğusunu da kapsadığını ya bilmeyecek kadar gafil ya da maksatlı olarak o ifadeyi BE’nı selamlarken kullanacak kadar hain bir tini mini hanım başbakanla Kenan ülkesinden Kenan ülkesine muhabbetler taşıdık.  Bu arada Demirel döneminde Azeriler’i bırakıp Ermenistan’a yiyecek ve enerji yardımında bulunduk.  Bunların arkasında elbette bizim gibi ahmakların anlayamayacağı kadar büyük hikmetler vardır.  Büyük devlet böyle olunur herhalde.  İsevileşen bir dış siyaseti Musevileşen bir bölgenin emrine vermek demekti bu.  İkinci bir filistin, ikinci bir Ortadoğu meselesi böylece kendi canımızdan kendi kanımızdan  insanlara Lenin özentili, aslında büyük Matruşka Lenin’in küçüğü bir Azeri çobanın da katkılarıyla giydirildi.  Ve bunun yapanlar elbetteki haysiyetli, şerefli ve hikmetli insanlardır.   Türkiye’nin daha önceleri olduğu gibi 1,5 milyon peşmergeye ev sahipliği yapması, Irak ile artık yapamadığı ticaretinden ve petrol boru hattından hem kira bedeli olarak hem de petrol alımlarından hem de alacaklı olduğu paraları tahsil edememekten kaynaklanan birkaç on milyar dolarlık zararını tazmin için üç kadar önce belirlenen tutar, basının es geçtiği tutar ise 5 milyon doların da altında bir miktar oldu.  Özal’ın ruhu şad olsun, büyük adamlar büyük hatalar ile maluldürler!  Hüseyin’in yerinde kalması ise muhtemelen İngiliz önerileri doğrultusunda Irak’ın çobanını imha etmek sonucu bizzat sürü ile uğraşmak zorunda kalma endişesi ile oldu.  Eski Sovyet cumhuriyetlerinde ise ABD ve İsrail Türkiye kartının getirdiği kolaylıklarla rahatça cirit ve polo oynadı.   Özetle 90lı yıllarda kazananlar Balkanlar ve Ortadoğudaki “ötekiler”le beraber Türkiyenin de kayıp ettiği, Amerikan siyasetinin kazandığı, fakat Amerikan vergi mükellefinin kaybettiği ve Amerikan siyaseti ve ekonomisi ve siyasetini kullanan İsrail’in kazandığı yıllar oldu.  Bu arada Almanya belirgin bir şekilde eski Roma sınırlarını siyaseti ve ekonomisini kullanarak zorlamaya başlamış ve Irak’taki yönetim boşluğundan yararlanan savaş sonrası de facto durum itibariyle ortaya çıkan bir iki  kürtçü kuklanın  oyun bahçelerini genişletmesi de bir başka gelişme idi. 
Özetle Globalizmle ortaya çıkan durum bunlar oldu.  Balkanlarda 100 binlerce insanın katliam ve zulümlere maruz kalması akabinde önce Avrupa’yı aciz konumuna indirgeyip sonra müdahale ederek “deus ex machina” rolüyle hem savaşları azaltıp sonra da Balkanlarda mevzilenme işini gerçekleştiren Amerika oldu.   Öyleki vaktiyle Kanada ve baba ocağı İngiltere dahi Amerikan güdümünde gel-gitlerle siyaset güderek, kaybolan prestij ve etkinlik alanlarını genişletme çabasına giriştiler.  Azeri-Ermeni çatışmaları  Azeriler aleyhine girerken, beynelmilel satranç tahtalarından Çeçenistan ve Afganistan yedek oyuncu statüleriyle  ne ölen ne olan konumlarıyla hayatlarına devam ettiler.  11 eylül 2001 olayları akabindeki gelişmelerle ise daha önce Ortadoğu’nun sınırları, önce Kafkaslar sonra, vaktiyle Rambo’nun desteğiyle Ruslara karşı duaran Afganistan’a kadar genişletilmiş oldu.  “Özgürlük Savaşçıları” bir anda kanlı katillere dönüşüverdi yine.  Ortadoğu petrolleri yanında, Ortaasya’nın vaktiyle Rusya’nın sömürdüğü yearltı kaynaklarına da şimdiden ipotek koymak zamanı gelmişti.  Ayrıca burasının Afganistan olamsının ayrı bir önemi vardı.  Türkmenistan, Kazakistan, Hindistan ve özellikle Çin’e yakın v buraları kontrol edebilecek yeni “outpost” ve “checkpoint”ler gerekliydi.  Bunun için açık gerekçeler yoksa gerekçeler yaratılırdı.   Saddam da ABD’nin ışığını fecr-i sadık sanmamışmıydı.  Kapitalizmin temel düsturu “ihtiyaç yoktur, ihtiyaç yaratılır” değil miydi?  
Ortadoğu ve Uzakdoğu ekonomileri, Çin ekonomisi haricinde özellikle so üç yıldır zor anlar yaşamakta idi.  Öncelikle kaplanlığa soyunan ekonomilerin sarsılması, sonra bunun Rusya ve Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilere sıçraması, bu ülkelerdeki politik çalkantılar ve örtülü dikta ve oligarşiler  demos’u bir tarafa atıp kratos ile ile işlerini kotarma yönünde avatajlar sağlarken bir başka yanlışlığı da ortaya koyuyordu ki bu da Globalizmin misyonerliğini yapan liberalizmin henüz keşfini beklemektedir.  O da eski Sovyetleri yıkan aşırı merkeziyetçilik derken, Sovyet Blokunu bu açıdan yani Blok içi merkeziyetçilikten dolayı haklı olarak eleştirenlerin aslında Globalizmin oluşturduğu haleler ve ekonomik uydulaşmalarla bu kez dünya ekonomisinin Amerika odaklı bir genel çöküşe gitme tehlikesi ortaya çıktı.  Komunist merkeziyetçilikten kapitalist merkeziyetçiliğe geçişin adı oldu Globalizm.
VI.
İşin bu arada diğer bir tarafı da “üçüncü dünya” yaftasıyla psikolojik
olarak olarak çökmüş, saman alevi gibi parlayıp sönen,ekonomik ve siyasi
gelişmeleri neredeyse durmuş ülkeler tarafı var ve bir de bu ülke
“aydınları.” İşte bu arada çok ilginç olaylar çıkıyor karşımıza. Denilir
ki Sezar’ın öldürülmesindeki ana etken doğu diktatörlüklerine temayül etmesi
ve bunu sonucu olarak da Senato’yu lağvetmeye kalkışmasıdır. Doğu’da Sezar
halkların monarşik liderlere nasıl sitayiş gösterdiği, hatta tapındığını
görmüştür. O da bunları bir muzaffer komutan olarak aynen görmek
istemiştir. En azından Şekspir’in Jül Sezar adlı oyununda buna atıflar
vardır. Antoni ve Kleopatra’da benzer olayların Antoni’yi kendisine
katıksız aşık eden Kleopatra’nın (Mısır-Doğu) bağlamında ilişkilerinde de
görmek mümkündür ki Antoni’nin sonunu hazırlayan da bu olmuştur. O Antoni
ki halkı koskoca bir Senato’ya karşı kalkı ayaklandırmayı bilmiştir.
The Last Emperor filmindeki gibi bir durum söz konusudur. Filmde son kralın
gözleri o kadar zayıflamıştır ki İngiliz hocası ona doktora görünmesi ve
mutlaka bir gözlük takması gereğinden bahseder. Fakat saraydaki ulular buna
kendi öngörüleri doğrultusunda karşı çıkarlar. Nihayet kral gözlüğü takmaya
başlar, etrafını daha iyi grömektedir artık, ama bir İngiliz’in gördüğü
gibi. Haliylei tavrıyla, alışkanlıklarıyla herşeyiyle Doğu’da doğmuş, ama
Batı’lı biri gibi. Ve sonrası çöküş başlar... Kutsal Şehrin mahremiyeti
bozulur ve sürügüne kadar, piyon olmaya gider işin sonu. Bu aslında
Robinson’un Cuma’ya kendini tanıtması, ona İngilizce öğretme sahnesinin yeni
bir “mis-en-abim” le sunulmasıdır.
Bu alaturka girişten sonra, şunu söylemek gerekir ki, özellikle İngiltere,
Fransa ve Almanya tarihi ilgileri ve çıkarları hasebiyle Ortadoğu ve
Uzakdoğu’yu iyi tanımakta olup hatta dolaylı olarak idarecilerini bir misyon
bağlamında eğitip bölgede kendi çıkarlarını da korumuşlardır. Öte yandan
Amerika ise, Ortadoğu’yu klasik kılıfların içine girmeden tanımakta,
İsrail’in dürbünüyle izlemektedir bölgeyi. Bu arada en yoğun bilgilenmeyi
Körfez Krizi sırasında yaşadı ABD. Savaş öncesinde CN gibi haber
kanallarından—ki o zaman daha “objektif” idi—Saddam Hüseyin’in diktatör
olduğu ve “demokratik” Kuveyt idaresini alaşağı etmek sonra Suudistan’ı
ilhak etmek istediğinden bahsedilirken, bölgenin tarihçesi de kısaca
anlatılmıştı. ABD halkı genelde bölgeye giden askerleri bir diktatör
elinden diğer diktatörleri kurtarmak değil, “demokrasi” için gittiklerini
sanıyorlardı. Durum böyle olunca medyanın düzenlediği kamuoyu
yoklamalarında halkın desteği Saddam’a karşı önlem alınması yönünde oldu.
Bu dönem aslında Amerika’ya öğrettiği “American Creed” ile bağdaşmayan çok
şeyler olduğu görünüyor. Ki bazı kavramlar Amerikan halkında katıksız bir
şekilde kulak kabartılması gelen kavramlardır. Anayasal haklara ve gerçek
manada hatta faalasıyla şüpheci bir mantıkla hazırlanan Anayasa ve kuvvetler
ayrılığı ilkelerine dair inançlar gibi. Vaktiyle çok çektikleri hususlardan
tekrar muztarip olmamak, yani tarihten ders almak gibi. İşte bu nedenledir
ki çevrilen onca zafer ve kahramanlık filmine rağmen ve hatta Körfez
Savaşındaki uzaktan kumandalı zaferine rağmen “Vietnam sendromu” tam
atlatılamamamıştır Amerika’da.
11 Eylül 2001de özellikle Amerikan kapitalizmi ve militarizmine
yöneltilen menfur saldırılar sonrasında ise Amerika’da çok ilginç bir
olaylar zinciri gelişti. Üçüncü dünya ülkelerindekine benzer bir tarzda
halkı adeta devlet ve medya eliyle bir paranoyak ve hipokondriyak
propoganda mekanizması işletildi önce. Sonra bunun tabii sonucu olarak
insanlarda meşhur “American Values” retoriği içinde Bush Blues dinletildi.
Böylesi bir durumda milletlerin sarılacakları zaten iki temel değer vardır:
din ve devlet. Normalde toplumsal yaşamda hissedilmeyen devletin varlığı
Amerika’da itfaiyecisinden, pilotuna kadar bir dizi kahramanlar üreten ve
hepsinin üstüne New York Belediye Başkanı ve onun da üstünde-aslında
herşeyin üstüne-Bush’u oturtan bir mekanızmaya dönüştü. Bush’un söz ve
tavırlarını iyi tahlil edenler onda bir Kaddafi, bir Saddam Hüseyin görmeye
başladılar. Gelişmelerden sonra Bush Amerikan tarihindeki “Imperial
President” statüsünü elde etti birden. Artık Kongre’nin noterliğini yapan
bir başkan değildi o. O kadar uğraşıp da Temsiciler Meclisi veya Kongreye
kabul ettiremediği bir dizi kanun ya da kararı bir çırpıda geçiriyor,
Bible’den alıntılar yaparak Usame Bin Ladin’e meydan okuyor ve taki
süflörleri hatasını hatırlatana kadar meseleyi kendisi ve Bin Ladin arasında
bir düello olarak göüyor, ve rakibini gafletiyle kahramanlaştırıyor,
umutsuzluğa umut gibi bakanlarca bayraklaştıtılmasına yol açıyordu.
Yenilerde bu düşmanın adı “el-kaide ve taliban” olarak değiştirildi.
Birileri ona dünyanın bu tarafında insanların sıkıştıkça kendilerini mağdur
edenlere daha çok sığındığını fısıldamıştı sanki. Aslında Babasının yaptığı
hata da aynı idi. Sandı ki, Irak toplumunu açlığa, ilaçsızlığa, yalnızlığa,
sefalete mahkum edince millet ayaklanıp Saddam’ı devirecek ve olaylar
kendiliğinden çözülecek. Halbuki olanlar bu durumıun tersini gösterdi ve
Baba Bush ve dönemin Batılı savaş koalisyonu liderleri hepsi bir şekilde
gitmiş, ama Saddam hatta kendisine rağmen ayakta ve iktidarda kalmıştı.
Doğu mahrem çobanı, na-mahrem kahyaya tercih ederdi. Üstelik çobanın
sopasına, dipçiğine alışmışlık vardı....
Amerikan’ın bir üçüncü dünya ülkesi (ÜDÜ) psikozuna girdiğini gösteren
pekçok gösterge vardı. Öncelikle ABD istihbaratının bu olaydan haberdar
olmaması, kasıtlı ve kasıtsız olarak ilgili yerlere bildirmemesi, ya da
yeterince inandırınıcı olamaması dolayısıyla hükümet ya da istihbarat
kanallarındaki tıkanıklık. Ayrıca Mossad’ın kesinliği henüz belli olmayan
bir haberi ki o da Mossad’ın bu olayı önceden haber almasına rağmen ya
ilgili yerlere iletmek yerine kendi sulbünden insanlara heber vererek onları
tehlikeye karşı koruması. Sonra Mossad ve CIA arasına mekik dokuyan
ajanların varlığı ve Mossad’ın ABDnin içinde mesela CIA’den daha iyi haber
oluyor olması ki bu ABD için daha vahimdir. Anlamı da ABD’nin de Mossad’ın
yakın markajında olduğu anlamına gelir.
Diğer ÜDÜ psikozu daha ne olup bittiğini tam anlamadan 9/11 olaylarına dair
çıkan belli belirsiz, ama hem ticari hem siyasi amaçlara hizmet ettiği
aşikar olan haberler.... Bir dehşet havasıyla Bush’un uçaklar kaçırılıp
emniyete alındığı haberleri dolaştı önce. Esasen Bush sonraki ateşli
konuşmalarını, maruz kaldığı söylenen bu tehlikenin büyüklüğü ile yaptı.
Üçüncü olarak, bunların akabinde Bush’un “war” battle” ve crusade gibi
talihsiz ifadeleri kullanması, aslında Körfe Savaşında halkın desteğini
kaybetme endişesi ile ve milli ve dini temalara vurgu yaparak yeniden güç
toplama arzusunda olan Saddam Hüseyin’in durumuna benzedi. Bunu ülke
çapında yayın yapan CNN ve FOXnews gibi televizyonlarda mantık ve muhayyile
zorlar tarzda bir psikozla Şeytanın avukatını oynamaları. Şükür ki Susan
Sontag ve G. Cohen gibi akademik ve etik kurallara göre hareket eden
insanlar, akıl ve izanı tahlile dönüştürerek medyatik militarizme puan
vermediler. Medya Ortadoğu liderlerine nasıl borazanlı yapıyorsa ABD’de de
aynı mantıkla hareket etmeye başlamıştı. Sanki Ortadoğu bu yaklaşık bir
asırlık makus talihinin intikamını Tutankamon’un Esrarı’ndaki gibi kendisine
zulmedenleri kendisine benzeterek alıyordu.
Gitgide durum Thomas Carlyle’ın o güzel tahlilleri yaptığı Heroes and
Hero-worship adlı kitabındaki kahramanlara adeta nazire ve şerhe
sayılabileek mahiyette blediye başkanlarından, itfaiyecilerden kahramanlar
yaratma eyilimin dönüştü. Kahramanlar arasına küçük çocuklardan, uçak
yolcularına, posta dağıtıcılarına kadar uzanan bir elvan tufanı da karıştı.
Bush medya desenfarmasyonu, teatral taktik ve retorik oyunları ile, Kutsal
Kitap’tan alıntılar ve Amerikan tarihine referanslar ile birdenbire o
beceriksiz, konuşmaktan aciz, hata medya karşısında adaylığı sırasında
Çin’in, Afganistanın ve Pakistanın devlet ya da hükümet başkanlarının
adlarını bilmekten aciz ve aczini kaparmak için karşısındaki televizyon
mensubuna karşı sorular sorarak gol atmak isteyen, başkanlığı süresince
ekonomiyi devamlı kötüye götüren ve 10 aylı başkalnlığı sürecinde Amerikan
Merkez Bankasını 9 defa faiz indirimine gitmeye zorlayan, tüketici güven
endeksini yüzde seksenlere kadar indirmeye vesile olan uygulamarını, başkan
seçilmesimesindeki şaibelere ekleyen bir Bush bin Bush gitmiş, yerine
Emperyal Başkanlık yapmak isteyen, bir çırpıda 400 milyar dolarlık savunma
ve şirketlere para aktarma amacına yönelik para pompalayan ve her defasında
fedakarlık ve Amerikan ideallerini öne çıkaran pastoral bir elbisesiz
imparator gelmişti. Hele bir keresinde Kongrede konuşurken etrafındakilere
“nasıl söyledim ama” dercesine göz atması ve yine “İngiltere den daha gerçek
dostumuz hiç olmadı” diye kendisini dinleye Blair gerçekten çok bir şekilde
pohpohlaması vardı ki evleri şenlikti.
Bu arada Amerikan medyasına açık bir sansür uyugulanmaya başlandı. ABD
bayrağı Tvlerde boylu boyunca dalgalanmaya başladı. CNN daha 9/11 olayının
ertesi sabahı çeşitli şirketlere reytingi arttğın dair istatistikler
gönderip reklam pastasından yeni paylar kapmaya çalışıyor, onun rakibi olan
FOXnews kanalı ise bunun pek ahlaki birşey olamdığını söylerken kendisi de
aynı şeyi yapmaktan ekinmiyor, naklen telefon bağlantıları, “Bu adamları
bombalayıp yerle bir edelim” laflarına kadar kapsamlı bir mizansen içinde
haber aktarıyor, Oreilly gibi sunucular bu vaşa muhalif olanları engizisyon
mahkemelerinde yargılıyor, aşağılıyor, onları gülünç durumu düşürmek,
ridiküle etmek için ellerinden geleni kamera gerisine bırakmıyorlardı. Kimi
konuşmacılar önce Ortadoğu diktalarının, sonra İslam dünyasının liderlerinin
tamamının temizlenmesi ve buraların işgal edilmesi gerektiğine dair
hezeyanlara dahi kaptırdılar kendilerini.
Citizen Kane ve Mr. Smith Goes to Washington isimli filmlerde medya/siyaset
ilşkisinin hangi iğrenç boyutlara daha önceleri görmüştü Amerikan halkı. O
kadar kültürlerine işleyen “masumiyet” temasının nasıl dönüşümlere
uğrayabileceğini, Siege filminde ABD’nin nasıl bir Nazi Almanyasına
dönüştüğünü, Enemy of the People’da, yeni vizyon giren Sword Fish’te
seyretmiş, Kennedy cinayeti ve Watergate skandallarında bizzat yaşamıştı.
Öylesine içiçe girmiştiki sinema ve gerçek hayat, hangisinin hangisi
olduğunu anlamak bile güçleşmişti. Ama “cadı avları” Amerikkan kültürünün
ta Puritan geçmişinden beli aşina olduğu gerçekledi. İlk cadılar
kadınlardı, sonra erkekler geldi, sonra katolikler, sonra yeni göçmenler ve
özellikle Çinli ve Latin ırkları, Toriler, hainler, ama mütemadiyen
siyahlardı. Sonra ekonomik ve siyasi cadı avları ve nihayet ırki cadı
avları ve şimdi dini olanlar.
Bush döneminde “vergi mükellefi” “decent(=mazbut)” Amerikan vatandaşlarına
bakışın nasıl olduğunu düşünülünce normalde daha aktif/reaktif olan ve
uyanık profi çizen Amerikan halkının ÜDÜ vatandaşlarının korku ve sinme
psikozuna çabucak bürünüverdikleri ve hatta vatandaşlıktan tebaalaşmaya
indirgendiği bir sürece girildi. ÜDÜ kendisini değiştirme iddiasıyla yola
Global ekononomi ve siyasetin Babil’i Amerika’yı kendisine iyice benzetmişti
sonunda. Bu metodolojiyi de “şeref,” “kahramanlık,” “dindarlık” belagatı ve
illetli ve saldırgan bir tarzda sanki BE’nin, Netanyahu ve Şaron’un eline
tutuşturduğu bir manipulasyon manuel’i ile yapıyor gibi izlenimlere yol
açacak derecede ileri giderek yaptı. Bush İliad’ın ilk altı kitabını belki
okumuş, ama sonraki altı kitabı okumamıştı. Red Badge of Courage, For whom
the Bell Tolls ve Emerson’un Self-Reliance’ını okumuş, Thoreau’nun “Civil
Disobedience” adlı eserini okumamıştı. Makyavel’in Prens’ini okumuş, Paul
Kennedy’nin The Rise and Fall of Great Powers adlı eserini okumuş,
Huntington’un The Clash of Civilizations adlı eserini okumuş, ama onun daha
önce yazdığı Politics of Disharmony adlı kitabını okumamıştı. Şekspir’in
Üçüncü Riçırd eserini okumuş, ama Jül Sezarı ve Makbet’i okumamıştı.
Franklin’in Otobiyografisini okumuş, ama onun yarı ironik uslupta kaleme
aldığı, “Savage”lar hakkındakii makalesini okumamıştı. Durum böyle olunca
Powell’ın asker olmasından gelen nisbeten ihtiyatlı davranışlarına ve
sözlerine rağmen, Bush kendisi gibi iktidarı ve ekonomisi kan kaybeden
İngiltere’yi de yanına alarak Neyanyahu’nun süflörlüğünü yaptığı,
ezberlemekte bile acizlik gösterdiği bir üç perdeli piyese gönüllü “Braggard
soldier” rolüyle soyundu. Susan Sontag’ın New Yorker’da 24 eylül 2001’de
“totaliter” ve “immature” diye adlandığı bu rol tam anlamıyla Amerikan’ın
mezarlıktan geçerken ıslık çalmak tarzında psikolojik gelgitlerle, taktiksel
vurkaçlar, belagat cambazlıkları ile devam edegeldi. Hem önemsemez bir
tavırdı bu düşman karşı, hem de onun beslediği bir korkuyla bir çıkış yolu,
yeni frontierlara doğru yelkenler fora edildi. Türkiye, Suudistan,
Özbekistan ve Pakistan burada şah ve mata giden yolda istimal ve fedası
mümkün “aktan”lardı. Şah’ın ülkesi de artık cübblerinin iticiliğini
kabullenmişcesine bir değişiklik ihtiyacıyla ve henüz karar veremediği bir
“acaba Tacikler’in akıbeti ne olur” tavrıyla işe yaklaşırken, Bush’un Çin’e
bizzat giderek destek istemesi çok manidar belagat taktikleri ile adeta
geçiştirildi, bol bol dolaylı tehditler ve al gülüm ver gülüm stratejileri
çizildi. Putin de Putince davrandı tabii. Çin’in Tibet ve Uygur meselesi
ile yükselen muhalefet, Putin’in ise Kafkasya meselelerini dile getirmesi de
bunların bir parçası idi. Türkiye için Amerika ne derse zaten doğru idi.
Bu ülkelerde halklar ise, Tarkan’ın son kasetini asırlardır içselleştirmiş
hayatlar sürmekte idiler. Ortadoğu’dan yola çıkılarak, sorun klonlama
deneylerine hazırlandı dünya. İkinci mekan Kafkasya ve üçüncü mekan ise
Uzakdoğu olacaktı. Ve Rambo’nun “özgürlük savaşcısı” insanlar, bir filmi
bizzat kendilerine “Afganistan’ın Kahraman Halkına ithaf olunur” diye biten
filmin devamını çekmeye başladı Amerika, yanındaki figüranları da yedeğine
alarak. Ve halkların nazarında hep bir “hikmet” beklentisi ile otomatik
kabüller özdeşleşip Kabil’e yağdı denizden ve havadan. Kahraman
Amerikalılar “korkak” taliban ve destekçileri Afgan halkına hadlerini
bildirecekler ve Vietnam’ım rövanşı alınacaktı. Artık herşey değişmiş ve
“hiçbirşey eskisi gibi” olmayacaktı.
ÜDÜ belirtileri aslında siyasi olarak da hanedana dönüşen bir yapılanmayla
ortaya çıkmıştı Amerika’da. En son örnekleri Kennedy ve Bush’lar idi.
Potansiyel olarak da Bay Klintın sonrasına talip olan Bayan Klintın.
Kardeşten kardeşe, babadan oğula, eşten eşe, derken Doğu diktaları mantığı
ABD ‘de iyice yer tutmaya başladı.


30

I.          Terör ve Savaş ve “Ebedi” Değişim Retoriği
Öncelikle 11 Eylül 2001 günü meydana gelen bu olay bir “terör” hadisesi midir yoksa bir “savaş” mıdır bir tahlil etmek gerekiyor. 11 eylül tarihinde Başkan Bush dahil pek çok yetkili ağız defalarca Dünya Ticaret Merkezi (DTM) kuleleri ve Pentagona (P), kaçırılan uçaklarla yapılan saldırıları “savaş” olarak nitelendirdi. Uluslararası politika uzmanları bu terminoloji değişikliğinin sadece bir semantik kaymadan ibaret, ya da sadece anlık hezeyanlarla telaffuz edilen sözler olmadığını bilirler. Bu diplomatik jargondaki değişiklik aslında “terör” denilen melanetin o mahalli olarak algılanan ve aslında amacına ulaşamayacığını bilmesine rağmen kitlelere mesaj vermek, onları sindirmek maksadına yönelik olan, bunu yaparken de “bugün başkasına, yarın bana” çağrışımlarını kullanmak suretiyle bizzat mahalli halkların korku ve şuuraltı rahatsızlıklarını kullanarak devlet bazındaki yapılanmalara onların yapacağı tasavvur edilen baskılarla, öne sürülen şartlar veya yapılan talepleri kabul ettirme, devlet yapılarının aciz kaldıklarını şuuraltındaki–ister etnik, ister dini, ister ekonomik olsun-başka arayışlara sevketmek ister, bunu yaparken de terör odakları, kendilerini zaman içinde siyasi muhatap olarak ve güç olarak kabul edilmesini hedefler. Türkiye’de PKK, İngiltere’de IRA, İspanya’da Bask gibi gruplar-tarihi, kültürel yapıları, finans kaynakları, amaç ve eylem metodları farklı olmasına rağmen-bu tür yapılanmalar içinde olan gruplardır. Bu anlamda terör grupları gangster ve mafya yapılanmalarından ayrılırlar.[1] Amerika’nın dünya çapında kimi “terörist” grupları gizli veya alenen desteklediği, hatta şu an can düşmanı olan Saddam Hüseyin’in cüssesinden yaptığı Frankeştany’nın yazarı olduğu, Şu an zan altında olan Usame bin Ladin’in de aslında Amerika’dan büyük lojistik destekler aldığı ve hatta Amerika’nın sevdiği tedhişçilerin adının terörist sevdiklri ve milli çıkarlarına hizmet edenlerin ise “freedom-fighter” (özgürlük savaşçısı) olduğu bilinen gerçekler arasındadır. Filistinde mütecavize karşı şaklabanlar liderliğinde mücadele edenler terörist, Küba’dakiler terörist, ama Çindeki Tiananmen Meydanı ve IRA tedhişçileri, mesela, Amerika’da hem medya desteği buldu, hem de ileriye yönelik olarak sallanan Demokles kılıcı gibi sallanageldiler. Avrupa ise binbir türlü kılıf ve taktiklerle PKK’nın arkasında bulundu hep. Yani terör’ün habisi ve iyi huylusu yokken, bu ayrımları yapmak, zamanı gelince haklılık noktalarını kaybetmesine neden olur insanlar ve devletlerin. Nemesis’in kuralları daima geçerlidir.
Öte yandan “savaş” kavramı jeo-politik ve coğrafi açılardan çıkar çatışması içinde girmiş milletler ve devletlerin ordularını kullanarak, ağır silahlar kullanmak suretiyle, yenme-yenilme, ele geçirme, ilhak veya zaptetme strateji ve amaçlarına göre yapılan ve genelde onbinler ve milyonlara varan oranda ölümle sonuçlanan ve sonunda bir karşılıkla andlaşma olan fiziki ve psikolojik çatışma yekününü ifade eder. Bu anlamda ordular ve sınırlar farklı olup sınır ötesi ordu ve silah kullanımı söz konusudur.[2] Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı Powell olayın daha ilk gününden itibaren “savaş” kelimesini, “act of war” veya diğer “war” kombinasyonlarını kullandılar. Terörist teşkilarla muhatapları arasında asimetrik, savaş tarafları arasında nisbi bir simetrik güç dağılımı vardır.
Bu tür ciddi bir ifadenin uluorta kullanılması mümkün olmadığından şuurlu zihin kuşatması mantığına hizmet ettiği aşikardır. Bu kelimeyi kullanmakla yetkililer salı günü meydanı olayı diğer terörist faaliyetlerden tefrik etmek istiyorlardı. Amerikan halkının genel olarak zaten kısmen iç siyasetle ilgili, dış ile tamamen ilgisiz olduğunu biliyorlardı. İnsanların her gün dünyanın bir tarafından gelen terör ve katliam haberlerine kayıtsız kalmak ya da hiç seyretmemek suretiyle kendi hayatlarından bağımsız olarak algıladıkları olaylar serisi geliyordu. Ara sıra Dresden, Coventry, Hiroshima gibi yerlerdeki “masum sivillerin öldürüldüğü”ne kulak kabartsa da Amerika’lı için hem ülkenin isole olmasından hem güçlü oladuğuna dair inançlarından dolayı kendisine hiç olamayacak felaketler ve katliam görüntüleri idi onlar. Amerika’da suç oranı yüksekti, ama terör hemen hiç yoktu. Gerçi kimi tarikatların eylemleri olmuştu, ama bunlar mahalli düzeyde kalmıştı. Bunlardan en önemlisi tam üç ay önce idam edilen Oklahoma bombacısı Timothy McVeigh’in yakalanması sırasında ortaya çıkmıştı. 19 Nisan 1995 tarihinde 168 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalama eylemini gerçekleştiren Timothy McVeigh, FBI’ın eylem tarihinden şüphelenip iz sürmesiyle yakalanmıştı. Federal hükümetin 19 Nisan 1993 tarihinde Waco’da bir tarikat çiftliğine yaptığı baskında ölen arkadaşlarının intikamını almak için Amerikan tarihinin en önemli terör eylemlerinden birini gerçekleştirmişti McVeigh. İki olayın da aynı ay ve güne rastlaması, FBI ajanlarının kuşkulanmasına sebep olmuş ve McVeigh yerine Ortadoğulu terör örgütleri üzerine yoğunlaşmalarının hata olduğunu göstermişti. Sonuç olarak Oklahoma bombalamasının gerçekleştirildiği 19 Nisan tarihinin sembolik anlamı çok büyük bir terör olayının çözülmesini sağlamıştı.
11 Eylüldeki saldırı Amerikan militarizmi ve kapilalizmini hedef alan saldırılardı. Yetkili ağızlar sık sık bunun Amerikan “halkının hayat tarzına” ve “hürriyetine,” “Amerikan demokrasisine” yapılan bir saldırı olarak nitelerken, aslında ne olup bittiğini henüz anlamayan Amerikan halkına ön telkinlerle ve zihin ve ruhi filtrelerinin askıya alındığı bir anda, bu durumu öyle algılamaları gerektiği şeklinde yönlendirme yaparak Bush’un arkasında olamayan halk desteğini yüzde doksanlara üç gün içinde çıkaracak bir başarılı içe yönelik diplomasi ve retorik örneği sergilediler. Daha sonra atılacak ve muhatabı tam belli olmayan ve aynı zamanda diplomatik jargonların tersine savaş naralarının alt yapısı hazırlandı ve olayın üçüncü gününde Bush daha öceden kendisini pek çok konuda zorlayan Kongre’den ilk adımda 40 milyar dolarlık “savaş harcaması” olarak ödenek geçirtti. Bu para elbetteki şu anda zor günler yaşayan Amerikan silah sanayiine yarayacaktır. Halbuki daha önceleri bilimsel kurgu mantığını hakikate dönüştürmek amacıyla planlanan Yıldız Savaşları projesinin devamını getirmek için kongre hem de geçen aylarda Bush’a karşı çıkmıştı. Uzun yıllara yayılacak olan bu “savaş” uzun dönemli hem Amerika hem de güvenlik korkuları olan olan ülkeleri daha fazla silah ve güvenlik harcamalarına itecektir. İşin belagat ve hakikatlarını devletlerin politilkalarını halkların hassasiyetlerinden ayrırark görmek gerekiyor.
11 Eylül sabahı ABD’de mesai saati ile birlikte başlayan intihar uçuşları, öncelikle ev içi ve ferdi mahremiyetine çok müptela olan Amerika’yı sadece ev değil ülke mahremiyetlerini de bozacak bir tarzda planlanmış, Amerika’yı iyi bilen Amerikalı’yı iyi tanıyan teröristlerce planlanmıştır. Sadece DTM ve P gibi biri ‘dünya ticaretinin kalbi’, diğeri ise ‘ulusal güvenliğin beyni’ olmakla övünen iki stratejik noktayı vurmakla kalmadı terör, aynı zamanda bütün istihbarat hesaplamalarını ve güvenlik sistemlerini de altüst etti. Hatta öyle ki, bütün dünyayı şoke eden bu akıl almaz saldırının her şeyden önce süper güç Amerika’ya çaresizlik duygusu tattırmayı hedeflediği açıklandı. 4 bin özel istihbarat uzmanıyla ‘her taşın altına bakılacağını’ açıklayan FBI, şu ana kadar 2 bin bulguya ulaştığını ve her türlü ihtimali mercek altına aldığını duyuruyor. Bir yandan uçağı kaçıran saldırganların kimliğini tespit etmeye çalışırken diğer yandan saldırının nedenini açıklayabilecek şifreli mesajları değerlendiriyor. Olayın ilk gününden bu yana en çok da saldırının zamanlaması üzerinde duruyor. 11 Eylül sabahı gerçekleşen saldırıların özel bir anlam taşıyıp taşımadığını araştırıyor.
IV. Tabiiki senfonide asli unsur çok fazla müzik aleti olması değil bu aletlerin uyum içinde oluşturacakları  bir  harmoniyi yakalamaktır. Ve işte burada büyük devlet olmanın ve gerçek anlamda bir devlet geleneğinin Amerika’da ne kadar otutup oturmadığı sorusu gündeme geliyor.  (Bu yazıların ne “oh olsun, gördün mü? bak!” diye kendi aczini bazan intikam duygularıyla Allah’a havale, bazan da kendilerine hiçbir maliyet yüklemeden kendi adlarına bu işi kotaranları intikam melekleri veya “Firavun sarayında büyüyen Musa” mesellerine teşbihle rahatlayıp ne Firavun ne Musa olmayı beceremeyenler, ne de “vah tüh!” edalı timsah gözyaşlarıyla ilgisi yoktur. Batı’yı Batı gibi algılamak lazım.  En azından burada doğulu teraneler döktürmeden.   İşin ilginci burada Amerika epey bir doğulu, levanten veya Akdenizli psikoljisiyle hareket ediyor, bunu yaparken de Amerikan bağımsızlık şavaşı retoriğine sık sık müracaat ediyor.  Öyleki hem Ahidlerden yaptığı iktibaslar hem de hamaset uslubu nedereyse tıpatıp o dönem ki Jefferson, Thomas Paine gibi yazarların lügatlarının tekrarı. Değişen sadece düşman: İngiltere gitmiş, yerini adı yarı konumuş bir düşman var ortada.  Nitekim şaşkınlık ve dehşetle karışık bir gaflet hamburgeri konuyor dünyanın önüne. Başkan George W. Bush, Beyaz Saray´da eşi ile gazetecilerin karşısına çıkarak, kafaları karıştıran sözler sarfetti dün. Bush, konuşmasında şunları söyledi:
”Yeni bir düşmanla karşı karşıyayız. Barbar bir kişi. Uçakları masum insanların bulunduğu binalırın üzerine sürüyor. Biz hukuk devletiyiz ve saldırı altında bir devletiz. Bu kötüler hala var. Böyle bir barbarlık tarihte çok az görüldü. İntihar bombacıları uçakları kaçırıp saldırıyorlar ve toplumumuzu yakıyorlar.
Amerikan uçaklarını ele geçirip masum insanları katleden yeni bir kötülükle karşı karşıyayız. Bunları anlıyoruz.  Amerikan halkı da anlıyor artık. Bu bir Haçlı seferi... Bu terörle mücadele bir zaman sürecek ve Amerikalılar sabırlı olmalı. Ben de sabırlı olacağım. Ben kararlıyım, Hedefimden dönmeyeceğim, odağımdan sapmayacağım. Sadece bunların adalet önüne çıkarılması değil, onlara yardım ve yataklık edenlerin de adalet önüne çıkarılması için mücadele edeceğiz. Ki çocuklarımız 21. yüzyılın sonuna kadar yaşayabilsinler. Benim yönetimim kararlıdır. Sorumluları bulmak ve Adalet önüne çıkarmak ve Amerika´ya bunu yapanlardan hesap sormak amacındayım. Bu insanlar ve bu insanlara destek verenler özgürlüğü istemiyorlar.
Bu uzun süreli bir harekat olacak ve Amerikanın kaynaklarını kullanarak bu harekatı kazanacağız. Büyük bir devi uyandırdılar ve hataya tahammül yok. Bizimle birlikte olan dostlarımızla beraber gereken her şeyi yapacağız ve terörizmi dünyadan sileceğiz. Dünyaya en güçlü ulus olduğumuzu göstereceğiz. Usame Bin Ladin´in birinci derece de zanlı olduğundan şüphemiz yok. Terörizmi dünyadan söküp atacağız. Pakistan lideri gerçekten büyük bir dayanışma gösterdi. İsteklerimizi olumlu karşıladı. Ülkemize yardım edecek ve biz bu düşmanları inlerinden çıkartmamıza yardım edecek. Hindistan, Rusya ve bir iki yıl önce kimsenin hayal edemeyeceği ülkelerle birlikte hareket edeceğiz.”  İşte bu belagat taktiklerini bir “discourse” analizine tabi tutmak gerekiyor. 
Yer Beyaz Saray (BS) ve Bush ve eşi, normalin aksine (en azından Clintonların birlikle boy göstermeleriniyle kıyaslanırsa) beraberler gazececiler karşısında.  BS Amerika’nın, onlar ise Amerikalıların  o her başkan ya da başkan adayını hemn aklına sıçrayıveren meşhur  “aile değerlerini” yani aile içi dayanışmayı dolayısıyla külliyyen Amerikalıların örnek alacakları bir toplumsal modelini temsil ediyorlar.  Bu mutlu örnek çiftin tabi olarak yüzdelik oranda terslik eden bir vaziyete binaen birlikteliği dostluk karşısında bu düşmanca tavırı daha da bir gün yüzüne fırlatıyor.  Ayrıca hem erkek hem kadın nüfusa karşı ayrı ayrı onlar onore edilerek anlatılacak olaylar.  (Bunu Çiller ve Yılmaz’da arasıra yaparlar. Kardak fatihesi milleti iyi LPGlemişti o zamanlar.  En tabii olanı Özallarınkiydi.  Kıbrıs fatih/es/i Ecevitler ise her türlü romantizmden üç havaalanı uzakta, şirket ortaklarını ve tam anlamıyla bir “dayanışmayı” temsil ediyorlar.  Hele Hac-ı Bektaş şenliklerindeki sahneler aklıma geliyor da...) uzaklık Düşmanın “yeni” olması daha önce hem Amerika içindeki hem dünyadaki, artık kanıksanmış veya gına getirmiş olan örgütlerden ayırmak ve geleneksel aşinalıkla gelen ülfeti kırarak bir teyakkuz haline geçirmek insanları.  Bunu için  “düşman” gibi askeri bir terimde özellikle kullanılıyor ki terör daha mahalli kalmasın bu arada mesele tam bir “milli” mesele olarak algılansın diye.  Ayrıca düşmanın büyüklüğü-eğer taktik değilse- istihbarat ve ajanlık faaliyetlerindeki gafletin büyüklüğü oranında olunca tahtırevalli mantığıyla biri diğerini aşağı çeker.  Dikkatle yukarı çıkana yöneltilir.  Neredeyse köşe bucak saklanmaya çalışılan bir başkan, o anları unutmaya ve unutturmaya çalışıyor gibi.  Belki bundan dolayı sık sık kullanılan “korkak” lafları pelesenk oldu ağızlarda.  Hani şu yansıtma dedikleri mesele...
“Barbar” kelimesi en az 2500 yıllık bir tarihi muhtıra bigi ardından geliyor.  Eski Yunandan günümüze uzanan bir süreç içinde bu “kendi haricinde” herkesi ve herşeyi ötelemenin adı bu.  Medeniyetin kesinlikle karşıtı değil.  
Tabiiki senfonide asli unsur çok fazla müzik aleti olması değil bu aletlerin uyum içinde oluşturacakları  bir  harmoniyi yakalamaktır. Ve işte burada büyük devlet olmanın ve gerçek anlamda bir devlet geleneğinin Amerika’da ne kadar otutup oturmadığı sorusu gündeme geliyor.  (Bu yazıların ne “oh olsun, gördün mü? bak!” diye kendi aczini bazan intikam duygularıyla Allah’a havale, bazan da kendilerine hiçbir maliyet yüklemeden kendi adlarına bu işi kotaranları intikam melekleri veya “Firavun sarayında büyüyen Musa” mesellerine teşbihle rahatlayıp ne Firavun ne Musa olmayı beceremeyenler, ne de “vah tüh!” edalı timsah gözyaşlarıyla ilgisi yoktur. Batı’yı Batı gibi algılamak lazım.  En azından burada doğulu teraneler döktürmeden.   İşin ilginci burada Amerika epey bir doğulu, levanten veya Akdenizli psikoljisiyle hareket ediyor, bunu yaparken de Amerikan bağımsızlık şavaşı retoriğine sık sık müracaat ediyor.  Öyleki hem Ahidlerden yaptığı iktibaslar hem de hamaset uslubu nedereyse tıpatıp o dönem ki Jefferson, Thomas Paine gibi yazarların lügatlarının tekrarı. Değişen sadece düşman: İngiltere gitmiş, yerini adı yarı konumuş bir düşman var ortada.  Nitekim şaşkınlık ve dehşetle karışık bir gaflet hamburgeri konuyor dünyanın önüne. Başkan George W. Bush, Beyaz Saray´da eşi ile gazetecilerin karşısına çıkarak, kafaları karıştıran sözler sarfetti dün. Bush, konuşmasında şunları söyledi:
”Yeni bir düşmanla karşı karşıyayız. Barbar bir kişi. Uçakları masum insanların bulunduğu binalırın üzerine sürüyor. Biz hukuk devletiyiz ve saldırı altında bir devletiz. Bu kötüler hala var. Böyle bir barbarlık tarihte çok az görüldü. İntihar bombacıları uçakları kaçırıp saldırıyorlar ve toplumumuzu yakıyorlar.
Amerikan uçaklarını ele geçirip masum insanları katleden yeni bir kötülükle karşı karşıyayız. Bunları anlıyoruz.  Amerikan halkı da anlıyor artık. Bu bir Haçlı seferi... Bu terörle mücadele bir zaman sürecek ve Amerikalılar sabırlı olmalı. Ben de sabırlı olacağım. Ben kararlıyım, Hedefimden dönmeyeceğim, odağımdan sapmayacağım. Sadece bunların adalet önüne çıkarılması değil, onlara yardım ve yataklık edenlerin de adalet önüne çıkarılması için mücadele edeceğiz. Ki çocuklarımız 21. yüzyılın sonuna kadar yaşayabilsinler. Benim yönetimim kararlıdır. Sorumluları bulmak ve Adalet önüne çıkarmak ve Amerika´ya bunu yapanlardan hesap sormak amacındayım. Bu insanlar ve bu insanlara destek verenler özgürlüğü istemiyorlar.
Bu uzun süreli bir harekat olacak ve Amerikanın kaynaklarını kullanarak bu harekatı kazanacağız. Büyük bir devi uyandırdılar ve hataya tahammül yok. Bizimle birlikte olan dostlarımızla beraber gereken her şeyi yapacağız ve terörizmi dünyadan sileceğiz. Dünyaya en güçlü ulus olduğumuzu göstereceğiz. Usame Bin Ladin´in birinci derece de zanlı olduğundan şüphemiz yok. Terörizmi dünyadan söküp atacağız. Pakistan lideri gerçekten büyük bir dayanışma gösterdi. İsteklerimizi olumlu karşıladı. Ülkemize yardım edecek ve biz bu düşmanları inlerinden çıkartmamıza yardım edecek. Hindistan, Rusya ve bir iki yıl önce kimsenin hayal edemeyeceği ülkelerle birlikte hareket edeceğiz.”  İşte bu belagat taktiklerini bir “discourse” analizine tabi tutmak gerekiyor. 
Yer Beyaz Saray (BS) ve Bush ve eşi, normalin aksine (en azından Clintonların birlikle boy göstermeleriniyle kıyaslanırsa) beraberler gazececiler karşısında.  BS Amerika’nın, onlar ise Amerikalıların  o her başkan ya da başkan adayını hemn aklına sıçrayıveren meşhur  “aile değerlerini” yani aile içi dayanışmayı dolayısıyla külliyyen Amerikalıların örnek alacakları bir toplumsal modelini temsil ediyorlar.  Bu mutlu örnek çiftin tabi olarak yüzdelik oranda terslik eden bir vaziyete binaen birlikteliği dostluk karşısında bu düşmanca tavırı daha da bir gün yüzüne fırlatıyor.  Ayrıca hem erkek hem kadın nüfusa karşı ayrı ayrı onlar onore edilerek anlatılacak olaylar.  (Bunu Çiller ve Yılmaz’da arasıra yaparlar. Kardak fatihesi milleti iyi LPGlemişti o zamanlar.  En tabii olanı Özallarınkiydi.  Kıbrıs fatih/es/i Ecevitler ise her türlü romantizmden üç havaalanı uzakta, şirket ortaklarını ve tam anlamıyla bir “dayanışmayı” temsil ediyorlar.  Hele Hac-ı Bektaş şenliklerindeki sahneler aklıma geliyor da...) uzaklık Düşmanın “yeni” olması daha önce hem Amerika içindeki hem dünyadaki, artık kanıksanmış veya gına getirmiş olan örgütlerden ayırmak ve geleneksel aşinalıkla gelen ülfeti kırarak bir teyakkuz haline geçirmek insanları.  Bunu için  “düşman” gibi askeri bir terimde özellikle kullanılıyor ki terör daha mahalli kalmasın bu arada mesele tam bir “milli” mesele olarak algılansın diye.  Ayrıca düşmanın büyüklüğü-eğer taktik değilse- istihbarat ve ajanlık faaliyetlerindeki gafletin büyüklüğü oranında olunca tahtırevalli mantığıyla biri diğerini aşağı çeker.  Dikkatle yukarı çıkana yöneltilir.  Neredeyse köşe bucak saklanmaya çalışılan bir başkan, o anları unutmaya ve unutturmaya çalışıyor gibi.  Belki bundan dolayı sık sık kullanılan “korkak” lafları pelesenk oldu ağızlarda.  Hani şu yansıtma dedikleri mesele...
“Barbar” kelimesi en az 2500 yıllık bir tarihi muhtıra bigi ardından geliyor.  Eski Yunandan günümüze uzanan bir süreç içinde bu “kendi haricinde” herkesi ve herşeyi ötelemenin adı bu.  Medeniyetin kesinlikle karşıtı değil. 
Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Baba Bush, Yeni Dünya Düzeninin başladığına dair zafer sarhoşluğuyla karışık bir heyecanı bütün dünyaya ilan etti.  Bu açılışın kurdelasını Bush Körfez Savaşı ile kesti.  Buradan alacağı yedek destekle Bush ikinci defa seçilmeyi garanti edecekti, fakat uzun süredir ülkede yıllık ortlama 400 milyar dolarlık bütçe açığı Japonya ve Avrupa ülkeleri lehine büyümekte idi.  Amerikan halkı Vietnam psikozunu atmak amacıyla elde edilen bu tek kale maç zaferinden memnundu, ama  öyte yandan vergiler, sağlık ve eğitim konusunda yani kendilerine materyal anlamda daha doğrudan ulaşacak imkanlara da susamışlardı.  Alım gücü ve ücretleri uzun zamandan beri düşen halkı Saddam’ım Kuveytteki “demokrasiye” yaptığı saldırıyı önlemek için sergilenen askeri kahramanlıklar da avutmuyordu.   İşin bir ilginç yanı da yapılan bazı anketlerde Amerikalı kadınların azımsanmayacak bir oranda Saddam Hüseyin’i “yakışıklı” veya “sexy” buldukları ortay çıkıyor, CNN de bunları açıklıyordu. Savaş yüzünden artan petrol fiyatları ve onların genel fiyatlara yansıması zaten epey rahatıana düşkün Amerikan halkını rahatsız etmişti.  Bu nedenle herşeye rağmen Bush değil Clinton’u başkan seçtiler.  Saddam Hüseyin savaşı, Bush da seçimleri kaybetti.  Baba Bush’un seçimleri kaybetmesinde 1989 yılında oğlunun Savings and Loans Bank’tan birkaç milyar dolarlık yolsuzlukta oğlunun payının da var olduğunu sanıyorum.   Bir başka etken de Bush’un İsrail’i iyiden iyiye himaye etmesi ve bunun vergi mükelleflerinde rahatsızlık yaratması.
      Zaten apolitik bir toplum olan Amerikan halkının Clinton’a aslında toplam nüfusun yüzde 10-13 arasında bir yere oturan seçmen kitlesi talip oldu.  Bu durum sinematik Reaganizmin uluslararası reel politik Reaganizme dönüşen Amerikan  emellerinden vazgeçmek anlamına gelmiyordu.  Uluslararası hatta gezengenlerarası  kovboyluk projesinin askıya alınması değildi mesele.  Clinton silah ve askeri yatırımlarını azaltmak daha rantable olarak güvenlik bütçesini kullanmak yönünde hareket ederek bütçede doğrudan halka yarayacak bütçelere ağırlık verdi.  Zaten oy kullanma oranı seçmen nüfusunun yüzde kırkbeşini geçmeyen Amerika’da onun sunduğu bu model Amerikan jandarmalığı hülyasını reddetmek değildi, ama vergi mükelleflerine daha çok göz kırpmak, gelirlerin çalışanlar lehine kullanılmasından bahsederek, başkanlık yarışlarında daha genç ve dinamik görüntü vererek, daha önce Dukakis’in düştüğü hatalara düşmeden, kendisine yöneltilen sorulara şerbetin dozunu iyi ayarlayarak cevaplar verdi.  Daha halkçı bir başkan modeli çizdi kanvaslara.  Eşindeki kozmetik değişiklikleri de stilist ve estetisyenler vasıtasısla halledip daha bir imaj tamamladı.  Ne de olsa Amerikan halkında bu çifte standartlar vardı.  Kendileri ayrı, çocuksuz ve yerine göre “liberal” ve “libertine”hayatlar” sürseler de Başkanlarından hep “american values,”  “family values,” ve tarih şuuruna sahip olmalarını isterdi.  Hatta “George Washinton hayatında hiç yalan söylemediği” için   Başkanlarının da bu sünneti takip edenlerden olmasını isterlerdi.  Yalan ile politik konuşmalar, retorik ve tedbir istihdamını ise karıştırmamak lazımdı.  Ayrıca Clinton’da J.F. Kennedy’i andıran bir şeyler vardı sanki. Gerçi Kennedy’ler Katolik’ti ve seçim kampanyalarında bu konuda epey tacizlerle karşılaşmışlardı, ama Kennedy bu salvoları atlatmış ve başkanlığı sırasında da Rusya ile yapılacak  muhtemel bir savaşı makul ve soğukkanlı bir tavırla politik ve stratejik manevralarla engellemişti. 
        Bir tarafta ekonomik anlamda çökmüş, politik anlamda can çekişen eski Sovyetler bir tarafta staflasyona kendini kaptıran, siyasal yolsuzluklarla boğuşan Japonya, yılda yüzde sekizlik ortalama kalkınma hızıyla Çin, Helmut  Kohl’un büyük çabalarıyla hızlanan Avrupa Birliği, geri kalmışlığın bacağını kırdığı sanılan Uzak Doğu Kaplanlarına dair haberlerle umut saçan ülkeler, Petro dolarları silaha ve savaşın faturasına tahvil eden bir ortadoğu ile geçti 1990lı yıllar.   Amerikan ideolojisinin evrensel boyutlara ulaşması için adına globalizm denilen bir yeni dünya düzeni dünyayı kültürel halı bombardımanına tutmaya başladı bu yıllarda.  En etkili silahları Amerikan yeme içme alışkanlıkları ve Amerikan sineması ve internet teknolojisi oldu.  Bir taraftan kimi kolaylıkları beraberinde getirdi bu oluşumlar, diğer taraftan ise sinsi bir popüler kültürün kutsal hazinelerini taşıdılar dünyaya.   Ya bu kültür aynen ithal edilmeli ya da onların yerlileştirilmiş uygulamaları yoluyla kabul ettirilmeli idi.   Global köy kavramı etrafına dolanan çitlerden örülü bir korumalı alan oluştu.  Bu dönemde retoriğin önemi iyice artmaya başladı.  Yeni dünya düzeni ile dünyanın daha iyi bir düzene akan billur sularda kulaç atması değil, suların akışkanlığı itibarı ile, aynı retorikte iki defa yıkanılmyacağı anlamında idi.  Bu düzen dünyanın seçtiği değil Amerika’nın dünyaya dayattığı bir düzen idi.  Artık bütün dünya Romantik sosyalizmde ve pastoral islamcılıkta olduğu gibi aslında Fransız devriminden beri anıtlaşan, ama Fransızların da mutluluğuna vesile olmayan bir özgürlük, eşitlik, refah paylaşımı, milli devletlerin ortadan kalkması, uluslararası sermayenin engelsiz dolaşımına zemin hazırlayacak bir mantıkla milli hükümetlerin diskalifiye edilmesi, düşmanlıkların ortadan kalkacağına dair naif argümanları berber getirdi.  Ne de olsa Amerika Rusya’dan daha demokratik bir tarihe sahipti. İyi Kötü ve Çirkin’in aktörleri devletlere tekabü ediyordu aslında. Kimin kim olduğuna dair fikri salınım ve entellektüel kaldıraçlar ve tahtırevalliler milli ve ferdi ideolojik oryantasyonlarla alakalıydı.  Bu argümaları da popüler kültürün tarihçileri popüler olarak veriyordu.  Kavramın seçilmesinde başka etkenler de vardı elbette.  Öncelikle “Globalizm” in kavram olarak bir kavrayıcılığı vardı.  Bütüncül bir eksen anlayışını ifade ediyordu.  Eskiden var olan kutupları yok sayıyordu.  Fakat zimnen “kutb-ul aktab” olarak Amerikayı gösteriyordu.  İkincisi dünyanın küçüklüğüne işaret ederken bu küçüklüğü aslında herkes için geçerli bir gelişme olarak pazarlamıyordu.  Kurtlardan arta kalan ceylan karkasında sırtlanların semirmesinin meşrulaştırıyordu.    Öte yandan “Batılılışma” kavramı  hem eskimiş hem de daha bir Avrupa’ya dönük bir tarihi istikameti yine tarihsel kalıntıları ve çağrışımlarıyla ifade ediyordu.  Kolonizasyon ise yazıla çizile  epey itici bir kavram haline gelmiş, Batı’da  bile yer yer eleştirilerle  gölgelenmiş, hatta kirlenmişti.  Özelllikle sosyalist-çevreci-yeşilci mantıkta insanlarca “asli günah”ı haline dönüştürülmüştü.  Post-struktüralist düşünce, önce Marxism, sonra Feminizm, Yeni Marxizm ve yeni Freudianizmin verilerini, modernizmle gelen anlayışları yıkmak için kullanırken bu teoriler milli ve ferdi olan uyugulama sahalarından çıkarılmış milletlerarası bir platforma taşınan unsurlarıyla Doğu-Batı, Ben-Öteki kavramlarıyla yenş disiplinlerin oluşmasına da yol açmıştı. Milli ve milletlerarası Darwinizm tayfları taşıyan  bu denklemde Batı, Patron, Beyaz Protestan erkek bir tarafta Doğu, emekçi, Beyaz kadın ve her cinsten  siyah ırk ve ırk gözetmeksizin bütün “öteki” unsurlar diğer tarafta idi. Alt tabakalarında ekonomik, cinsi ve medeni, mezhebi ve kültürel ayrımları da olan  bu denklemin bir ucu da Tevrattaki tanrı Yehova, diğer tarafta ise Yılan=Şeytan vardı.   Bunları görenlerin ve zihinsel tomografi cihazı—elektriğini Amerikan elektrik şirketinden alsa da-iyi çalışan  Edward Said gibi Araf’taki sığınağında çile dolduran bir akademisyen vardı.  Onlar da ne İsa ya ne Musa’ya yaranabildiler.1   
Globalizmin üzerinde önemle durduğu bir başka husus da bir gün yeraltı kaynakları, özellikle enerji kaynaklarının bir tükeneceği düşüncesi ile gelen bir irkilişle bu kaynakların, ülke haritalarını yine Batılı ülkelerin cetvelle çizdikleri ülkelerin şeyhlerine ve buralarda daha köklü kültürel ve siyasi geçmişi olan başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerine bırakılmaması idi.  Daha 19. asırda nüfus artışı ve kaynakların bir gün biteceğine dair tezler John Stuart Mill vb. Yazarlar tarafından ifade edilmişti.  O halde geriye ya “yeniden dönüşüm” yani “recycle” yöntemiyle kaynakların yeniden değerlendirilip işlenmesi, ya alternatif kaynaklara yönelme ya da bu kaynakların kullanımında ya da bu kaynakların kullananların azaltılması kalıyordu.  Enerji güç demekti, yeni sermaye demekti, hakimiyet demekti.   1970lerde Arapların petrol konusunda çıkardıkları problemler unutulmamış idi.  Önceleri Batılı şirketlerin işlettiği petrol yatakları, onların mutlak hakimiyetlerinden çıkmasa da millileştirmeler ve şeyhlerin daha çok elde edebileceklerine dair yanılsamaları ile birleşmeleri, OPEC ülkelerinde fiyat artırmaları neticesi Amerika ve diğer ülkelerden daha tasarruflu arabalar üretimi ve kullanılmasını gündeme getirmiş, alternatif enerjiler denenmeye başlanmıştı, ama en azından şimdilik pettol en rantable enerji türü idi.  Kapilalazmin ruhuna aslında aykırı olan tasarruf politikaları da ödenen dolarları makul düzeye çekmiş, öte yandan uluslararası aktörler ilgili ülkeleri yumuşak usullerle zapt u rapt altına alamayı başarmışlardı. 
.../...


V.
İran-Irak savaşında her iki tarafın da aslında mağlup çıktı.  Bu arada Batıdan alınan silhla nisbeten tüketilmiş oldu.  Bu da yeniden, hem de daha fazlasıyla silah tüketmek anlamına geliyordu.  Ayrıca bölge ülkeleri arasında devamlı körüklenen bir karşılıklı güvensizlik psikozu işin tuzu biberi oluyordu.  Bu durumu gören Suudistan ve Kuveyt de hem İsrail hem de Irak’a karşı silahlanma yarışına girdi.  Eşeğine gücü yetmeyen Saddam Hüseyin, politikada üç top bilardo  mantığını bilmediğinden, Kuveyt’i işgale kalkınca Batı ve İsrail birkaç kazancı biden elde etti.  Öncelikle Kuveyt ve Suudistan, 1973ten sonra anormal derecede fiyat artışlarıyla oluşan servetlerinin bir kısmını (100 milyar dolar civarında) Batı’dan aldıkları ve daha kullanmayı bilmedikleri yüksek teknoloji silahları almak suretiyle tekrar batıya iade etmiş oldu.  Kalanını ise bölgedeki istikrarsızlıktan dolayı Batı banka ve ekonomilerine aktardılar.    Ayrıca bu silahların kriz sonrasında imha edilmesi de Suudistan, Kuveyt ve Irak’ın kendisine fatura edildi.  Ayrıca bu ülkeler arasındaki ihtilaf ve savaşları kullaan İsrail dünyanın her tarafındanRusya ve Afrika dahilyahudi göçmen ithal etti.  BE çoğalmalı ve arzı tahakküm altına almalıydılar.  Yahova öyle istiyordu.  Bunun finansmanını ise ABD’den verfi mükelleflerinden tahsil ettiği  yıllık standart yardımlarla ve iyi değerlendirdiği tarihsel ve aktüel mazlumiyet ve mağduriyet psikozunu kullanarak yaptı.  Yerleşimin genişlemesi yeni alanlarla olacaktı ve onu da İsrail Filistin aleyhine  yeni alanlar açarak yaptı. Savaşı da iyi kullanan İsrail Irak’tan gelen üç Scud füzesine sessiz kalmak karşılığında fazladan bir 10 milyar daha kopardı ABD’den.  Yıllık standart 3 milyar dolarlık ödeme ve savaştan dolayı 7 milyar dolarlık borç silinmesi de cabası idiki Mısır da bu imkandan yararlandı. 
Körfez Savaşından en karlı çıkan ülke İsrail oldu.  Hem Irak belasından uzun dönemli olarak kurtulmuş, Suriye ve Türkiye ile siyasi durumunu tahkim etmiş ve ekonomik olarak da sıçrama yapmıştı.   Bu arada Erbakan hükümeti ile çok stratejik anlaşmalar yaptı İsrail.   Öylesine ileri gittiki İsrail aradan geçen yarım asırlık süreye rağmen Almanya’da 8 milyar marklık tazminat koparma çabalarında etkin rol oynadı.  Ayrıca Ermenilere tarihsel taktiklerini öğreterek kendilerinin muvaffak olduğu katliam iddialarını ve tazminat meselesini onların da alması için perde gerisinde destekledi.  Bunun sonucu Ermenistan yine aldığı taktiklerle işgal ettiği Karabağ’da müstahkem oldu.  Karadağ’da ise daha başka oyunlar devam ederken Türkiye sadık bir NATO üyesi olarak ne bir yardım talebinde bulundu ne de en azından BM’den uğradığı zararları tazmin edebildi.  Batı’ya gözünü diken Türkiye’nin prestijperest Doğu’lu tarafı nüksetmişti.   Özal’ın ifadesiyle biz “yardım değil, ticaret yapmak istiyor” idik.  Pirinçle beraber bulgurdan da olduğumuz gibi, Arz-ı Mev’ud’un Türkiye’nin güney-doğusunu da kapsadığını ya bilmeyecek kadar gafil ya da maksatlı olarak o ifadeyi BE’nı selamlarken kullanacak kadar hain bir tini mini hanım başbakanla Kenan ülkesinden Kenan ülkesine muhabbetler taşıdık.  Bu arada Demirel döneminde Azeriler’i bırakıp Ermenistan’a yiyecek ve enerji yardımında bulunduk.  Bunların arkasında elbette bizim gibi ahmakların anlayamayacağı kadar büyük hikmetler vardır.  Büyük devlet böyle olunur herhalde.  İsevileşen bir dış siyaseti Musevileşen bir bölgenin emrine vermek demekti bu.  İkinci bir filistin, ikinci bir Ortadoğu meselesi böylece kendi canımızdan kendi kanımızdan  insanlara Lenin özentili, aslında büyük Matruşka Lenin’in küçüğü bir Azeri çobanın da katkılarıyla giydirildi.  Ve bunun yapanlar elbetteki haysiyetli, şerefli ve hikmetli insanlardır.   Türkiye’nin daha önceleri olduğu gibi 1,5 milyon peşmergeye ev sahipliği yapması, Irak ile artık yapamadığı ticaretinden ve petrol boru hattından hem kira bedeli olarak hem de petrol alımlarından hem de alacaklı olduğu paraları tahsil edememekten kaynaklanan birkaç on milyar dolarlık zararını tazmin için üç kadar önce belirlenen tutar, basının es geçtiği tutar ise 5 milyon doların da altında bir miktar oldu.  Özal’ın ruhu şad olsun, büyük adamlar büyük hatalar ile maluldürler!  Hüseyin’in yerinde kalması ise muhtemelen İngiliz önerileri doğrultusunda Irak’ın çobanını imha etmek sonucu bizzat sürü ile uğraşmak zorunda kalma endişesi ile oldu.  Eski Sovyet cumhuriyetlerinde ise ABD ve İsrail Türkiye kartının getirdiği kolaylıklarla rahatça cirit ve polo oynadı.   Özetle 90lı yıllarda kazananlar Balkanlar ve Ortadoğudaki “ötekiler”le beraber Türkiyenin de kayıp ettiği, Amerikan siyasetinin kazandığı, fakat Amerikan vergi mükellefinin kaybettiği ve Amerikan siyaseti ve ekonomisi ve siyasetini kullanan İsrail’in kazandığı yıllar oldu.  Bu arada Almanya belirgin bir şekilde eski Roma sınırlarını siyaseti ve ekonomisini kullanarak zorlamaya başlamış ve Irak’taki yönetim boşluğundan yararlanan savaş sonrası de facto durum itibariyle ortaya çıkan bir iki  kürtçü kuklanın  oyun bahçelerini genişletmesi de bir başka gelişme idi. 
Özetle Globalizmle ortaya çıkan durum bunlar oldu.  Balkanlarda 100 binlerce insanın katliam ve zulümlere maruz kalması akabinde önce Avrupa’yı aciz konumuna indirgeyip sonra müdahale ederek “deus ex machina” rolüyle hem savaşları azaltıp sonra da Balkanlarda mevzilenme işini gerçekleştiren Amerika oldu.   Öyleki vaktiyle Kanada ve baba ocağı İngiltere dahi Amerikan güdümünde gel-gitlerle siyaset güderek, kaybolan prestij ve etkinlik alanlarını genişletme çabasına giriştiler.  Azeri-Ermeni çatışmaları  Azeriler aleyhine girerken, beynelmilel satranç tahtalarından Çeçenistan ve Afganistan yedek oyuncu statüleriyle  ne ölen ne olan konumlarıyla hayatlarına devam ettiler.  11 eylül 2001 olayları akabindeki gelişmelerle ise daha önce Ortadoğu’nun sınırları, önce Kafkaslar sonra, vaktiyle Rambo’nun desteğiyle Ruslara karşı duaran Afganistan’a kadar genişletilmiş oldu.  “Özgürlük Savaşçıları” bir anda kanlı katillere dönüşüverdi yine.  Ortadoğu petrolleri yanında, Ortaasya’nın vaktiyle Rusya’nın sömürdüğü yearltı kaynaklarına da şimdiden ipotek koymak zamanı gelmişti.  Ayrıca burasının Afganistan olamsının ayrı bir önemi vardı.  Türkmenistan, Kazakistan, Hindistan ve özellikle Çin’e yakın v buraları kontrol edebilecek yeni “outpost” ve “checkpoint”ler gerekliydi.  Bunun için açık gerekçeler yoksa gerekçeler yaratılırdı.   Saddam da ABD’nin ışığını fecr-i sadık sanmamışmıydı.  Kapitalizmin temel düsturu “ihtiyaç yoktur, ihtiyaç yaratılır” değil miydi?  
Ortadoğu ve Uzakdoğu ekonomileri, Çin ekonomisi haricinde özellikle so üç yıldır zor anlar yaşamakta idi.  Öncelikle kaplanlığa soyunan ekonomilerin sarsılması, sonra bunun Rusya ve Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilere sıçraması, bu ülkelerdeki politik çalkantılar ve örtülü dikta ve oligarşiler  demos’u bir tarafa atıp kratos ile ile işlerini kotarma yönünde avatajlar sağlarken bir başka yanlışlığı da ortaya koyuyordu ki bu da Globalizmin misyonerliğini yapan liberalizmin henüz keşfini beklemektedir.  O da eski Sovyetleri yıkan aşırı merkeziyetçilik derken, Sovyet Blokunu bu açıdan yani Blok içi merkeziyetçilikten dolayı haklı olarak eleştirenlerin aslında Globalizmin oluşturduğu haleler ve ekonomik uydulaşmalarla bu kez dünya ekonomisinin Amerika odaklı bir genel çöküşe gitme tehlikesi ortaya çıktı.  Komunist merkeziyetçilikten kapitalist merkeziyetçiliğe geçişin adı oldu Globalizm.
VI.
İşin bu arada diğer bir tarafı da “üçüncü dünya” yaftasıyla psikolojik
olarak olarak çökmüş, saman alevi gibi parlayıp sönen,ekonomik ve siyasi
gelişmeleri neredeyse durmuş ülkeler tarafı var ve bir de bu ülke
”aydınları.” İşte bu arada çok ilginç olaylar çıkıyor karşımıza. Denilir
ki Sezar’ın öldürülmesindeki ana etken doğu diktatörlüklerine temayül etmesi
ve bunu sonucu olarak da Senato’yu lağvetmeye kalkışmasıdır. Doğu’da Sezar
halkların monarşik liderlere nasıl sitayiş gösterdiği, hatta tapındığını
görmüştür. O da bunları bir muzaffer komutan olarak aynen görmek
istemiştir. En azından Şekspir’in Jül Sezar adlı oyununda buna atıflar
vardır. Antoni ve Kleopatra’da benzer olayların Antoni’yi kendisine
katıksız aşık eden Kleopatra’nın (Mısır-Doğu) bağlamında ilişkilerinde de
görmek mümkündür ki Antoni’nin sonunu hazırlayan da bu olmuştur. O Antoni
ki halkı koskoca bir Senato’ya karşı kalkı ayaklandırmayı bilmiştir.
The Last Emperor filmindeki gibi bir durum söz konusudur. Filmde son kralın
gözleri o kadar zayıflamıştır ki İngiliz hocası ona doktora görünmesi ve
mutlaka bir gözlük takması gereğinden bahseder. Fakat saraydaki ulular buna
kendi öngörüleri doğrultusunda karşı çıkarlar. Nihayet kral gözlüğü takmaya
başlar, etrafını daha iyi grömektedir artık, ama bir İngiliz’in gördüğü
gibi. Haliylei tavrıyla, alışkanlıklarıyla herşeyiyle Doğu’da doğmuş, ama
Batı’lı biri gibi. Ve sonrası çöküş başlar... Kutsal Şehrin mahremiyeti
bozulur ve sürügüne kadar, piyon olmaya gider işin sonu. Bu aslında
Robinson’un Cuma’ya kendini tanıtması, ona İngilizce öğretme sahnesinin yeni
bir “mis-en-abim” le sunulmasıdır.
Bu alaturka girişten sonra, şunu söylemek gerekir ki, özellikle İngiltere,
Fransa ve Almanya tarihi ilgileri ve çıkarları hasebiyle Ortadoğu ve
Uzakdoğu’yu iyi tanımakta olup hatta dolaylı olarak idarecilerini bir misyon
bağlamında eğitip bölgede kendi çıkarlarını da korumuşlardır. Öte yandan
Amerika ise, Ortadoğu’yu klasik kılıfların içine girmeden tanımakta,
İsrail’in dürbünüyle izlemektedir bölgeyi. Bu arada en yoğun bilgilenmeyi
Körfez Krizi sırasında yaşadı ABD. Savaş öncesinde CN gibi haber
kanallarından—ki o zaman daha “objektif” idi—Saddam Hüseyin’in diktatör
olduğu ve “demokratik” Kuveyt idaresini alaşağı etmek sonra Suudistan’ı
ilhak etmek istediğinden bahsedilirken, bölgenin tarihçesi de kısaca
anlatılmıştı. ABD halkı genelde bölgeye giden askerleri bir diktatör
elinden diğer diktatörleri kurtarmak değil, “demokrasi” için gittiklerini
sanıyorlardı. Durum böyle olunca medyanın düzenlediği kamuoyu
yoklamalarında halkın desteği Saddam’a karşı önlem alınması yönünde oldu.
Bu dönem aslında Amerika’ya öğrettiği “American Creed” ile bağdaşmayan çok
şeyler olduğu görünüyor. Ki bazı kavramlar Amerikan halkında katıksız bir
şekilde kulak kabartılması gelen kavramlardır. Anayasal haklara ve gerçek
manada hatta faalasıyla şüpheci bir mantıkla hazırlanan Anayasa ve kuvvetler
ayrılığı ilkelerine dair inançlar gibi. Vaktiyle çok çektikleri hususlardan
tekrar muztarip olmamak, yani tarihten ders almak gibi. İşte bu nedenledir
ki çevrilen onca zafer ve kahramanlık filmine rağmen ve hatta Körfez
Savaşındaki uzaktan kumandalı zaferine rağmen “Vietnam sendromu” tam
atlatılamamamıştır Amerika’da.
11 Eylül 2001de özellikle Amerikan kapitalizmi ve militarizmine
yöneltilen menfur saldırılar sonrasında ise Amerika’da çok ilginç bir
olaylar zinciri gelişti. Üçüncü dünya ülkelerindekine benzer bir tarzda
halkı adeta devlet ve medya eliyle bir paranoyak ve hipokondriyak
propoganda mekanizması işletildi önce. Sonra bunun tabii sonucu olarak
insanlarda meşhur “American Values” retoriği içinde Bush Blues dinletildi.
Böylesi bir durumda milletlerin sarılacakları zaten iki temel değer vardır:
din ve devlet. Normalde toplumsal yaşamda hissedilmeyen devletin varlığı
Amerika’da itfaiyecisinden, pilotuna kadar bir dizi kahramanlar üreten ve
hepsinin üstüne New York Belediye Başkanı ve onun da üstünde-aslında
herşeyin üstüne-Bush’u oturtan bir mekanızmaya dönüştü. Bush’un söz ve
tavırlarını iyi tahlil edenler onda bir Kaddafi, bir Saddam Hüseyin görmeye
başladılar. Gelişmelerden sonra Bush Amerikan tarihindeki “Imperial
President” statüsünü elde etti birden. Artık Kongre’nin noterliğini yapan
bir başkan değildi o. O kadar uğraşıp da Temsiciler Meclisi veya Kongreye
kabul ettiremediği bir dizi kanun ya da kararı bir çırpıda geçiriyor,
Bible’den alıntılar yaparak Usame Bin Ladin’e meydan okuyor ve taki
süflörleri hatasını hatırlatana kadar meseleyi kendisi ve Bin Ladin arasında
bir düello olarak göüyor, ve rakibini gafletiyle kahramanlaştırıyor,
umutsuzluğa umut gibi bakanlarca bayraklaştıtılmasına yol açıyordu.
Yenilerde bu düşmanın adı “el-kaide ve taliban” olarak değiştirildi.
Birileri ona dünyanın bu tarafında insanların sıkıştıkça kendilerini mağdur
edenlere daha çok sığındığını fısıldamıştı sanki. Aslında Babasının yaptığı
hata da aynı idi. Sandı ki, Irak toplumunu açlığa, ilaçsızlığa, yalnızlığa,
sefalete mahkum edince millet ayaklanıp Saddam’ı devirecek ve olaylar
kendiliğinden çözülecek. Halbuki olanlar bu durumıun tersini gösterdi ve
Baba Bush ve dönemin Batılı savaş koalisyonu liderleri hepsi bir şekilde
gitmiş, ama Saddam hatta kendisine rağmen ayakta ve iktidarda kalmıştı.
Doğu mahrem çobanı, na-mahrem kahyaya tercih ederdi. Üstelik çobanın
sopasına, dipçiğine alışmışlık vardı....
Amerikan’ın bir üçüncü dünya ülkesi (ÜDÜ) psikozuna girdiğini gösteren
pekçok gösterge vardı. Öncelikle ABD istihbaratının bu olaydan haberdar
olmaması, kasıtlı ve kasıtsız olarak ilgili yerlere bildirmemesi, ya da
yeterince inandırınıcı olamaması dolayısıyla hükümet ya da istihbarat
kanallarındaki tıkanıklık. Ayrıca Mossad’ın kesinliği henüz belli olmayan
bir haberi ki o da Mossad’ın bu olayı önceden haber almasına rağmen ya
ilgili yerlere iletmek yerine kendi sulbünden insanlara heber vererek onları
tehlikeye karşı koruması. Sonra Mossad ve CIA arasına mekik dokuyan
ajanların varlığı ve Mossad’ın ABDnin içinde mesela CIA’den daha iyi haber
oluyor olması ki bu ABD için daha vahimdir. Anlamı da ABD’nin de Mossad’ın
yakın markajında olduğu anlamına gelir.
Diğer ÜDÜ psikozu daha ne olup bittiğini tam anlamadan 9/11 olaylarına dair
çıkan belli belirsiz, ama hem ticari hem siyasi amaçlara hizmet ettiği
aşikar olan haberler.... Bir dehşet havasıyla Bush’un uçaklar kaçırılıp
emniyete alındığı haberleri dolaştı önce. Esasen Bush sonraki ateşli
konuşmalarını, maruz kaldığı söylenen bu tehlikenin büyüklüğü ile yaptı.
Üçüncü olarak, bunların akabinde Bush’un “war” battle” ve crusade gibi
talihsiz ifadeleri kullanması, aslında Körfe Savaşında halkın desteğini
kaybetme endişesi ile ve milli ve dini temalara vurgu yaparak yeniden güç
toplama arzusunda olan Saddam Hüseyin’in durumuna benzedi. Bunu ülke
çapında yayın yapan CNN ve FOXnews gibi televizyonlarda mantık ve muhayyile
zorlar tarzda bir psikozla Şeytanın avukatını oynamaları. Şükür ki Susan
Sontag ve G. Cohen gibi akademik ve etik kurallara göre hareket eden
insanlar, akıl ve izanı tahlile dönüştürerek medyatik militarizme puan
vermediler. Medya Ortadoğu liderlerine nasıl borazanlı yapıyorsa ABD’de de
aynı mantıkla hareket etmeye başlamıştı. Sanki Ortadoğu bu yaklaşık bir
asırlık makus talihinin intikamını Tutankamon’un Esrarı’ndaki gibi kendisine
zulmedenleri kendisine benzeterek alıyordu.
Gitgide durum Thomas Carlyle’ın o güzel tahlilleri yaptığı Heroes and
Hero-worship adlı kitabındaki kahramanlara adeta nazire ve şerhe
sayılabileek mahiyette blediye başkanlarından, itfaiyecilerden kahramanlar
yaratma eyilimin dönüştü. Kahramanlar arasına küçük çocuklardan, uçak
yolcularına, posta dağıtıcılarına kadar uzanan bir elvan tufanı da karıştı.
Bush medya desenfarmasyonu, teatral taktik ve retorik oyunları ile, Kutsal
Kitap’tan alıntılar ve Amerikan tarihine referanslar ile birdenbire o
beceriksiz, konuşmaktan aciz, hata medya karşısında adaylığı sırasında
Çin’in, Afganistanın ve Pakistanın devlet ya da hükümet başkanlarının
adlarını bilmekten aciz ve aczini kaparmak için karşısındaki televizyon
mensubuna karşı sorular sorarak gol atmak isteyen, başkanlığı süresince
ekonomiyi devamlı kötüye götüren ve 10 aylı başkalnlığı sürecinde Amerikan
Merkez Bankasını 9 defa faiz indirimine gitmeye zorlayan, tüketici güven
endeksini yüzde seksenlere kadar indirmeye vesile olan uygulamarını, başkan
seçilmesimesindeki şaibelere ekleyen bir Bush bin Bush gitmiş, yerine
Emperyal Başkanlık yapmak isteyen, bir çırpıda 400 milyar dolarlık savunma
ve şirketlere para aktarma amacına yönelik para pompalayan ve her defasında
fedakarlık ve Amerikan ideallerini öne çıkaran pastoral bir elbisesiz
imparator gelmişti. Hele bir keresinde Kongrede konuşurken etrafındakilere
”nasıl söyledim ama” dercesine göz atması ve yine “İngiltere den daha gerçek
dostumuz hiç olmadı” diye kendisini dinleye Blair gerçekten çok bir şekilde
pohpohlaması vardı ki evleri şenlikti.
Bu arada Amerikan medyasına açık bir sansür uyugulanmaya başlandı. ABD
bayrağı Tvlerde boylu boyunca dalgalanmaya başladı. CNN daha 9/11 olayının
ertesi sabahı çeşitli şirketlere reytingi arttğın dair istatistikler
gönderip reklam pastasından yeni paylar kapmaya çalışıyor, onun rakibi olan
FOXnews kanalı ise bunun pek ahlaki birşey olamdığını söylerken kendisi de
aynı şeyi yapmaktan ekinmiyor, naklen telefon bağlantıları, “Bu adamları
bombalayıp yerle bir edelim” laflarına kadar kapsamlı bir mizansen içinde
haber aktarıyor, Oreilly gibi sunucular bu vaşa muhalif olanları engizisyon
mahkemelerinde yargılıyor, aşağılıyor, onları gülünç durumu düşürmek,
ridiküle etmek için ellerinden geleni kamera gerisine bırakmıyorlardı. Kimi
konuşmacılar önce Ortadoğu diktalarının, sonra İslam dünyasının liderlerinin
tamamının temizlenmesi ve buraların işgal edilmesi gerektiğine dair
hezeyanlara dahi kaptırdılar kendilerini.
Citizen Kane ve Mr. Smith Goes to Washington isimli filmlerde medya/siyaset
ilşkisinin hangi iğrenç boyutlara daha önceleri görmüştü Amerikan halkı. O
kadar kültürlerine işleyen “masumiyet” temasının nasıl dönüşümlere
uğrayabileceğini, Siege filminde ABD’nin nasıl bir Nazi Almanyasına
dönüştüğünü, Enemy of the People’da, yeni vizyon giren Sword Fish’te
seyretmiş, Kennedy cinayeti ve Watergate skandallarında bizzat yaşamıştı.
Öylesine içiçe girmiştiki sinema ve gerçek hayat, hangisinin hangisi
olduğunu anlamak bile güçleşmişti. Ama “cadı avları” Amerikkan kültürünün
ta Puritan geçmişinden beli aşina olduğu gerçekledi. İlk cadılar
kadınlardı, sonra erkekler geldi, sonra katolikler, sonra yeni göçmenler ve
özellikle Çinli ve Latin ırkları, Toriler, hainler, ama mütemadiyen
siyahlardı. Sonra ekonomik ve siyasi cadı avları ve nihayet ırki cadı
avları ve şimdi dini olanlar.
Bush döneminde “vergi mükellefi” “decent(=mazbut)” Amerikan vatandaşlarına
bakışın nasıl olduğunu düşünülünce normalde daha aktif/reaktif olan ve
uyanık profi çizen Amerikan halkının ÜDÜ vatandaşlarının korku ve sinme
psikozuna çabucak bürünüverdikleri ve hatta vatandaşlıktan tebaalaşmaya
indirgendiği bir sürece girildi. ÜDÜ kendisini değiştirme iddiasıyla yola
Global ekononomi ve siyasetin Babil’i Amerika’yı kendisine iyice benzetmişti
sonunda. Bu metodolojiyi de “şeref,” “kahramanlık,” “dindarlık” belagatı ve
illetli ve saldırgan bir tarzda sanki BE’nin, Netanyahu ve Şaron’un eline
tutuşturduğu bir manipulasyon manuel’i ile yapıyor gibi izlenimlere yol
açacak derecede ileri giderek yaptı. Bush İliad’ın ilk altı kitabını belki
okumuş, ama sonraki altı kitabı okumamıştı. Red Badge of Courage, For whom
the Bell Tolls ve Emerson’un Self-Reliance’ını okumuş, Thoreau’nun “Civil
Disobedience” adlı eserini okumamıştı. Makyavel’in Prens’ini okumuş, Paul
Kennedy’nin The Rise and Fall of Great Powers adlı eserini okumuş,
Huntington’un The Clash of Civilizations adlı eserini okumuş, ama onun daha
önce yazdığı Politics of Disharmony adlı kitabını okumamıştı. Şekspir’in
Üçüncü Riçırd eserini okumuş, ama Jül Sezarı ve Makbet’i okumamıştı.
Franklin’in Otobiyografisini okumuş, ama onun yarı ironik uslupta kaleme
aldığı, “Savage”lar hakkındakii makalesini okumamıştı. Durum böyle olunca
Powell’ın asker olmasından gelen nisbeten ihtiyatlı davranışlarına ve
sözlerine rağmen, Bush kendisi gibi iktidarı ve ekonomisi kan kaybeden
İngiltere’yi de yanına alarak Neyanyahu’nun süflörlüğünü yaptığı,
ezberlemekte bile acizlik gösterdiği bir üç perdeli piyese gönüllü “Braggard
soldier” rolüyle soyundu. Susan Sontag’ın New Yorker’da 24 eylül 2001’de
”totaliter” ve “immature” diye adlandığı bu rol tam anlamıyla Amerikan’ın
mezarlıktan geçerken ıslık çalmak tarzında psikolojik gelgitlerle, taktiksel
vurkaçlar, belagat cambazlıkları ile devam edegeldi. Hem önemsemez bir
tavırdı bu düşman karşı, hem de onun beslediği bir korkuyla bir çıkış yolu,
yeni frontierlara doğru yelkenler fora edildi. Türkiye, Suudistan,
Özbekistan ve Pakistan burada şah ve mata giden yolda istimal ve fedası
mümkün “aktan”lardı. Şah’ın ülkesi de artık cübblerinin iticiliğini
kabullenmişcesine bir değişiklik ihtiyacıyla ve henüz karar veremediği bir
”acaba Tacikler’in akıbeti ne olur” tavrıyla işe yaklaşırken, Bush’un Çin’e
bizzat giderek destek istemesi çok manidar belagat taktikleri ile adeta
geçiştirildi, bol bol dolaylı tehditler ve al gülüm ver gülüm stratejileri
çizildi. Putin de Putince davrandı tabii. Çin’in Tibet ve Uygur meselesi
ile yükselen muhalefet, Putin’in ise Kafkasya meselelerini dile getirmesi de
bunların bir parçası idi. Türkiye için Amerika ne derse zaten doğru idi.
Bu ülkelerde halklar ise, Tarkan’ın son kasetini asırlardır içselleştirmiş
hayatlar sürmekte idiler. Ortadoğu’dan yola çıkılarak, sorun klonlama
deneylerine hazırlandı dünya. İkinci mekan Kafkasya ve üçüncü mekan ise
Uzakdoğu olacaktı. Ve Rambo’nun “özgürlük savaşcısı” insanlar, bir filmi
bizzat kendilerine “Afganistan’ın Kahraman Halkına ithaf olunur” diye biten
filmin devamını çekmeye başladı Amerika, yanındaki figüranları da yedeğine
alarak. Ve halkların nazarında hep bir “hikmet” beklentisi ile otomatik
kabüller özdeşleşip Kabil’e yağdı denizden ve havadan. Kahraman
Amerikalılar “korkak” taliban ve destekçileri Afgan halkına hadlerini
bildirecekler ve Vietnam’ım rövanşı alınacaktı. Artık herşey değişmiş ve
”hiçbirşey eskisi gibi” olmayacaktı.
ÜDÜ belirtileri aslında siyasi olarak da hanedana dönüşen bir yapılanmayla
ortaya çıkmıştı Amerika’da. En son örnekleri Kennedy ve Bush’lar idi.
Potansiyel olarak da Bay Klintın sonrasına talip olan Bayan Klintın.
Kardeşten kardeşe, babaan oğula, eşten eşe, derken Doğu diktaları mantığı
ABD ‘de iyice yer tutmaya başladı.
Aşil’in Topuğu, Nemesis ve Demokles’in Kılıcı 14 Eylül 2001
Metin Boşnak
12 Eylül tarihi Türkler için ne kadar aziz hatıraları olan kutsal bir günü temsil ediyorsa, 11 Eylül tarihi de Amerika için hafızalardan silinmeyecek bir günü özellikle Amekilalıların yüreklerine ve beyinlerine kazıyacak gibi görünüyor. Anglo-Amerikan kültür ve tarihine yıllardır hizmet etmekte olan biri olarak bendeniz “Yas Günü” ilan edilen ve hassaten bir müslüman din adamının besmele ile başlattığı, Kur’an’dan ayetlerle devam ettirdiği 14 eylül tarihinde birçok tanıdıktan taziye telefon ve mesajları aldım. Bunu düşünen ve gerçekleştiren veya düşünüp de gerçekleştiremeyen bütün dostlara teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca bu vehameti açık olaydan dolayı Allah’tan Amerikan halkına sabır, tevekkül ve sağduyu niyaz ederim. Bu yazının amacı elbette sadece bu değil. Bu olayın arkasında ve geleceğinde neler olduğuna dair mümkün olduğu kadar gözyaşı akıtmadan, lanetler savurmadan, birilerine yaranma arzusu gütmeden, bazı tahlillerde bulunmaktır.
I.          Terör ve Savaş ve “Ebedi” Değişim Retoriği
Öncelikle 11 Eylül 2001 günü meydana gelen bu olay bir “terör” hadisesi midir yoksa bir “savaş” mıdır bir tahlil etmek gerekiyor. 11 eylül tarihinde Başkan Bush dahil pek çok yetkili ağız defalarca Dünya Ticaret Merkezi (DTM) kuleleri ve Pentagona (P), kaçırılan uçaklarla yapılan saldırıları “savaş” olarak nitelendirdi. Uluslararası politika uzmanları bu terminoloji değişikliğinin sadece bir semantik kaymadan ibaret, ya da sadece anlık hezeyanlarla telaffuz edilen sözler olmadığını bilirler. Bu diplomatik jargondaki değişiklik aslında “terör” denilen melanetin o mahalli olarak algılanan ve aslında amacına ulaşamayacığını bilmesine rağmen kitlelere mesaj vermek, onları sindirmek maksadına yönelik olan, bunu yaparken de “bugün başkasına, yarın bana” çağrışımlarını kullanmak suretiyle bizzat mahalli halkların korku ve şuuraltı rahatsızlıklarını kullanarak devlet bazındaki yapılanmalara onların yapacağı tasavvur edilen baskılarla, öne sürülen şartlar veya yapılan talepleri kabul ettirme, devlet yapılarının aciz kaldıklarını şuuraltındaki–ister etnik, ister dini, ister ekonomik olsun-başka arayışlara sevketmek ister, bunu yaparken de terör odakları, kendilerini zaman içinde siyasi muhatap olarak ve güç olarak kabul edilmesini hedefler. Türkiye’de PKK, İngiltere’de IRA, İspanya’da Bask gibi gruplar-tarihi, kültürel yapıları, finans kaynakları, amaç ve eylem metodları farklı olmasına rağmen-bu tür yapılanmalar içinde olan gruplardır. Bu anlamda terör grupları gangster ve mafya yapılanmalarından ayrılırlar.[1] Amerika’nın dünya çapında kimi “terörist” grupları gizli veya alenen desteklediği, hatta şu an can düşmanı olan Saddam Hüseyin’in cüssesinden yaptığı Frankeştany’nın yazarı olduğu, Şu an zan altında olan Usame bin Ladin’in de aslında Amerika’dan büyük lojistik destekler aldığı ve hatta Amerika’nın sevdiği tedhişçilerin adının terörist sevdiklri ve milli çıkarlarına hizmet edenlerin ise “freedom-fighter” (özgürlük savaşçısı) olduğu bilinen gerçekler arasındadır. Filistinde mütecavize karşı şaklabanlar liderliğinde mücadele edenler terörist, Küba’dakiler terörist, ama Çindeki Tiananmen Meydanı ve IRA tedhişçileri, mesela, Amerika’da hem medya desteği buldu, hem de ileriye yönelik olarak sallanan Demokles kılıcı gibi sallanageldiler. Avrupa ise binbir türlü kılıf ve taktiklerle PKK’nın arkasında bulundu hep. Yani terör’ün habisi ve iyi huylusu yokken, bu ayrımları yapmak, zamanı gelince haklılık noktalarını kaybetmesine neden olur insanlar ve devletlerin. Nemesis’in kuralları daima geçerlidir.
Öte yandan “savaş” kavramı jeo-politik ve coğrafi açılardan çıkar çatışması içinde girmiş milletler ve devletlerin ordularını kullanarak, ağır silahlar kullanmak suretiyle, yenme-yenilme, ele geçirme, ilhak veya zaptetme strateji ve amaçlarına göre yapılan ve genelde onbinler ve milyonlara varan oranda ölümle sonuçlanan ve sonunda bir karşılıkla andlaşma olan fiziki ve psikolojik çatışma yekününü ifade eder. Bu anlamda ordular ve sınırlar farklı olup sınır ötesi ordu ve silah kullanımı söz konusudur.[2] Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı Powell olayın daha ilk gününden itibaren “savaş” kelimesini, “act of war” veya diğer “war” kombinasyonlarını kullandılar. Terörist teşkilarla muhatapları arasında asimetrik, savaş tarafları arasında nisbi bir simetrik güç dağılımı vardır.
Bu tür ciddi bir ifadenin uluorta kullanılması mümkün olmadığından şuurlu zihin kuşatması mantığına hizmet ettiği aşikardır. Bu kelimeyi kullanmakla yetkililer salı günü meydanı olayı diğer terörist faaliyetlerden tefrik etmek istiyorlardı. Amerikan halkının genel olarak zaten kısmen iç siyasetle ilgili, dış ile tamamen ilgisiz olduğunu biliyorlardı. İnsanların her gün dünyanın bir tarafından gelen terör ve katliam haberlerine kayıtsız kalmak ya da hiç seyretmemek suretiyle kendi hayatlarından bağımsız olarak algıladıkları olaylar serisi geliyordu. Ara sıra Dresden, Coventry, Hiroshima gibi yerlerdeki “masum sivillerin öldürüldüğü”ne kulak kabartsa da Amerika’lı için hem ülkenin isole olmasından hem güçlü oladuğuna dair inançlarından dolayı kendisine hiç olamayacak felaketler ve katliam görüntüleri idi onlar. Amerika’da suç oranı yüksekti, ama terör hemen hiç yoktu. Gerçi kimi tarikatların eylemleri olmuştu, ama bunlar mahalli düzeyde kalmıştı. Bunlardan en önemlisi tam üç ay önce idam edilen Oklahoma bombacısı Timothy McVeigh’in yakalanması sırasında ortaya çıkmıştı. 19 Nisan 1995 tarihinde 168 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalama eylemini gerçekleştiren Timothy McVeigh, FBI’ın eylem tarihinden şüphelenip iz sürmesiyle yakalanmıştı. Federal hükümetin 19 Nisan 1993 tarihinde Waco’da bir tarikat çiftliğine yaptığı baskında ölen arkadaşlarının intikamını almak için Amerikan tarihinin en önemli terör eylemlerinden birini gerçekleştirmişti McVeigh. İki olayın da aynı ay ve güne rastlaması, FBI ajanlarının kuşkulanmasına sebep olmuş ve McVeigh yerine Ortadoğulu terör örgütleri üzerine yoğunlaşmalarının hata olduğunu göstermişti. Sonuç olarak Oklahoma bombalamasının gerçekleştirildiği 19 Nisan tarihinin sembolik anlamı çok büyük bir terör olayının çözülmesini sağlamıştı.
11 Eylüldeki saldırı Amerikan militarizmi ve kapilalizmini hedef alan saldırılardı. Yetkili ağızlar sık sık bunun Amerikan “halkının hayat tarzına” ve “hürriyetine,” “Amerikan demokrasisine” yapılan bir saldırı olarak nitelerken, aslında ne olup bittiğini henüz anlamayan Amerikan halkına ön telkinlerle ve zihin ve ruhi filtrelerinin askıya alındığı bir anda, bu durumu öyle algılamaları gerektiği şeklinde yönlendirme yaparak Bush’un arkasında olamayan halk desteğini yüzde doksanlara üç gün içinde çıkaracak bir başarılı içe yönelik diplomasi ve retorik örneği sergilediler. Daha sonra atılacak ve muhatabı tam belli olmayan ve aynı zamanda diplomatik jargonların tersine savaş naralarının alt yapısı hazırlandı ve olayın üçüncü gününde Bush daha öceden kendisini pek çok konuda zorlayan Kongre’den ilk adımda 40 milyar dolarlık “savaş harcaması” olarak ödenek geçirtti. Bu para elbetteki şu anda zor günler yaşayan Amerikan silah sanayiine yarayacaktır. Halbuki daha önceleri bilimsel kurgu mantığını hakikate dönüştürmek amacıyla planlanan Yıldız Savaşları projesinin devamını getirmek için kongre hem de geçen aylarda Bush’a karşı çıkmıştı. Uzun yıllara yayılacak olan bu “savaş” uzun dönemli hem Amerika hem de güvenlik korkuları olan olan ülkeleri daha fazla silah ve güvenlik harcamalarına itecektir. İşin belagat ve hakikatlarını devletlerin politilkalarını halkların hassasiyetlerinden ayrırark görmek gerekiyor.
11 Eylül sabahı ABD’de mesai saati ile birlikte başlayan intihar uçuşları, öncelikle ev içi ve ferdi mahremiyetine çok müptela olan Amerika’yı sadece ev değil ülke mahremiyetlerini de bozacak bir tarzda planlanmış, Amerika’yı iyi bilen Amerikalı’yı iyi tanıyan teröristlerce planlanmıştır. Sadece DTM ve P gibi biri ‘dünya ticaretinin kalbi’, diğeri ise ‘ulusal güvenliğin beyni’ olmakla övünen iki stratejik noktayı vurmakla kalmadı terör, aynı zamanda bütün istihbarat hesaplamalarını ve güvenlik sistemlerini de altüst etti. Hatta öyle ki, bütün dünyayı şoke eden bu akıl almaz saldırının her şeyden önce süper güç Amerika’ya çaresizlik duygusu tattırmayı hedeflediği açıklandı. 4 bin özel istihbarat uzmanıyla ‘her taşın altına bakılacağını’ açıklayan FBI, şu ana kadar 2 bin bulguya ulaştığını ve her türlü ihtimali mercek altına aldığını duyuruyor. Bir yandan uçağı kaçıran saldırganların kimliğini tespit etmeye çalışırken diğer yandan saldırının nedenini açıklayabilecek şifreli mesajları değerlendiriyor. Olayın ilk gününden bu yana en çok da saldırının zamanlaması üzerinde duruyor. 11 Eylül sabahı gerçekleşen saldırıların özel bir anlam taşıyıp taşımadığını araştırıyor.
IV. Tabiiki senfonide asli unsur çok fazla müzik aleti olması değil bu aletlerin uyum içinde oluşturacakları  bir  harmoniyi yakalamaktır. Ve işte burada büyük devlet olmanın ve gerçek anlamda bir devlet geleneğinin Amerika’da ne kadar otutup oturmadığı sorusu gündeme geliyor.  (Bu yazıların ne “oh olsun, gördün mü? bak!” diye kendi aczini bazan intikam duygularıyla Allah’a havale, bazan da kendilerine hiçbir maliyet yüklemeden kendi adlarına bu işi kotaranları intikam melekleri veya “Firavun sarayında büyüyen Musa” mesellerine teşbihle rahatlayıp ne Firavun ne Musa olmayı beceremeyenler, ne de “vah tüh!” edalı timsah gözyaşlarıyla ilgisi yoktur. Batı’yı Batı gibi algılamak lazım.  En azından burada doğulu teraneler döktürmeden.   İşin ilginci burada Amerika epey bir doğulu, levanten veya Akdenizli psikoljisiyle hareket ediyor, bunu yaparken de Amerikan bağımsızlık şavaşı retoriğine sık sık müracaat ediyor.  Öyleki hem Ahidlerden yaptığı iktibaslar hem de hamaset uslubu nedereyse tıpatıp o dönem ki Jefferson, Thomas Paine gibi yazarların lügatlarının tekrarı. Değişen sadece düşman: İngiltere gitmiş, yerini adı yarı konumuş bir düşman var ortada.  Nitekim şaşkınlık ve dehşetle karışık bir gaflet hamburgeri konuyor dünyanın önüne. Başkan George W. Bush, Beyaz Saray´da eşi ile gazetecilerin karşısına çıkarak, kafaları karıştıran sözler sarfetti dün. Bush, konuşmasında şunları söyledi:
”Yeni bir düşmanla karşı karşıyayız. Barbar bir kişi. Uçakları masum insanların bulunduğu binalırın üzerine sürüyor. Biz hukuk devletiyiz ve saldırı altında bir devletiz. Bu kötüler hala var. Böyle bir barbarlık tarihte çok az görüldü. İntihar bombacıları uçakları kaçırıp saldırıyorlar ve toplumumuzu yakıyorlar.
Amerikan uçaklarını ele geçirip masum insanları katleden yeni bir kötülükle karşı karşıyayız. Bunları anlıyoruz.  Amerikan halkı da anlıyor artık. Bu bir Haçlı seferi... Bu terörle mücadele bir zaman sürecek ve Amerikalılar sabırlı olmalı. Ben de sabırlı olacağım. Ben kararlıyım, Hedefimden dönmeyeceğim, odağımdan sapmayacağım. Sadece bunların adalet önüne çıkarılması değil, onlara yardım ve yataklık edenlerin de adalet önüne çıkarılması için mücadele edeceğiz. Ki çocuklarımız 21. yüzyılın sonuna kadar yaşayabilsinler. Benim yönetimim kararlıdır. Sorumluları bulmak ve Adalet önüne çıkarmak ve Amerika´ya bunu yapanlardan hesap sormak amacındayım. Bu insanlar ve bu insanlara destek verenler özgürlüğü istemiyorlar.
Bu uzun süreli bir harekat olacak ve Amerikanın kaynaklarını kullanarak bu harekatı kazanacağız. Büyük bir devi uyandırdılar ve hataya tahammül yok. Bizimle birlikte olan dostlarımızla beraber gereken her şeyi yapacağız ve terörizmi dünyadan sileceğiz. Dünyaya en güçlü ulus olduğumuzu göstereceğiz. Usame Bin Ladin´in birinci derece de zanlı olduğundan şüphemiz yok. Terörizmi dünyadan söküp atacağız. Pakistan lideri gerçekten büyük bir dayanışma gösterdi. İsteklerimizi olumlu karşıladı. Ülkemize yardım edecek ve biz bu düşmanları inlerinden çıkartmamıza yardım edecek. Hindistan, Rusya ve bir iki yıl önce kimsenin hayal edemeyeceği ülkelerle birlikte hareket edeceğiz.”  İşte bu belagat taktiklerini bir “discourse” analizine tabi tutmak gerekiyor. 
Yer Beyaz Saray (BS) ve Bush ve eşi, normalin aksine (en azından Clintonların birlikle boy göstermeleriniyle kıyaslanırsa) beraberler gazececiler karşısında.  BS Amerika’nın, onlar ise Amerikalıların  o her başkan ya da başkan adayını hemn aklına sıçrayıveren meşhur  “aile değerlerini” yani aile içi dayanışmayı dolayısıyla külliyyen Amerikalıların örnek alacakları bir toplumsal modelini temsil ediyorlar.  Bu mutlu örnek çiftin tabi olarak yüzdelik oranda terslik eden bir vaziyete binaen birlikteliği dostluk karşısında bu düşmanca tavırı daha da bir gün yüzüne fırlatıyor.  Ayrıca hem erkek hem kadın nüfusa karşı ayrı ayrı onlar onore edilerek anlatılacak olaylar.  (Bunu Çiller ve Yılmaz’da arasıra yaparlar. Kardak fatihesi milleti iyi LPGlemişti o zamanlar.  En tabii olanı Özallarınkiydi.  Kıbrıs fatih/es/i Ecevitler ise her türlü romantizmden üç havaalanı uzakta, şirket ortaklarını ve tam anlamıyla bir “dayanışmayı” temsil ediyorlar.  Hele Hac-ı Bektaş şenliklerindeki sahneler aklıma geliyor da...) uzaklık Düşmanın “yeni” olması daha önce hem Amerika içindeki hem dünyadaki, artık kanıksanmış veya gına getirmiş olan örgütlerden ayırmak ve geleneksel aşinalıkla gelen ülfeti kırarak bir teyakkuz haline geçirmek insanları.  Bunu için  “düşman” gibi askeri bir terimde özellikle kullanılıyor ki terör daha mahalli kalmasın bu arada mesele tam bir “milli” mesele olarak algılansın diye.  Ayrıca düşmanın büyüklüğü-eğer taktik değilse- istihbarat ve ajanlık faaliyetlerindeki gafletin büyüklüğü oranında olunca tahtırevalli mantığıyla biri diğerini aşağı çeker.  Dikkatle yukarı çıkana yöneltilir.  Neredeyse köşe bucak saklanmaya çalışılan bir başkan, o anları unutmaya ve unutturmaya çalışıyor gibi.  Belki bundan dolayı sık sık kullanılan “korkak” lafları pelesenk oldu ağızlarda.  Hani şu yansıtma dedikleri mesele...
“Barbar” kelimesi en az 2500 yıllık bir tarihi muhtıra bigi ardından geliyor.  Eski Yunandan günümüze uzanan bir süreç içinde bu “kendi haricinde” herkesi ve herşeyi ötelemenin adı bu.  Medeniyetin kesinlikle karşıtı değil. 
Tabiiki senfonide asli unsur çok fazla müzik aleti olması değil bu aletlerin uyum içinde oluşturacakları  bir  harmoniyi yakalamaktır. Ve işte burada büyük devlet olmanın ve gerçek anlamda bir devlet geleneğinin Amerika’da ne kadar otutup oturmadığı sorusu gündeme geliyor.  (Bu yazıların ne “oh olsun, gördün mü? bak!” diye kendi aczini bazan intikam duygularıyla Allah’a havale, bazan da kendilerine hiçbir maliyet yüklemeden kendi adlarına bu işi kotaranları intikam melekleri veya “Firavun sarayında büyüyen Musa” mesellerine teşbihle rahatlayıp ne Firavun ne Musa olmayı beceremeyenler, ne de “vah tüh!” edalı timsah gözyaşlarıyla ilgisi yoktur. Batı’yı Batı gibi algılamak lazım.  En azından burada doğulu teraneler döktürmeden.   İşin ilginci burada Amerika epey bir doğulu, levanten veya Akdenizli psikoljisiyle hareket ediyor, bunu yaparken de Amerikan bağımsızlık şavaşı retoriğine sık sık müracaat ediyor.  Öyleki hem Ahidlerden yaptığı iktibaslar hem de hamaset uslubu nedereyse tıpatıp o dönem ki Jefferson, Thomas Paine gibi yazarların lügatlarının tekrarı. Değişen sadece düşman: İngiltere gitmiş, yerini adı yarı konumuş bir düşman var ortada.  Nitekim şaşkınlık ve dehşetle karışık bir gaflet hamburgeri konuyor dünyanın önüne. Başkan George W. Bush, Beyaz Saray´da eşi ile gazetecilerin karşısına çıkarak, kafaları karıştıran sözler sarfetti dün. Bush, konuşmasında şunları söyledi:
”Yeni bir düşmanla karşı karşıyayız. Barbar bir kişi. Uçakları masum insanların bulunduğu binalırın üzerine sürüyor. Biz hukuk devletiyiz ve saldırı altında bir devletiz. Bu kötüler hala var. Böyle bir barbarlık tarihte çok az görüldü. İntihar bombacıları uçakları kaçırıp saldırıyorlar ve toplumumuzu yakıyorlar.
Amerikan uçaklarını ele geçirip masum insanları katleden yeni bir kötülükle karşı karşıyayız. Bunları anlıyoruz.  Amerikan halkı da anlıyor artık. Bu bir Haçlı seferi... Bu terörle mücadele bir zaman sürecek ve Amerikalılar sabırlı olmalı. Ben de sabırlı olacağım. Ben kararlıyım, Hedefimden dönmeyeceğim, odağımdan sapmayacağım. Sadece bunların adalet önüne çıkarılması değil, onlara yardım ve yataklık edenlerin de adalet önüne çıkarılması için mücadele edeceğiz. Ki çocuklarımız 21. yüzyılın sonuna kadar yaşayabilsinler. Benim yönetimim kararlıdır. Sorumluları bulmak ve Adalet önüne çıkarmak ve Amerika´ya bunu yapanlardan hesap sormak amacındayım. Bu insanlar ve bu insanlara destek verenler özgürlüğü istemiyorlar.
Bu uzun süreli bir harekat olacak ve Amerikanın kaynaklarını kullanarak bu harekatı kazanacağız. Büyük bir devi uyandırdılar ve hataya tahammül yok. Bizimle birlikte olan dostlarımızla beraber gereken her şeyi yapacağız ve terörizmi dünyadan sileceğiz. Dünyaya en güçlü ulus olduğumuzu göstereceğiz. Usame Bin Ladin´in birinci derece de zanlı olduğundan şüphemiz yok. Terörizmi dünyadan söküp atacağız. Pakistan lideri gerçekten büyük bir dayanışma gösterdi. İsteklerimizi olumlu karşıladı. Ülkemize yardım edecek ve biz bu düşmanları inlerinden çıkartmamıza yardım edecek. Hindistan, Rusya ve bir iki yıl önce kimsenin hayal edemeyeceği ülkelerle birlikte hareket edeceğiz.”  İşte bu belagat taktiklerini bir “discourse” analizine tabi tutmak gerekiyor. 
Yer Beyaz Saray (BS) ve Bush ve eşi, normalin aksine (en azından Clintonların birlikle boy göstermeleriniyle kıyaslanırsa) beraberler gazececiler karşısında.  BS Amerika’nın, onlar ise Amerikalıların  o her başkan ya da başkan adayını hemn aklına sıçrayıveren meşhur  “aile değerlerini” yani aile içi dayanışmayı dolayısıyla külliyyen Amerikalıların örnek alacakları bir toplumsal modelini temsil ediyorlar.  Bu mutlu örnek çiftin tabi olarak yüzdelik oranda terslik eden bir vaziyete binaen birlikteliği dostluk karşısında bu düşmanca tavırı daha da bir gün yüzüne fırlatıyor.  Ayrıca hem erkek hem kadın nüfusa karşı ayrı ayrı onlar onore edilerek anlatılacak olaylar.  (Bunu Çiller ve Yılmaz’da arasıra yaparlar. Kardak fatihesi milleti iyi LPGlemişti o zamanlar.  En tabii olanı Özallarınkiydi.  Kıbrıs fatih/es/i Ecevitler ise her türlü romantizmden üç havaalanı uzakta, şirket ortaklarını ve tam anlamıyla bir “dayanışmayı” temsil ediyorlar.  Hele Hac-ı Bektaş şenliklerindeki sahneler aklıma geliyor da...) uzaklık Düşmanın “yeni” olması daha önce hem Amerika içindeki hem dünyadaki, artık kanıksanmış veya gına getirmiş olan örgütlerden ayırmak ve geleneksel aşinalıkla gelen ülfeti kırarak bir teyakkuz haline geçirmek insanları.  Bunu için  “düşman” gibi askeri bir terimde özellikle kullanılıyor ki terör daha mahalli kalmasın bu arada mesele tam bir “milli” mesele olarak algılansın diye.  Ayrıca düşmanın büyüklüğü-eğer taktik değilse- istihbarat ve ajanlık faaliyetlerindeki gafletin büyüklüğü oranında olunca tahtırevalli mantığıyla biri diğerini aşağı çeker.  Dikkatle yukarı çıkana yöneltilir.  Neredeyse köşe bucak saklanmaya çalışılan bir başkan, o anları unutmaya ve unutturmaya çalışıyor gibi.  Belki bundan dolayı sık sık kullanılan “korkak” lafları pelesenk oldu ağızlarda.  Hani şu yansıtma dedikleri mesele...
“Barbar” kelimesi en az 2500 yıllık bir tarihi muhtıra bigi ardından geliyor.  Eski Yunandan günümüze uzanan bir süreç içinde bu “kendi haricinde” herkesi ve herşeyi ötelemenin adı bu.  Medeniyetin kesinlikle karşıtı değil. 
Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Baba Bush, Yeni Dünya Düzeninin başladığına dair zafer sarhoşluğuyla karışık bir heyecanı bütün dünyaya ilan etti.  Bu açılışın kurdelasını Bush Körfez Savaşı ile kesti.  Buradan alacağı yedek destekle Bush ikinci defa seçilmeyi garanti edecekti, fakat uzun süredir ülkede yıllık ortlama 400 milyar dolarlık bütçe açığı Japonya ve Avrupa ülkeleri lehine büyümekte idi.  Amerikan halkı Vietnam psikozunu atmak amacıyla elde edilen bu tek kale maç zaferinden memnundu, ama  öyte yandan vergiler, sağlık ve eğitim konusunda yani kendilerine materyal anlamda daha doğrudan ulaşacak imkanlara da susamışlardı.  Alım gücü ve ücretleri uzun zamandan beri düşen halkı Saddam’ım Kuveytteki “demokrasiye” yaptığı saldırıyı önlemek için sergilenen askeri kahramanlıklar da avutmuyordu.   İşin bir ilginç yanı da yapılan bazı anketlerde Amerikalı kadınların azımsanmayacak bir oranda Saddam Hüseyin’i “yakışıklı” veya “sexy” buldukları ortay çıkıyor, CNN de bunları açıklıyordu. Savaş yüzünden artan petrol fiyatları ve onların genel fiyatlara yansıması zaten epey rahatıana düşkün Amerikan halkını rahatsız etmişti.  Bu nedenle herşeye rağmen Bush değil Clinton’u başkan seçtiler.  Saddam Hüseyin savaşı, Bush da seçimleri kaybetti.  Baba Bush’un seçimleri kaybetmesinde 1989 yılında oğlunun Savings and Loans Bank’tan birkaç milyar dolarlık yolsuzlukta oğlunun payının da var olduğunu sanıyorum.   Bir başka etken de Bush’un İsrail’i iyiden iyiye himaye etmesi ve bunun vergi mükelleflerinde rahatsızlık yaratması.
      Zaten apolitik bir toplum olan Amerikan halkının Clinton’a aslında toplam nüfusun yüzde 10-13 arasında bir yere oturan seçmen kitlesi talip oldu.  Bu durum sinematik Reaganizmin uluslararası reel politik Reaganizme dönüşen Amerikan  emellerinden vazgeçmek anlamına gelmiyordu.  Uluslararası hatta gezengenlerarası  kovboyluk projesinin askıya alınması değildi mesele.  Clinton silah ve askeri yatırımlarını azaltmak daha rantable olarak güvenlik bütçesini kullanmak yönünde hareket ederek bütçede doğrudan halka yarayacak bütçelere ağırlık verdi.  Zaten oy kullanma oranı seçmen nüfusunun yüzde kırkbeşini geçmeyen Amerika’da onun sunduğu bu model Amerikan jandarmalığı hülyasını reddetmek değildi, ama vergi mükelleflerine daha çok göz kırpmak, gelirlerin çalışanlar lehine kullanılmasından bahsederek, başkanlık yarışlarında daha genç ve dinamik görüntü vererek, daha önce Dukakis’in düştüğü hatalara düşmeden, kendisine yöneltilen sorulara şerbetin dozunu iyi ayarlayarak cevaplar verdi.  Daha halkçı bir başkan modeli çizdi kanvaslara.  Eşindeki kozmetik değişiklikleri de stilist ve estetisyenler vasıtasısla halledip daha bir imaj tamamladı.  Ne de olsa Amerikan halkında bu çifte standartlar vardı.  Kendileri ayrı, çocuksuz ve yerine göre “liberal” ve “libertine”hayatlar” sürseler de Başkanlarından hep “american values,”  “family values,” ve tarih şuuruna sahip olmalarını isterdi.  Hatta “George Washinton hayatında hiç yalan söylemediği” için   Başkanlarının da bu sünneti takip edenlerden olmasını isterlerdi.  Yalan ile politik konuşmalar, retorik ve tedbir istihdamını ise karıştırmamak lazımdı.  Ayrıca Clinton’da J.F. Kennedy’i andıran bir şeyler vardı sanki. Gerçi Kennedy’ler Katolik’ti ve seçim kampanyalarında bu konuda epey tacizlerle karşılaşmışlardı, ama Kennedy bu salvoları atlatmış ve başkanlığı sırasında da Rusya ile yapılacak  muhtemel bir savaşı makul ve soğukkanlı bir tavırla politik ve stratejik manevralarla engellemişti. 
        Bir tarafta ekonomik anlamda çökmüş, politik anlamda can çekişen eski Sovyetler bir tarafta staflasyona kendini kaptıran, siyasal yolsuzluklarla boğuşan Japonya, yılda yüzde sekizlik ortalama kalkınma hızıyla Çin, Helmut  Kohl’un büyük çabalarıyla hızlanan Avrupa Birliği, geri kalmışlığın bacağını kırdığı sanılan Uzak Doğu Kaplanlarına dair haberlerle umut saçan ülkeler, Petro dolarları silaha ve savaşın faturasına tahvil eden bir ortadoğu ile geçti 1990lı yıllar.   Amerikan ideolojisinin evrensel boyutlara ulaşması için adına globalizm denilen bir yeni dünya düzeni dünyayı kültürel halı bombardımanına tutmaya başladı bu yıllarda.  En etkili silahları Amerikan yeme içme alışkanlıkları ve Amerikan sineması ve internet teknolojisi oldu.  Bir taraftan kimi kolaylıkları beraberinde getirdi bu oluşumlar, diğer taraftan ise sinsi bir popüler kültürün kutsal hazinelerini taşıdılar dünyaya.   Ya bu kültür aynen ithal edilmeli ya da onların yerlileştirilmiş uygulamaları yoluyla kabul ettirilmeli idi.   Global köy kavramı etrafına dolanan çitlerden örülü bir korumalı alan oluştu.  Bu dönemde retoriğin önemi iyice artmaya başladı.  Yeni dünya düzeni ile dünyanın daha iyi bir düzene akan billur sularda kulaç atması değil, suların akışkanlığı itibarı ile, aynı retorikte iki defa yıkanılmyacağı anlamında idi.  Bu düzen dünyanın seçtiği değil Amerika’nın dünyaya dayattığı bir düzen idi.  Artık bütün dünya Romantik sosyalizmde ve pastoral islamcılıkta olduğu gibi aslında Fransız devriminden beri anıtlaşan, ama Fransızların da mutluluğuna vesile olmayan bir özgürlük, eşitlik, refah paylaşımı, milli devletlerin ortadan kalkması, uluslararası sermayenin engelsiz dolaşımına zemin hazırlayacak bir mantıkla milli hükümetlerin diskalifiye edilmesi, düşmanlıkların ortadan kalkacağına dair naif argümanları berber getirdi.  Ne de olsa Amerika Rusya’dan daha demokratik bir tarihe sahipti. İyi Kötü ve Çirkin’in aktörleri devletlere tekabü ediyordu aslında. Kimin kim olduğuna dair fikri salınım ve entellektüel kaldıraçlar ve tahtırevalliler milli ve ferdi ideolojik oryantasyonlarla alakalıydı.  Bu argümaları da popüler kültürün tarihçileri popüler olarak veriyordu.  Kavramın seçilmesinde başka etkenler de vardı elbette.  Öncelikle “Globalizm” in kavram olarak bir kavrayıcılığı vardı.  Bütüncül bir eksen anlayışını ifade ediyordu.  Eskiden var olan kutupları yok sayıyordu.  Fakat zimnen “kutb-ul aktab” olarak Amerikayı gösteriyordu.  İkincisi dünyanın küçüklüğüne işaret ederken bu küçüklüğü aslında herkes için geçerli bir gelişme olarak pazarlamıyordu.  Kurtlardan arta kalan ceylan karkasında sırtlanların semirmesinin meşrulaştırıyordu.    Öte yandan “Batılılışma” kavramı  hem eskimiş hem de daha bir Avrupa’ya dönük bir tarihi istikameti yine tarihsel kalıntıları ve çağrışımlarıyla ifade ediyordu.  Kolonizasyon ise yazıla çizile  epey itici bir kavram haline gelmiş, Batı’da  bile yer yer eleştirilerle  gölgelenmiş, hatta kirlenmişti.  Özelllikle sosyalist-çevreci-yeşilci mantıkta insanlarca “asli günah”ı haline dönüştürülmüştü.  Post-struktüralist düşünce, önce Marxism, sonra Feminizm, Yeni Marxizm ve yeni Freudianizmin verilerini, modernizmle gelen anlayışları yıkmak için kullanırken bu teoriler milli ve ferdi olan uyugulama sahalarından çıkarılmış milletlerarası bir platforma taşınan unsurlarıyla Doğu-Batı, Ben-Öteki kavramlarıyla yenş disiplinlerin oluşmasına da yol açmıştı. Milli ve milletlerarası Darwinizm tayfları taşıyan  bu denklemde Batı, Patron, Beyaz Protestan erkek bir tarafta Doğu, emekçi, Beyaz kadın ve her cinsten  siyah ırk ve ırk gözetmeksizin bütün “öteki” unsurlar diğer tarafta idi. Alt tabakalarında ekonomik, cinsi ve medeni, mezhebi ve kültürel ayrımları da olan  bu denklemin bir ucu da Tevrattaki tanrı Yehova, diğer tarafta ise Yılan=Şeytan vardı.   Bunları görenlerin ve zihinsel tomografi cihazı—elektriğini Amerikan elektrik şirketinden alsa da-iyi çalışan  Edward Said gibi Araf’taki sığınağında çile dolduran bir akademisyen vardı.  Onlar da ne İsa ya ne Musa’ya yaranabildiler.1   
Globalizmin üzerinde önemle durduğu bir başka husus da bir gün yeraltı kaynakları, özellikle enerji kaynaklarının bir tükeneceği düşüncesi ile gelen bir irkilişle bu kaynakların, ülke haritalarını yine Batılı ülkelerin cetvelle çizdikleri ülkelerin şeyhlerine ve buralarda daha köklü kültürel ve siyasi geçmişi olan başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerine bırakılmaması idi.  Daha 19. asırda nüfus artışı ve kaynakların bir gün biteceğine dair tezler John Stuart Mill vb. Yazarlar tarafından ifade edilmişti.  O halde geriye ya “yeniden dönüşüm” yani “recycle” yöntemiyle kaynakların yeniden değerlendirilip işlenmesi, ya alternatif kaynaklara yönelme ya da bu kaynakların kullanımında ya da bu kaynakların kullananların azaltılması kalıyordu.  Enerji güç demekti, yeni sermaye demekti, hakimiyet demekti.   1970lerde Arapların petrol konusunda çıkardıkları problemler unutulmamış idi.  Önceleri Batılı şirketlerin işlettiği petrol yatakları, onların mutlak hakimiyetlerinden çıkmasa da millileştirmeler ve şeyhlerin daha çok elde edebileceklerine dair yanılsamaları ile birleşmeleri, OPEC ülkelerinde fiyat artırmaları neticesi Amerika ve diğer ülkelerden daha tasarruflu arabalar üretimi ve kullanılmasını gündeme getirmiş, alternatif enerjiler denenmeye başlanmıştı, ama en azından şimdilik pettol en rantable enerji türü idi.  Kapilalazmin ruhuna aslında aykırı olan tasarruf politikaları da ödenen dolarları makul düzeye çekmiş, öte yandan uluslararası aktörler ilgili ülkeleri yumuşak usullerle zapt u rapt altına alamayı başarmışlardı. 
.../...


V.
İran-Irak savaşında her iki tarafın da aslında mağlup çıktı.  Bu arada Batıdan alınan silhla nisbeten tüketilmiş oldu.  Bu da yeniden, hem de daha fazlasıyla silah tüketmek anlamına geliyordu.  Ayrıca bölge ülkeleri arasında devamlı körüklenen bir karşılıklı güvensizlik psikozu işin tuzu biberi oluyordu.  Bu durumu gören Suudistan ve Kuveyt de hem İsrail hem de Irak’a karşı silahlanma yarışına girdi.  Eşeğine gücü yetmeyen Saddam Hüseyin, politikada üç top bilardo  mantığını bilmediğinden, Kuveyt’i işgale kalkınca Batı ve İsrail birkaç kazancı biden elde etti.  Öncelikle Kuveyt ve Suudistan, 1973ten sonra anormal derecede fiyat artışlarıyla oluşan servetlerinin bir kısmını (100 milyar dolar civarında) Batı’dan aldıkları ve daha kullanmayı bilmedikleri yüksek teknoloji silahları almak suretiyle tekrar batıya iade etmiş oldu.  Kalanını ise bölgedeki istikrarsızlıktan dolayı Batı banka ve ekonomilerine aktardılar.    Ayrıca bu silahların kriz sonrasında imha edilmesi de Suudistan, Kuveyt ve Irak’ın kendisine fatura edildi.  Ayrıca bu ülkeler arasındaki ihtilaf ve savaşları kullaan İsrail dünyanın her tarafındanRusya ve Afrika dahilyahudi göçmen ithal etti.  BE çoğalmalı ve arzı tahakküm altına almalıydılar.  Yahova öyle istiyordu.  Bunun finansmanını ise ABD’den verfi mükelleflerinden tahsil ettiği  yıllık standart yardımlarla ve iyi değerlendirdiği tarihsel ve aktüel mazlumiyet ve mağduriyet psikozunu kullanarak yaptı.  Yerleşimin genişlemesi yeni alanlarla olacaktı ve onu da İsrail Filistin aleyhine  yeni alanlar açarak yaptı. Savaşı da iyi kullanan İsrail Irak’tan gelen üç Scud füzesine sessiz kalmak karşılığında fazladan bir 10 milyar daha kopardı ABD’den.  Yıllık standart 3 milyar dolarlık ödeme ve savaştan dolayı 7 milyar dolarlık borç silinmesi de cabası idiki Mısır da bu imkandan yararlandı. 
Körfez Savaşından en karlı çıkan ülke İsrail oldu.  Hem Irak belasından uzun dönemli olarak kurtulmuş, Suriye ve Türkiye ile siyasi durumunu tahkim etmiş ve ekonomik olarak da sıçrama yapmıştı.   Bu arada Erbakan hükümeti ile çok stratejik anlaşmalar yaptı İsrail.   Öylesine ileri gittiki İsrail aradan geçen yarım asırlık süreye rağmen Almanya’da 8 milyar marklık tazminat koparma çabalarında etkin rol oynadı.  Ayrıca Ermenilere tarihsel taktiklerini öğreterek kendilerinin muvaffak olduğu katliam iddialarını ve tazminat meselesini onların da alması için perde gerisinde destekledi.  Bunun sonucu Ermenistan yine aldığı taktiklerle işgal ettiği Karabağ’da müstahkem oldu.  Karadağ’da ise daha başka oyunlar devam ederken Türkiye sadık bir NATO üyesi olarak ne bir yardım talebinde bulundu ne de en azından BM’den uğradığı zararları tazmin edebildi.  Batı’ya gözünü diken Türkiye’nin prestijperest Doğu’lu tarafı nüksetmişti.   Özal’ın ifadesiyle biz “yardım değil, ticaret yapmak istiyor” idik.  Pirinçle beraber bulgurdan da olduğumuz gibi, Arz-ı Mev’ud’un Türkiye’nin güney-doğusunu da kapsadığını ya bilmeyecek kadar gafil ya da maksatlı olarak o ifadeyi BE’nı selamlarken kullanacak kadar hain bir tini mini hanım başbakanla Kenan ülkesinden Kenan ülkesine muhabbetler taşıdık.  Bu arada Demirel döneminde Azeriler’i bırakıp Ermenistan’a yiyecek ve enerji yardımında bulunduk.  Bunların arkasında elbette bizim gibi ahmakların anlayamayacağı kadar büyük hikmetler vardır.  Büyük devlet böyle olunur herhalde.  İsevileşen bir dış siyaseti Musevileşen bir bölgenin emrine vermek demekti bu.  İkinci bir filistin, ikinci bir Ortadoğu meselesi böylece kendi canımızdan kendi kanımızdan  insanlara Lenin özentili, aslında büyük Matruşka Lenin’in küçüğü bir Azeri çobanın da katkılarıyla giydirildi.  Ve bunun yapanlar elbetteki haysiyetli, şerefli ve hikmetli insanlardır.   Türkiye’nin daha önceleri olduğu gibi 1,5 milyon peşmergeye ev sahipliği yapması, Irak ile artık yapamadığı ticaretinden ve petrol boru hattından hem kira bedeli olarak hem de petrol alımlarından hem de alacaklı olduğu paraları tahsil edememekten kaynaklanan birkaç on milyar dolarlık zararını tazmin için üç kadar önce belirlenen tutar, basının es geçtiği tutar ise 5 milyon doların da altında bir miktar oldu.  Özal’ın ruhu şad olsun, büyük adamlar büyük hatalar ile maluldürler!  Hüseyin’in yerinde kalması ise muhtemelen İngiliz önerileri doğrultusunda Irak’ın çobanını imha etmek sonucu bizzat sürü ile uğraşmak zorunda kalma endişesi ile oldu.  Eski Sovyet cumhuriyetlerinde ise ABD ve İsrail Türkiye kartının getirdiği kolaylıklarla rahatça cirit ve polo oynadı.   Özetle 90lı yıllarda kazananlar Balkanlar ve Ortadoğudaki “ötekiler”le beraber Türkiyenin de kayıp ettiği, Amerikan siyasetinin kazandığı, fakat Amerikan vergi mükellefinin kaybettiği ve Amerikan siyaseti ve ekonomisi ve siyasetini kullanan İsrail’in kazandığı yıllar oldu.  Bu arada Almanya belirgin bir şekilde eski Roma sınırlarını siyaseti ve ekonomisini kullanarak zorlamaya başlamış ve Irak’taki yönetim boşluğundan yararlanan savaş sonrası de facto durum itibariyle ortaya çıkan bir iki  kürtçü kuklanın  oyun bahçelerini genişletmesi de bir başka gelişme idi. 
Özetle Globalizmle ortaya çıkan durum bunlar oldu.  Balkanlarda 100 binlerce insanın katliam ve zulümlere maruz kalması akabinde önce Avrupa’yı aciz konumuna indirgeyip sonra müdahale ederek “deus ex machina” rolüyle hem savaşları azaltıp sonra da Balkanlarda mevzilenme işini gerçekleştiren Amerika oldu.   Öyleki vaktiyle Kanada ve baba ocağı İngiltere dahi Amerikan güdümünde gel-gitlerle siyaset güderek, kaybolan prestij ve etkinlik alanlarını genişletme çabasına giriştiler.  Azeri-Ermeni çatışmaları  Azeriler aleyhine girerken, beynelmilel satranç tahtalarından Çeçenistan ve Afganistan yedek oyuncu statüleriyle  ne ölen ne olan konumlarıyla hayatlarına devam ettiler.  11 eylül 2001 olayları akabindeki gelişmelerle ise daha önce Ortadoğu’nun sınırları, önce Kafkaslar sonra, vaktiyle Rambo’nun desteğiyle Ruslara karşı duaran Afganistan’a kadar genişletilmiş oldu.  “Özgürlük Savaşçıları” bir anda kanlı katillere dönüşüverdi yine.  Ortadoğu petrolleri yanında, Ortaasya’nın vaktiyle Rusya’nın sömürdüğü yearltı kaynaklarına da şimdiden ipotek koymak zamanı gelmişti.  Ayrıca burasının Afganistan olamsının ayrı bir önemi vardı.  Türkmenistan, Kazakistan, Hindistan ve özellikle Çin’e yakın v buraları kontrol edebilecek yeni “outpost” ve “checkpoint”ler gerekliydi.  Bunun için açık gerekçeler yoksa gerekçeler yaratılırdı.   Saddam da ABD’nin ışığını fecr-i sadık sanmamışmıydı.  Kapitalizmin temel düsturu “ihtiyaç yoktur, ihtiyaç yaratılır” değil miydi?  
Ortadoğu ve Uzakdoğu ekonomileri, Çin ekonomisi haricinde özellikle so üç yıldır zor anlar yaşamakta idi.  Öncelikle kaplanlığa soyunan ekonomilerin sarsılması, sonra bunun Rusya ve Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilere sıçraması, bu ülkelerdeki politik çalkantılar ve örtülü dikta ve oligarşiler  demos’u bir tarafa atıp kratos ile ile işlerini kotarma yönünde avatajlar sağlarken bir başka yanlışlığı da ortaya koyuyordu ki bu da Globalizmin misyonerliğini yapan liberalizmin henüz keşfini beklemektedir.  O da eski Sovyetleri yıkan aşırı merkeziyetçilik derken, Sovyet Blokunu bu açıdan yani Blok içi merkeziyetçilikten dolayı haklı olarak eleştirenlerin aslında Globalizmin oluşturduğu haleler ve ekonomik uydulaşmalarla bu kez dünya ekonomisinin Amerika odaklı bir genel çöküşe gitme tehlikesi ortaya çıktı.  Komunist merkeziyetçilikten kapitalist merkeziyetçiliğe geçişin adı oldu Globalizm.
VI.
İşin bu arada diğer bir tarafı da “üçüncü dünya” yaftasıyla psikolojik
olarak olarak çökmüş, saman alevi gibi parlayıp sönen,ekonomik ve siyasi
gelişmeleri neredeyse durmuş ülkeler tarafı var ve bir de bu ülke
”aydınları.” İşte bu arada çok ilginç olaylar çıkıyor karşımıza. Denilir
ki Sezar’ın öldürülmesindeki ana etken doğu diktatörlüklerine temayül etmesi
ve bunu sonucu olarak da Senato’yu lağvetmeye kalkışmasıdır. Doğu’da Sezar
halkların monarşik liderlere nasıl sitayiş gösterdiği, hatta tapındığını
görmüştür. O da bunları bir muzaffer komutan olarak aynen görmek
istemiştir. En azından Şekspir’in Jül Sezar adlı oyununda buna atıflar
vardır. Antoni ve Kleopatra’da benzer olayların Antoni’yi kendisine
katıksız aşık eden Kleopatra’nın (Mısır-Doğu) bağlamında ilişkilerinde de
görmek mümkündür ki Antoni’nin sonunu hazırlayan da bu olmuştur. O Antoni
ki halkı koskoca bir Senato’ya karşı kalkı ayaklandırmayı bilmiştir.
The Last Emperor filmindeki gibi bir durum söz konusudur. Filmde son kralın
gözleri o kadar zayıflamıştır ki İngiliz hocası ona doktora görünmesi ve
mutlaka bir gözlük takması gereğinden bahseder. Fakat saraydaki ulular buna
kendi öngörüleri doğrultusunda karşı çıkarlar. Nihayet kral gözlüğü takmaya
başlar, etrafını daha iyi grömektedir artık, ama bir İngiliz’in gördüğü
gibi. Haliylei tavrıyla, alışkanlıklarıyla herşeyiyle Doğu’da doğmuş, ama
Batı’lı biri gibi. Ve sonrası çöküş başlar... Kutsal Şehrin mahremiyeti
bozulur ve sürügüne kadar, piyon olmaya gider işin sonu. Bu aslında
Robinson’un Cuma’ya kendini tanıtması, ona İngilizce öğretme sahnesinin yeni
bir “mis-en-abim” le sunulmasıdır.
Bu alaturka girişten sonra, şunu söylemek gerekir ki, özellikle İngiltere,
Fransa ve Almanya tarihi ilgileri ve çıkarları hasebiyle Ortadoğu ve
Uzakdoğu’yu iyi tanımakta olup hatta dolaylı olarak idarecilerini bir misyon
bağlamında eğitip bölgede kendi çıkarlarını da korumuşlardır. Öte yandan
Amerika ise, Ortadoğu’yu klasik kılıfların içine girmeden tanımakta,
İsrail’in dürbünüyle izlemektedir bölgeyi. Bu arada en yoğun bilgilenmeyi
Körfez Krizi sırasında yaşadı ABD. Savaş öncesinde CN gibi haber
kanallarından—ki o zaman daha “objektif” idi—Saddam Hüseyin’in diktatör
olduğu ve “demokratik” Kuveyt idaresini alaşağı etmek sonra Suudistan’ı
ilhak etmek istediğinden bahsedilirken, bölgenin tarihçesi de kısaca
anlatılmıştı. ABD halkı genelde bölgeye giden askerleri bir diktatör
elinden diğer diktatörleri kurtarmak değil, “demokrasi” için gittiklerini
sanıyorlardı. Durum böyle olunca medyanın düzenlediği kamuoyu
yoklamalarında halkın desteği Saddam’a karşı önlem alınması yönünde oldu.
Bu dönem aslında Amerika’ya öğrettiği “American Creed” ile bağdaşmayan çok
şeyler olduğu görünüyor. Ki bazı kavramlar Amerikan halkında katıksız bir
şekilde kulak kabartılması gelen kavramlardır. Anayasal haklara ve gerçek
manada hatta faalasıyla şüpheci bir mantıkla hazırlanan Anayasa ve kuvvetler
ayrılığı ilkelerine dair inançlar gibi. Vaktiyle çok çektikleri hususlardan
tekrar muztarip olmamak, yani tarihten ders almak gibi. İşte bu nedenledir
ki çevrilen onca zafer ve kahramanlık filmine rağmen ve hatta Körfez
Savaşındaki uzaktan kumandalı zaferine rağmen “Vietnam sendromu” tam
atlatılamamamıştır Amerika’da.
11 Eylül 2001de özellikle Amerikan kapitalizmi ve militarizmine
yöneltilen menfur saldırılar sonrasında ise Amerika’da çok ilginç bir
olaylar zinciri gelişti. Üçüncü dünya ülkelerindekine benzer bir tarzda
halkı adeta devlet ve medya eliyle bir paranoyak ve hipokondriyak
propoganda mekanizması işletildi önce. Sonra bunun tabii sonucu olarak
insanlarda meşhur “American Values” retoriği içinde Bush Blues dinletildi.
Böylesi bir durumda milletlerin sarılacakları zaten iki temel değer vardır:
din ve devlet. Normalde toplumsal yaşamda hissedilmeyen devletin varlığı
Amerika’da itfaiyecisinden, pilotuna kadar bir dizi kahramanlar üreten ve
hepsinin üstüne New York Belediye Başkanı ve onun da üstünde-aslında
herşeyin üstüne-Bush’u oturtan bir mekanızmaya dönüştü. Bush’un söz ve
tavırlarını iyi tahlil edenler onda bir Kaddafi, bir Saddam Hüseyin görmeye
başladılar. Gelişmelerden sonra Bush Amerikan tarihindeki “Imperial
President” statüsünü elde etti birden. Artık Kongre’nin noterliğini yapan
bir başkan değildi o. O kadar uğraşıp da Temsiciler Meclisi veya Kongreye
kabul ettiremediği bir dizi kanun ya da kararı bir çırpıda geçiriyor,
Bible’den alıntılar yaparak Usame Bin Ladin’e meydan okuyor ve taki
süflörleri hatasını hatırlatana kadar meseleyi kendisi ve Bin Ladin arasında
bir düello olarak göüyor, ve rakibini gafletiyle kahramanlaştırıyor,
umutsuzluğa umut gibi bakanlarca bayraklaştıtılmasına yol açıyordu.
Yenilerde bu düşmanın adı “el-kaide ve taliban” olarak değiştirildi.
Birileri ona dünyanın bu tarafında insanların sıkıştıkça kendilerini mağdur
edenlere daha çok sığındığını fısıldamıştı sanki. Aslında Babasının yaptığı
hata da aynı idi. Sandı ki, Irak toplumunu açlığa, ilaçsızlığa, yalnızlığa,
sefalete mahkum edince millet ayaklanıp Saddam’ı devirecek ve olaylar
kendiliğinden çözülecek. Halbuki olanlar bu durumıun tersini gösterdi ve
Baba Bush ve dönemin Batılı savaş koalisyonu liderleri hepsi bir şekilde
gitmiş, ama Saddam hatta kendisine rağmen ayakta ve iktidarda kalmıştı.
Doğu mahrem çobanı, na-mahrem kahyaya tercih ederdi. Üstelik çobanın
sopasına, dipçiğine alışmışlık vardı....
Amerikan’ın bir üçüncü dünya ülkesi (ÜDÜ) psikozuna girdiğini gösteren
pekçok gösterge vardı. Öncelikle ABD istihbaratının bu olaydan haberdar
olmaması, kasıtlı ve kasıtsız olarak ilgili yerlere bildirmemesi, ya da
yeterince inandırınıcı olamaması dolayısıyla hükümet ya da istihbarat
kanallarındaki tıkanıklık. Ayrıca Mossad’ın kesinliği henüz belli olmayan
bir haberi ki o da Mossad’ın bu olayı önceden haber almasına rağmen ya
ilgili yerlere iletmek yerine kendi sulbünden insanlara heber vererek onları
tehlikeye karşı koruması. Sonra Mossad ve CIA arasına mekik dokuyan
ajanların varlığı ve Mossad’ın ABDnin içinde mesela CIA’den daha iyi haber
oluyor olması ki bu ABD için daha vahimdir. Anlamı da ABD’nin de Mossad’ın
yakın markajında olduğu anlamına gelir.
Diğer ÜDÜ psikozu daha ne olup bittiğini tam anlamadan 9/11 olaylarına dair
çıkan belli belirsiz, ama hem ticari hem siyasi amaçlara hizmet ettiği
aşikar olan haberler.... Bir dehşet havasıyla Bush’un uçaklar kaçırılıp
emniyete alındığı haberleri dolaştı önce. Esasen Bush sonraki ateşli
konuşmalarını, maruz kaldığı söylenen bu tehlikenin büyüklüğü ile yaptı.
Üçüncü olarak, bunların akabinde Bush’un “war” battle” ve crusade gibi
talihsiz ifadeleri kullanması, aslında Körfe Savaşında halkın desteğini
kaybetme endişesi ile ve milli ve dini temalara vurgu yaparak yeniden güç
toplama arzusunda olan Saddam Hüseyin’in durumuna benzedi. Bunu ülke
çapında yayın yapan CNN ve FOXnews gibi televizyonlarda mantık ve muhayyile
zorlar tarzda bir psikozla Şeytanın avukatını oynamaları. Şükür ki Susan
Sontag ve G. Cohen gibi akademik ve etik kurallara göre hareket eden
insanlar, akıl ve izanı tahlile dönüştürerek medyatik militarizme puan
vermediler. Medya Ortadoğu liderlerine nasıl borazanlı yapıyorsa ABD’de de
aynı mantıkla hareket etmeye başlamıştı. Sanki Ortadoğu bu yaklaşık bir
asırlık makus talihinin intikamını Tutankamon’un Esrarı’ndaki gibi kendisine
zulmedenleri kendisine benzeterek alıyordu.
Gitgide durum Thomas Carlyle’ın o güzel tahlilleri yaptığı Heroes and
Hero-worship adlı kitabındaki kahramanlara adeta nazire ve şerhe
sayılabileek mahiyette blediye başkanlarından, itfaiyecilerden kahramanlar
yaratma eyilimin dönüştü. Kahramanlar arasına küçük çocuklardan, uçak
yolcularına, posta dağıtıcılarına kadar uzanan bir elvan tufanı da karıştı.
Bush medya desenfarmasyonu, teatral taktik ve retorik oyunları ile, Kutsal
Kitap’tan alıntılar ve Amerikan tarihine referanslar ile birdenbire o
beceriksiz, konuşmaktan aciz, hata medya karşısında adaylığı sırasında
Çin’in, Afganistanın ve Pakistanın devlet ya da hükümet başkanlarının
adlarını bilmekten aciz ve aczini kaparmak için karşısındaki televizyon
mensubuna karşı sorular sorarak gol atmak isteyen, başkanlığı süresince
ekonomiyi devamlı kötüye götüren ve 10 aylı başkalnlığı sürecinde Amerikan
Merkez Bankasını 9 defa faiz indirimine gitmeye zorlayan, tüketici güven
endeksini yüzde seksenlere kadar indirmeye vesile olan uygulamarını, başkan
seçilmesimesindeki şaibelere ekleyen bir Bush bin Bush gitmiş, yerine
Emperyal Başkanlık yapmak isteyen, bir çırpıda 400 milyar dolarlık savunma
ve şirketlere para aktarma amacına yönelik para pompalayan ve her defasında
fedakarlık ve Amerikan ideallerini öne çıkaran pastoral bir elbisesiz
imparator gelmişti. Hele bir keresinde Kongrede konuşurken etrafındakilere
”nasıl söyledim ama” dercesine göz atması ve yine “İngiltere den daha gerçek
dostumuz hiç olmadı” diye kendisini dinleye Blair gerçekten çok bir şekilde
pohpohlaması vardı ki evleri şenlikti.
Bu arada Amerikan medyasına açık bir sansür uyugulanmaya başlandı. ABD
bayrağı Tvlerde boylu boyunca dalgalanmaya başladı. CNN daha 9/11 olayının
ertesi sabahı çeşitli şirketlere reytingi arttğın dair istatistikler
gönderip reklam pastasından yeni paylar kapmaya çalışıyor, onun rakibi olan
FOXnews kanalı ise bunun pek ahlaki birşey olamdığını söylerken kendisi de
aynı şeyi yapmaktan ekinmiyor, naklen telefon bağlantıları, “Bu adamları
bombalayıp yerle bir edelim” laflarına kadar kapsamlı bir mizansen içinde
haber aktarıyor, Oreilly gibi sunucular bu vaşa muhalif olanları engizisyon
mahkemelerinde yargılıyor, aşağılıyor, onları gülünç durumu düşürmek,
ridiküle etmek için ellerinden geleni kamera gerisine bırakmıyorlardı. Kimi
konuşmacılar önce Ortadoğu diktalarının, sonra İslam dünyasının liderlerinin
tamamının temizlenmesi ve buraların işgal edilmesi gerektiğine dair
hezeyanlara dahi kaptırdılar kendilerini.
Citizen Kane ve Mr. Smith Goes to Washington isimli filmlerde medya/siyaset
ilşkisinin hangi iğrenç boyutlara daha önceleri görmüştü Amerikan halkı. O
kadar kültürlerine işleyen “masumiyet” temasının nasıl dönüşümlere
uğrayabileceğini, Siege filminde ABD’nin nasıl bir Nazi Almanyasına
dönüştüğünü, Enemy of the People’da, yeni vizyon giren Sword Fish’te
seyretmiş, Kennedy cinayeti ve Watergate skandallarında bizzat yaşamıştı.
Öylesine içiçe girmiştiki sinema ve gerçek hayat, hangisinin hangisi
olduğunu anlamak bile güçleşmişti. Ama “cadı avları” Amerikkan kültürünün
ta Puritan geçmişinden beli aşina olduğu gerçekledi. İlk cadılar
kadınlardı, sonra erkekler geldi, sonra katolikler, sonra yeni göçmenler ve
özellikle Çinli ve Latin ırkları, Toriler, hainler, ama mütemadiyen
siyahlardı. Sonra ekonomik ve siyasi cadı avları ve nihayet ırki cadı
avları ve şimdi dini olanlar.
Bush döneminde “vergi mükellefi” “decent(=mazbut)” Amerikan vatandaşlarına
bakışın nasıl olduğunu düşünülünce normalde daha aktif/reaktif olan ve
uyanık profi çizen Amerikan halkının ÜDÜ vatandaşlarının korku ve sinme
psikozuna çabucak bürünüverdikleri ve hatta vatandaşlıktan tebaalaşmaya
indirgendiği bir sürece girildi. ÜDÜ kendisini değiştirme iddiasıyla yola
Global ekononomi ve siyasetin Babil’i Amerika’yı kendisine iyice benzetmişti
sonunda. Bu metodolojiyi de “şeref,” “kahramanlık,” “dindarlık” belagatı ve
illetli ve saldırgan bir tarzda sanki BE’nin, Netanyahu ve Şaron’un eline
tutuşturduğu bir manipulasyon manuel’i ile yapıyor gibi izlenimlere yol
açacak derecede ileri giderek yaptı. Bush İliad’ın ilk altı kitabını belki
okumuş, ama sonraki altı kitabı okumamıştı. Red Badge of Courage, For whom
the Bell Tolls ve Emerson’un Self-Reliance’ını okumuş, Thoreau’nun “Civil
Disobedience” adlı eserini okumamıştı. Makyavel’in Prens’ini okumuş, Paul
Kennedy’nin The Rise and Fall of Great Powers adlı eserini okumuş,
Huntington’un The Clash of Civilizations adlı eserini okumuş, ama onun daha
önce yazdığı Politics of Disharmony adlı kitabını okumamıştı. Şekspir’in
Üçüncü Riçırd eserini okumuş, ama Jül Sezarı ve Makbet’i okumamıştı.
Franklin’in Otobiyografisini okumuş, ama onun yarı ironik uslupta kaleme
aldığı, “Savage”lar hakkındakii makalesini okumamıştı. Durum böyle olunca
Powell’ın asker olmasından gelen nisbeten ihtiyatlı davranışlarına ve
sözlerine rağmen, Bush kendisi gibi iktidarı ve ekonomisi kan kaybeden
İngiltere’yi de yanına alarak Neyanyahu’nun süflörlüğünü yaptığı,
ezberlemekte bile acizlik gösterdiği bir üç perdeli piyese gönüllü “Braggard
soldier” rolüyle soyundu. Susan Sontag’ın New Yorker’da 24 eylül 2001’de
”totaliter” ve “immature” diye adlandığı bu rol tam anlamıyla Amerikan’ın
mezarlıktan geçerken ıslık çalmak tarzında psikolojik gelgitlerle, taktiksel
vurkaçlar, belagat cambazlıkları ile devam edegeldi. Hem önemsemez bir
tavırdı bu düşman karşı, hem de onun beslediği bir korkuyla bir çıkış yolu,
yeni frontierlara doğru yelkenler fora edildi. Türkiye, Suudistan,
Özbekistan ve Pakistan burada şah ve mata giden yolda istimal ve fedası
mümkün “aktan”lardı. Şah’ın ülkesi de artık cübblerinin iticiliğini
kabullenmişcesine bir değişiklik ihtiyacıyla ve henüz karar veremediği bir
”acaba Tacikler’in akıbeti ne olur” tavrıyla işe yaklaşırken, Bush’un Çin’e
bizzat giderek destek istemesi çok manidar belagat taktikleri ile adeta
geçiştirildi, bol bol dolaylı tehditler ve al gülüm ver gülüm stratejileri
çizildi. Putin de Putince davrandı tabii. Çin’in Tibet ve Uygur meselesi
ile yükselen muhalefet, Putin’in ise Kafkasya meselelerini dile getirmesi de
bunların bir parçası idi. Türkiye için Amerika ne derse zaten doğru idi.
Bu ülkelerde halklar ise, Tarkan’ın son kasetini asırlardır içselleştirmiş
hayatlar sürmekte idiler. Ortadoğu’dan yola çıkılarak, sorun klonlama
deneylerine hazırlandı dünya. İkinci mekan Kafkasya ve üçüncü mekan ise
Uzakdoğu olacaktı. Ve Rambo’nun “özgürlük savaşcısı” insanlar, bir filmi
bizzat kendilerine “Afganistan’ın Kahraman Halkına ithaf olunur” diye biten
filmin devamını çekmeye başladı Amerika, yanındaki figüranları da yedeğine
alarak. Ve halkların nazarında hep bir “hikmet” beklentisi ile otomatik
kabüller özdeşleşip Kabil’e yağdı denizden ve havadan. Kahraman
Amerikalılar “korkak” taliban ve destekçileri Afgan halkına hadlerini
bildirecekler ve Vietnam’ım rövanşı alınacaktı. Artık herşey değişmiş ve
”hiçbirşey eskisi gibi” olmayacaktı.
ÜDÜ belirtileri aslında siyasi olarak da hanedana dönüşen bir yapılanmayla
ortaya çıkmıştı Amerika’da. En son örnekleri Kennedy ve Bush’lar idi.
Potansiyel olarak da Bay Klintın sonrasına talip olan Bayan Klintın.
Kardeşten kardeşe, babadan oğula, eşten eşe, derken Doğu diktaları mantığı
ABD ‘de iyice yer tutmaya başladı.

0 comments:

Post a Comment