rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Tanrıyı Öldürmek ve Recycle Etmek

Niçe'nin aslında işlediği sizin yazınızın tamamına sirayet eden Tanrıyı algılama konusu. Niçe'nin "Der Gott is tot" ("Tanrı ölüdür") ibaresi genelde Niçe'nin bunu sevinç çığlıklarıyla
kutladığı şeklinde ve onun nihilizmine atfen kullanılan, hatta suistimal
edilen bir durum. Niçe aslında bizzat Hristiyanlığın nihilist olduğun
inanıyordu. İbare eksik olarak, aslında sibakından bağımsızlaşınca bu tefsir
de haklılık kazanıyor. Halbuki, bu ilk defa The Gay Science da sonra "The
Madman" de ortaya çıkan , Thus Spoke Zarathustra ile şöhrete ulaşan bu
ibarenin siyakı ve sibakı içinde daha anlamlı olarak ortaya çıkmaktadır:
"Şimdi nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Durmadan düşmüyor
muyuz? Öne, arkaya, sağa, sola, her yere düşmüyor muyuz? Hâlâ bir yüksek ve
alçak kavramı var mı? Sonsuz bir hiçlik içinde aylak aylak dolaşmıyor muyuz?
Yüzümüzde boşluğun nefesine duyumsamıyor muyuz? Hava şimdi daha soğuk değil
mi? Geceler gittikçe daha fazla karanlıklaşmıyor mu?" dedikten sonra gelen o
aforizma gündeme geliyor ve Tanrı öldü. Cansız yatmaktadır. Ve onu biz
öldürdük." Ardından öldüğünü ifade ettiği Tanrı sonrasında insanların
ıstıraplarının çoğalmasına işaret etmektedir. Geldiği gelenek itibariyle,
Niçe hem İsa'nın "tanrı ve tanrının oğlu" olan İsa'nın çarmıhtaki haline
telmihte bulunuyor, hem de önceleri "Varlığın Harika Zinciri" teorisine
atıfta da bulunmaktadır. Malum olduğu veçhile, Nevton fiziğinde, aslında
Tekvinde olan, Tanrını evreni yarattıktan sonra, bir tür istirahati çekilme
hadisesi, (sabbath ı bundan dolayı kutsaması) Ortaçağda Tanrıdan başlayarak
en "alt" varlık katmanlarına kadar inen bir hiyerarşi doğrultusunda, yine
Tanrıyı temsilen Kiliseyle hayatın her alanını yönetme gayretinde olmuş,
Tanrısallaşmıştı bir bakıma. Sonraki dönemlerde, Haçlılığın iflası,
sekülerleşme girişimleri, iktidarın, asırlar içinde feodalit-aristokrasiye,
küçük tüccar ve burjuvaya, ve sonra sanayileşme ve kolonileşmenin ortaya
çıkardığı kesimlere geçmesi, daha önceleri "Manifest Destiny" türünde
Tanrının tarihteki olayla doğrudan müdahil olmasını bekleme geleneği ve bunu
olmadığını görmekle ortaya yayılan şüphecilik, Renönans dönemindekini de
aşarak, Kudret sahibi Tanrı kavramından kudret sahibi kapitalist, kolonist
ve insanı Tanrılaştırmaya götüren (eski Mısır ve Antikite kültürlerinde de
olan bu) sürece seri üretim, seri katliam, seri neşriyatın da katkıları
oldu.
"Karanlık Çağlar" Kilise+Tanrı iken Rönesans insan-Tanrı eksenine oturmuş
önceki dönemin baskıcı unsurlarını ayıklamaya çalışmıştır. Bu çatışma
aslında hiçbir zaman itidalle yaklaşamadığımız kimimizin aşkının, kimimizin
nefretinin zirvesi olan kültürel kitlenin tahtırevalli mantığının
yansımasıdır. Yani birlikte yaşamaya tahammül başka hayatları hoş görme
yerine ya ben ya diğeri mantığının gereği olarak benin yukarıda olması için
diğerinin aşağıda olması. Sonuç daha miladi 2. yüzyılda metni ve doktrini
sorgulanan Hrıstiyanlığın reform hareketleriyle dağılması olmuş haçlı
seferleriyle gelen çıkar bazlı birliktelikler sonraki dönemlerde milli
dillerin ağırlık kazanmaya başlaması ve adeta yani birer din haline gelen ve
Katolik ve Ortodoks geleneğine kafa tutan yeni mezheplere ve yüzlerle ifade
edilebilecek kilise farkılıkları tezahür etmiştir. Selçuklu ve Osmanlı'dan
alamadığı muzafferiyetin hıncını daha önce birlikte hareet eden Avrupa
ülkeleri birbirlerinden almışlardır. Hegel'in (1770-1831) sentezci mantığı
da gerçek anlamda bir idealist diyalektiği ne batının kendi içinde ne de
doğuyla batı arasında eşit temsil hakkı doğrultusunda oluşturamamıştır.
Çünkü kutsal Roma İmparatorluğu dağılmış doğudaki uzantısı da müslüman
Türklerce zapt edilmişti. Bu dönemlerde laikleşme sürecine girmiş olsa da
batı ülkeleri bugün Avrupa birliği patentiyle tekrar diriltimeye çalışılan
Kutsal Roma İmparatorluğu'nun milli temsilcileri gibi davranmaktan politik
endişeleri ağır bastığı zamanlarda Hrıstiyan kimliğini öne çıkarmaktan hiç
durmamıştır. 12-13. yüzyıllardan itibaren ortaya çıkmaya başlayan şovalye
romansları Şarlman, Kral Arthur ve şovalyelerine dair Fransız ve İngiliz
ekolünden, Nibelungeliet gibi Alman ekolünden, Saraçini diye ifade edilen
İtalyan ve İspanyol ekolünden tevarüs eden İslam'ı öcü, müslümanları
gulyabani olarak algılayan Avrupa edebiyatında sıkça yazılan ve günümüzde
modern sinemaya yansıyan vampir hikayeleri Hristiyan dünyasındaki toplumsal
şuur altından uluslararası politikalara kadar uzanan bir tayf içindeki ana
leitmotiflerdir. Üstelik bu 15. yüzyılda ki Endülüs'deki Müslüman ve Yahudi
katliamı tehciri ve zoraki irtidatlara 16. yüzyılın sonlarından itibaren
duraklama ve 19. yüzyıldan itibaren de çöküş sürecine giren Osmanlı'nın
zaafiyetlerine rağmen olmuştur. Ve Osmanlı Batı'nın daha ne olduğunu
anlamadan başının tacı yapmıştı.
Aslında 19. Yüzyıl Batı toplumlarında egemen sınıflar için sanayileşmenin
getirdiği bir maddi refah vahşi kapitalizmin pençesinden kurtulamayan
iktisadi, içtimai ve siyasi olarak altta yeralan gruplar için bir hüsran ve
her ikisi için de maveranın derin mahşeri sarsıntılarının yaşandığı bir
dönem oldu. Bu dönem bilimlerin tasnifinin yapıldığı ve felsefenin
vesayetinden çıkmaya başladığı empirizm ve laboratuar bilimlerinin hakikatın
tek müessesesi olduğunun umumi kabul gördüğü bir dönemdi. Her ne kadar
Amerika ve İngiltere de Yeniden uyanma veya Viktorya dönemi ahlakı diye
adlandırılan dini tepkiler olmuşsa da umumi manada 19. Yüzyıl üç ana fikir
akımıyla sarsıldı: Darvinism , Marksizm ve Freudianizm. Her üç akımda bilim
adına ortaya çıktılar. Darvin bir naturalistti, Marks sosyologtu, Freud
(1856-1939) her türlü bilimsel, edebi, mitik veriyi, kendi mülahazalarını
güçlendirmek veya teşvik etme iştiyakıyla kavrulan bir nörolog psikiyatrist.
Hiçbirinin de ortaya attıkları fikirler kendileriyle varolmamıştı. Charles
Darvin 1859'da Türlerin Menşei adlı eserini yayınladığında kendinden önceki
bir literatüre dayanıyordu. Bu anlayışıyla o 16 ve 17. yüzyıllardaki
Kopernik, Nevton ve Galileo'nun başlattıkları hakikatı müsebbibte değil de
sebeb te gören, daha huzmeleriye meczup oldukları nur halelerini yakalamaya
derman, sabır ve azmi kalmayan, Aziz Aquinas'ın bazı mülahazalarını alıp
kendilerince yorumlayan empirik gelenekten tabiatçı görüşün devamıdır
William Paley'in Tabiat Teolojisi'nin (1802) de takipçisidir.
Darvin tabiat hadiselerini müşahade ettikten sonra "Evreka" hezeyanlarıyla
insanlar arasında da hayvanlarınkine benzer bir tekamülün olduğu ve güçlü
olanın yaşadığı, olmayanların ise ya yokolduğu ya da yaşamayı mümkün kılan
bir tekamül tüneline girdiğini ifade ediyordu. Yani Sokrat'ın mağara
tasvirindeki gibi karanlıktan çabucak kurtulmak isterken sadece bir sebebin
huzmesiyle kör olmuştu. Fakat Darvin Hristiyanlık öğretisinin
kurumsallaştırdığı "Varlığın Yüce Zincirini" kırmayı başarmıştı. Netice
itibariyle insan Yehova'nın Eski Ahit'te hem de "kendi suretinde yarattığı"
dünyaya hakim olacak bir varlık değil zamanın elinde yoğrulmuş tesadüflerle
şekillenmiş diğer hayvanlardan biraz farkı olan ama herhangi ilahi menşei
olmayan alet kullanan bir biyolojik mekanizmaydı. Bu bakımdan Darvin,
sanatla Sani-i Kaniat'ın irtibatını koparan bir köşe taşı olup, hem insan
iradesini hem de onu yaratan iradeyi sıfırlayan bir konumdadır.
Friedrich Nietzsche (1844-1900) nin ilan ettiği "Tanrı öldü" hükmüyle
birleştirince, Yahudi-Hristiyan (YH) geleneği temel öğretisini kaybetmiş
oluyordu. Nietzsche'ye göre Yahudilik kıskançlık esasına dayalı bir "esaret
ahlakı" içeriyordu. Hristiyan ahlakı ise zayıfların ahlakıydı çünkü sadakat
fakirlik ve tevazuyu fazilet gibi sunuyor ve mücadele yerine tokat yediği
zaman "diğer yüzünü çevir" diyor, iradeyi ortadan kaldırıyordu. Madem Tanrı
ölmüştüo halde Übermensch, kendi iradesini ilahlaştıran bir (Süpermen)
olacaktı.
Çok geçmeden Karl Marx (1818-1883) Darvin'den Saint-Simon, Thiers ve Guizot
gibi mütefekkirlerden aldığı fikirleri insanın iktisadi hayatına uyarladı.
İnsan Biyolojik evrim geçirdi ise soyolojik olarak da devrim geçirebilirdi.
Nasıl olsa insan Maverayla olan Bezm-i Elesteki mutabakatını koparmış ve
kainatı tarih boyunca iktisaden güçlü olanın insafına bırakmıştı. O halde
proleter gerçekleştireceği bir devrimle bu gidişata bir son verecek ve artık
egemen sınıfların zayıfları aldatmakta afyon olarak kulladığı dinin
vadettiği semada bir yerde gizli olan cenneti yeryüzüne indirecek ve bunu
bir tür "halkın diktatörlüğüne" giden devrimle gerçekleştirecekti.
Dolayısıyla din Marksizm için proleteryanın yabancılaşmasına yol açan bir
çikolata kaplı uyuştrucudur. Tabiat kanunları insan toplumları içinde
geçerli olduğuna göre, tarihte hakim sınıfların oluşturduğu din fikri
sınıfsız toplum ideali gerçekleşince kendiliğinden ortadan kalkacaktı.
Diderot ve Volter'le alevlenen Kant'la bir nebze firenlenen ateizm Compte
(1798-1857) ve Marks'la öldürücü darbenin ritüelinin hazzını yaşıyordu.
Çünkü Compte sadece insanın değil dinin kendisinin de bir evrim geçirdiğini
ilk iki safhanın teolojik ve metafizik nihai ve mutlak safhanın da
pozitivizm olduğunu ileri sürerek bilimin tamamen dine bir alternatif
olduğunu ifade ediyordu. Görüldüğü üzere bütün bu fikirler genel manada hem
doğu hem batı, hem de batı kültürünün varyantlarını öne çıkarıyor, arada
uçurumlar açıyor, ferdi planda toplumlar ve fertler arasında ki
benzerlikleri öne alarak mutlak hakikate ulaşmak yerine, insanı insandan
tefrik edip hayvana benzerliğini vurgulamaktadırlar. Zaten vahşi kapitalizm
de bunu almış, en azından insan olmanın hazlarıyla bir nebze olsun teselli
bulan batı insanı henüz merkez üssünü tespit etmeye uğraştığı zelzeleleri
tecrübe ederken yeni bir zihni ve dini zelzelenin dalgalarına maruz kaldı.
Bu da Freud'çuluktu. Dini planda teslisi reddeden Freud terstavan
muamelesiyle zihni bir teslisi ikame ediyordu. Daha önceleri nisbeten
gelişmiş farkı aslında şuurunda olduğu iddia edilen insan Freud'un
psikanalitik teslisi ile üç ayrı şuur merkezinin savaş alanı oluyordu:
Süperego, Ego ve İd. Dahası bu teslisin en alt kademesini en alt ve
müstahkem gayya kuyusunu oluşturan libido Eros'un oklarıyla hem egoyu hem de
süperegoyu vurabilen ve bunu insanın şuuruna rağmen ve şuurundan habersiz
yapabiliyordu. İnsan insanlığıyla beraber şuurunu da kaybetmiş daha önceleri
Gotik romanın temeli olan cinsel dürtülerinin esiri olmuş bir Frankeştayn
olmuştu. Buna Einstein'ın (1879-1955) 1921 de yayınladığı Nisbiyetin Manası
adlı eserinin tersinden okunmasıyla ortaya çıkan iyi ile kötünün dahi
göreceli olduğu felsefesini eklediğinizde ortaya çıkan sonuç hakikatın,
miladdan önce 5. Yüzyılda eski Yunan sofistlerinin ve onları takip eden
Agnostik'lerin tenasühüdür. Ortada tenasüh var fakat Mesih yoktur. Doğru
olan şey muhatabınızı ya belagat cambazlığıyla ya da iktisadi, siyasi ve
ekseriyetle de askeri gücünüzü kullanarak ikna ettiğiniz herhangi bir şey
olmuştur. Ondokuzuncu yy da Batı dünyasındaki önemli bir yükselişte Fransa
kaynakla kültürlenmelerrden kaynaklanan ve imparatorlukların çöküşüne kadar
bir süreçi başlatan milliyetçilik cereyanı oldu ki dinin vaktiyle muvafak
olduğu birlikteliği hem ağırlıklı olarak Fransa ve İngilterenin temsil
ettiği ve Batı denilince en azından Osmanlıda algılandığı şekliyle
Avrupa'da hem de her türlü zaafiyetine rağmen İslam hala bayraktarlığını
Hilafetin gölgesinde yapan Osmanlıyı da yıkmaya başladı.
O halde 19 yy Kapitalizmin ve milliyetçiliğin hem zaferini ilan ettiği hem
de burjuvaziye ve dine alternatif fikirlerin geliştiği bir yüzyıl oldu. Din
artık Batıda kilisenin köhneleşen duvarlarının gölgesine iyice sinmişti.
Burada şunu da ifade etmek lazımdır: Rönesansla başlayan keşif hareketleri
belirli bir sermaye birikimini oluşturmuş ve bu da hem hammadde hem de daha
sonra makina temelli sanayileşme süreci hem müstemlekeciliği tabi hale
getirmiş hem de Oryantalizme kanat takmıştı. Kültürel ve coğrafi
bariyerler bir anlamda Batının "ötekinden"nden habersiz yaşamasını gerekli
kılmıştı.
Fakat kimileri 20 yy.da sarkan 19 yy.daki çalışmalar bir şeye daha şahit
oldu: Batının kendi menşeinin sorgulama süreci ki bu eski Yunanın da
kökenlerini deşmek anlamına geliyordu. Bu uğurda özellikle İngilizler ve
Almanlar tarafından gerçekleştirilen arkeoloji, tarih, dilbilim anropoloji
ve mitoloji çalışmaları Batının her iki kökenin de Doğu da olduğuna delalet
ediyordu. Eski Mısır, Hind ve Mesopotamya medeniyetleri deşildikçe
etnoloji, filoloji edebiyat tarihi çalışmalar hızlandıkçça ve kolonileştirme
çabalarıyla önce askeri ve siyasi grupların daha sonra da entellektüellerin
Hindistan, Mısır, Anadolu ve Ortadoğu da yaptığı çalışmalar dilbilim
kökenlerinin kökenlerinin Hinde, medeniyetlerinin Mısır, Ur, Ugarit, Girit
ve Mino'ya dayandığı o çok sözü edilen dramanın temelini oluışturan Dionysus
ayinlerindeki tanrının bile aslında Tammuz, İsis ve Osiris'in sadece değişik
bir isimle patentlerndiğini farketmislerdi. İngiliz Sir James Frazer
(1854-1941)'in yazdığı oniki ciltlik Altın Dal, (1911-1922) daha sonra
Jung Levi-Strauss, Campbell gibi insanlar karşılaşmalı bir dinler tarihi
perspektifiyle hem Compte un geleneiğini yansıtıyor hem de dini sihir ve
folklorik mitlerin yekunu olarak ifade ediyordu. Ve Batılı yazar şair
entellektüeller bu sosyal ekonomik ve dini değişmelerin farkında olup
eserlerine ve hayatlarına yansıtırken Osmanlı entellektüeli onları koyduğu
eserlere şeklen hayran ama arkaplanındaki saşklerden bihaberdi. Bunun en
çarpıcı örneklerinden birisi ise bir Osmanlının -sanırım Mehmed Fuad
idi-Zolanın eserlerini yazmakta kullandığı dökümastasyon, gözlem ve not alma
metoduna öykünerek intihara kalkışması ve kestiği bileklerinden kanlar
damladıkça hissiyatını kaleme almasıydı. Zaten 19. asrın başlarından beri
adeta resmileşen Batılı gibi olmak kavramı sadece giyim kuşam bale salonları
ve tiyatrodan ibaret olarak algılamış ve bu marazi durum 19. yüzyıl ve 20.
yüzyıl boyunca şekil değiştiren ama Batılı gibi olmayı hayatın tek gayesi ve
çıkar yolu sayan mantığın zaferini teşkil etmiştir. Öyleki Cavaliero
Rusticana adlı opera yazarının anavatanından once Osmanlı torraklarında
temsil edilmiş ve Osmanlı so dönem zevatları, memleketin ne kadar da ileri
bir kültür düzeyinde olduğuna dair kendileriyle müftehir olmuşlardı
muhtemelen. Oyunu izleyenlerin mi yoksa oynayanların mı aslında sökonusu
olduğu dönem ise fazla uzak değildi. Oyuncular kendi benliklerinden
sıyrılıp karakterlerin benliğine bürünürken, onları izleyenler içtimai
hayatta çoktan kendi benliklerinden uzaklaşmış sanatın özünde var olduğu
söylenen hasletin yani taklidin aslında gerçekleşebileceğini varlıklarıyle
mücessem hale sokuyorlardı. Bu sahne ve sahnedekileri izleyenler aslında
tarih sahnesinde başkalaşımın kudretini ortaya koymuyorlardı.
Soğuk Savaş sonrasında ve Küreselleşmenin getirdiği tüketim ve
davranış tarzları, aynen ifade ettiğiniz gibi, mesela geleneksel olarak
dinin hayat içinde Allah'ın-Tanrının tayin ettiği düzenleme ve ahlak
prensipleri yerine, çoğu zaman O'nu seccade veya kilise sıralarında
bırakarak zaten içselleştirilen sermaye ve güç alanlarının, popülaritenin
tayin ettiği başka tanrılara bırakırken, dağılan komunizm ülkelerinde asayiş
teminine yönelik birlikletiklerini kimliğine, Amerika ve Avrupa ekseninde
ise, saldırganlığın itici üç kimliğine dönüştü ve ifade ettiğiniz gibi
Tanrı'yı ve Kutsal metinleri de tamamen konteks dışı tanımlamalar ya da
monolojik okumalarla oluşan bir kimlik çıkıyor ortaya. Tabiatı öldüren
insanın balkonuna onu bir minyatürü olan çiçek saksısını balkona
yerleştirmesi. Şehir planlamacılarından, designerlere, Madonna'nın
haçından, şark köşelerine kadar ve hatta nargile evlerine kadar, bütüncül
yapısından ayıklanmış, ihtiyaç ne kadarsa o kozmetikçilerden, estetisyenler
kadar uzanan bir tanrısal şekillendirme alanı, aslında kadarını alarak
konveks ayna temsilince oraya çıkan bir kimlik tezahürü. Dönüş kimlik ve
yalnızlıkların ve yalnızların dayanışması, intisab ile korunma ve savaşma
gücüne yönelik olarak intişar eden, yerine göre Tanrı'yı da "recycle"
ederek, maliyet düşüren, tüketim kimliğine.

0 comments:

Post a Comment