rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

FÜ ve GAÜ



Malum olduğu üzere 24 Kasım Öğretmenler Günü idi.  Bir öğretim üyesi olarak ne kadar “öğretmen” olduğum konusunda hala şüphelerim varsa da sanırım hayatımda ilk defa bir Öğretmenler Günü kutlamasının anlamlı çağrışımları oldu bende kurumsal olarak.  İkinci Özal hükümeti zamanında Başbakan Turgut Özal imzalı isme yazılan, ama içeriği matbu olan bir tebrik kartı almıştık yıllar önce.  Oldukça pahalı da bir karttı hem de.  Ama üniversite olarak yani akademik kurumsal anlamda bir Öğretmenler Günü kutlamasında,  daha kutlamanın yapıldığı büyük amfitiyatroya girerken,  bütün hocalara tebrikler eşliğinde,  görevli öğrencilerin gül uzatarak ve numaradan öte bir saygılı edayla yaklaşması, vize haftasının son çalışma günü 28 Kasımda, bir Cuma günü saat akşam beşte başlayan etkinliklerden önce, doğrusu hoş bir girizgah oldu.
Öncelikle hafta başında Rektör Hanım’dan gelen bir kutlama mesajı ve etkinliklere davet mahiyetinde bir yazı gelince, daha önce alıştığım sıkıcı protokol konuşmaları geldi aklıma.  Ama kutlamaların akışına baktıkça durumun öyle olmadığı da ortaya çıktı.  Evet yanlış duymadınız, GAÜ’nin çiçeği burnunda rektörü Türkiye’den bir bayan ve sanırım bütün dekanlar da bayanlardan seçilmiş.  Hani pozitif ayrımcılık meselesi...  İyi böylesi, hoşuma da gidiyor.  Kadınların erkeklerrin dünyasında savaşırken bazen onlardan daha iğrenç erkeksi tavırlara girmesi her iki cinsin de en kötüsünü bir kadın suretinde ortaya çıkarıyor bazen.  Tanıdığım kadarıyla GAÜ’de durum öyle değil, rektör ve dekan açılarından.  Bir keresinde dekanın öğrenci seçimlerini teşvik edip bizzat odama gelerek seçimleri yaptıktan sonra temsilcinin ismini kendisine bildirmemi rica etmesi  de bunun bir yansıması.  Hatta bazı aksaklıklardan hiç çekinmeden bizzat kendi de idari mekanizma da olsa da dem vurması da buna bir delil oldu gözümde.  Dilerim hep de öyle olur.
Rektör Hanım’ın konuşması alışılmışın dışında çok kısaydı.  Sade bir kostümle ve normal bir davranış stili ile, muhabbet eder gibi konuştu.  Eğitim ve hocaların önemine dair kelamlar etti.  Konuşmasında ağırlıklı olarak günün “anlam ve önemi”ne dair yaptığı iktibaslar vardı. Daha sonra eğitim fakültesi dekanının konuşması geldi. Türk Dili Edebiyatı bölümünden bir hocanın duygulu şiiri müzik eşliğinde ayrı bir lezzet kattı ortama.   Ondan sonrasında sadece öğrenciler ve etkinlikleriydi sahnede olan.  Ne idari ne de akademik birileri olmadı.  Küçük bir teatral dramatizasyon sonra da sahnede bağlama, gitar,  keman eşliğinde ortama coşku ve ilham salan bir müzik safası.   GAÜ’de katıldığım ilk kutlamanın güzel tadı dudaklarımda kaldı, kulaklarımda kaldı.  Gözlerimde nakışlar işledi.

Tabii her nereye giderseniz gidin, mazi bir mikyas oluyor karşınızda hali daha iyi anlamak için artı ve eksileriyle.   Öncelikle Kıbrıs’ın havasından bahsetmek lazım belki.  Burası mitolojide Afrodit’in doğum yeri olarak geçiyor.  Kıbrıs açıklarında köpükten doğan Afrodit. Ayrıca rivayete göre, Kleopatra bu adaya çıkarak konaklamış da.  Kıbrıs’takilerin ifadesiyle “Ada”nın Akdeniz-Levanten havası hem iklim hem de kültürel   olarak hakim.  Türk tarafında 250 bir civarında Rum tarafında 750 bir civarında insan yaşıyor.  Ve küçük nüfusuna rağmen,  Adada en az beş tane yayın televizyon kanalı ve ben üniversite var.  Ayrıca tarihsel olarak bir sürü medeniyetten kalan tarihi ve turistik yerleri var doğal güzellikleri yanında.  Mağusada Namık Kemal’in sürgün yaşadığı bir yer de var. Henüz çoğunu göremedim.  Aslında Girne’yi tam keşgetmiş olmasam da, Girne merkez, İzmir’in Kordon’unu andırıyor.  Tarih, doğal güzellik, kalabalıklar ve turistik mekanlarla dolu.  Yorgun tur yatları ve balıkçı tekneleri sessiz bir mutabakatla muhabbet ediyorlar akşamları.  Gündüzün yorgunluklarından kalan homurtular bitiyor akşamları ve hamağa uzanmışçasına uykuya dalıyorlar.  Bu üniversitelerde 40 ayrı ülkeden insanlar var.  Gene adanın son yıllardaki şekillenmesinde etkin olan bir kumarkane, otel ve tabii olarak eğlence mekanlarının yoğunluğu dikkati çekiyor.  Adadaki lüks otellerden birinin sahibi ya da ortağı olarak da Abdullah Gül ismi geçiyor.  Adada ekonomik üretim imkanlarının “azlığı” ve belki de idari açısından akıbetine dair endişelerden dolayı izlenen bir yol olmuş gibi bu durum.  Adada benzin, tütün ürünleri ve içkiler Türkiyeye göre çok ucuz.  Gerisi  ise daha yüksek.  Yiyecek türü sebze meyve hepsi daha pahalı.  Lokantalarda yemek  fiyatları ise genelde makul.  Bu arada Adadaki taksilerin hepsi mersedes ve dolmuşlar genelde sadece anayol güzergahlarını takip ediyor, iç bölgelere girmiyor.  Toplu taşıma bu anlamda yetersiz.  Belki de ihtiyaç azlığından dolayı bireysel ulaşım araçları ağırlıkta.  Turistler ve Adaya dışardan Türkler ise, genelde taksi kullanıyorlar.  Bazı Türkler araçlarına triptik vizesi yaptırarak Adaya getirmişler, bu da onları çok mutlu etmemiş aslında “yabancı” menşeli araba bulundurmak pahalı ayrıca, trafik burda İngilizleri hatırası olarak soldan işleyince ve arabaların soldan direksiyonlu olmaları karmaşa ve hatta sık kazalar yaşanmasında etken oluyor.  Trafik genelde sakin, çılgın gençler ve taksiciler haricinde sürücüler yavaş trafiğe alışıklar.  
İstanbul’da  11 sene yaşadıktan sonra Adada olmak, yani cumhurbaşkanı, başbakanı ve elli milletvekilinden oluşan Meclisi ile Ada bir ayrı özerk olma iddiasında.  Aslında bir belediye başkanı ve bir de kaymakam bu işleri de halledebilir, ama Adanın üzerinde hem tarihsel hem de aktüel anlamda çok gözler var.  Adanın hem Ortadoğuya yakınlığı hem de Akdeniz’e açılan bir üs olması hem Rusları hem İngilizleri son asırda da ABD’yi devamlı teyakkuzda tutan bir mesele.  Şu anda ise ABD ve AB arasında, gerekirse hem Türkiye hem de Yunanistan’ı dışlayarak “Kıbrıslılık” kimliği üzerine inşa etmeye çalıştıkları bir politika kumkuması Ada. Buna Adadaki Türklerin kendilerini Kıbrıslı olarak tanımlamalarını da eklerseniz meselenin hem ciddiyeti hem komikliği daha iyi anlaşılır sanırım.  Aslında yapılan propagandalar sonucunda ve Nikos Samson’un EOKA emelleriyle yaptıkları sonucunda Adanın Rum tarafında da bu tür bir Anavatan’a başkaldırı havası Oedipal temaları çağrıştıran şekilde hüküm sürüyor.
GAÜ,  7000’e yaklaşan öğrenci nüfusuyla yavaş yavaş 30 yaşına bakma heyecanları olan bir üniversite.  Girne şartlarında bir Amerikan üniversitesi.  Üniversitenin logosunda Amerikan bayrağınınrenk ve desenleri ile Türk Bayrarığın renkleri buluşuyor.  “Amerikan” kısmı şaşırtmasın, GAÜ’nün sahipleri Kıbrıslı Türkler aslında.  Bazı Amerikan üniversiteleriyle anlaşmaları olmuş, ayrıca ikinci bir rektör gibi konumu olan bir Amerikalı da var.  O da sanırım bu işlerle uğraşıyor.  Adı Fatih olan, ama “Bizans” olması gereken yer ile kıyaslanınca aslında bu zahirin aldatıcı havası daha bir anlam kazanıyor.  Hocaların ve öğrencilerin uyruklarına bakınca, ağırlıklı Türklerden oluşan--buna Türkiye ve Türk cumhuriyetlerinden gelenler de dahil—ama dünyanın her kıtasından öğretim üyeleri ve yine Avrupa, Ortadoğu  ve Afrika ülkelerinden gelen öğrenciler var. Bu açıdan oldukça zengin bir etnik görünümü var.  Yani, seçme bir iki kişiyi resimlerin arasına yerleştirip yedi kıta diye  satmamışlar.  Kendi arzu ve iradeleriyle gelen, paralarını ödeyen, bazen heyecanlarını, bazen hayal kırıklarını yıllarına ekleyen, ama kesinlikle hayatları boyunca taşıyacakları bir Ada hatıratı olan, farklı milletlerden öğrenciler.  Ha bu arada adları filan da nasıl yazılıyorsa öyle.  Yani x yerinde y, adıyla y yerinde x adıyla çağrılmıyorlar.  Genel olarak da kaynaşma oranı oldukça yüksek.  Elbette bazen dilbilim, bazen kültürel yakınlık ve dayanışma hislerinin bir araya getirdiği kampüs getoları var.  Bu getoların en belirgin olanları Afrika, Arap ülkeleri ve Çek kökenlilerden oluşuyor.
İşin ilginci Türklerin çoğu siyahilerin ve diğer milletlerin dil açısından daha yeterli oldukları inancıyla onlara kendilerinden ilerde görüyorlar.  Burda siyah-beyaz kavramları yok yani.  En azından siyah olunca “aşağılık” olan yok.    Talebeler arada adayı bir baştan bir başa arabayla üç saatte gezersiniz deseler ve de gidecek yer yok diye şikayet etseler de belki de farkettirmeden ada burdaki öğrenciler üzerinde epey sosyo-kültürel değiştiklikler yapmış görünüyor.  Öte yandan garip bir şekilde, Anavatanlı ve Kıbrıslı Türkler arasında göze çarpan bir psikolojik duvar olması.  Bunda yeni nesillerin tarihlerinden habersiz olmasından, AB marifeti ve TC’nin kararsız dalgın tutumları sonucunda.
GAÜ ye gelen öğrencilerin çoğunluğu, bazı burslu olarak buradaki bölümleri kazananlar dışında, ya meslek lisesi çıkışlı olmalarından, ya da yeterince sistemli çalışmadıklarından dolayı Türkiye’de devlet üniversitelerinde okuma hakkı elde edemyen  insanlar. Zeka sorunlu olan yok, ama çalışma disiplini açısından sorunlu olanlar var. Belli oranlarda aileden gelen bir harcama rahatlıklarının da olması, hele bir GAÜ de başlayım da sonrasına bakarız türünde bir giriş mentalitesini üretmiş.  Bir kısmında Ada’nın kendine ait özellikleri de etken, ama çoğu eğer Türkiyede bir devlet üniversite girme şansı olsa Adaya gelmek istemezlerdi sanırım.  Buna rağmen, ve ücretsiz öğrenci servislerinden bol şikayetlere rağmen de belli bir hatıra ortaklığı, bazen de kurumsal aidiyetlere karşı oluşan bireysel  ortak karşı çıkma tarzında şikayetler de var tabii.  Ardından da burasının arkadaşlık ve muhabbet ortamına dair dengeleme türünden belagat de geliyor.  Hepsinin de ortak fikri Girne’nin Ada’nın en güzel yeri olduğu.   Ayrıca kampüsün ön cephesi Akdeniz’e arka cephesi ise, şık bir heybetle göğe doğru sünen Beşparmak Dağlarına bakıyor.  İki güzellik ortasında oluşan ağırlıklı olarak beyaz renkte kampüs binaları, bir kısmı da kırmızı ve metalik renkte duvarları ve camlarıyla modern mimarili iş merkezlerini andıran, ama az katlı olmalarıyla da şirinlikleri artan binalar.  Bazı talebelere göre bu konumunu mecaziden ileri götürerek dalgalar eline sıçrayacak gibi hissediyorsun diye GAÜ tanıtımlarında da kullanmışlar. 
GAÜ’deki öğrencilerin en belirgin yani çok sosyal olmaları.  Ayrıca, okulla ilgli şikayetleri olanlar da bile en sevdikleri şeyin hocalarla talebeler arasında iletişimin çok iyi olduğunu düşünüyorlar.  Bu bazen “Hocam yaaa” ifadesini cümlelerin sonuna eklemek şeklinde de tezahür ediyor. Dil sorunları olmasa da çok rahat olarak, çekinmeden soru sorma alışkanlıkları var, özellikle de derslerin haricinde.  Talebelerden birisi bir Casino kuşu; beni de davet etti bir akşam için.  Çalışan talebeler de var otel vs. Gibi yerlerde. Kabul ettim teklifini, ama henüz gidemedik.  Bu arada okulda derslerde çık haylaz olan bir talebenin davetine icabet ettim bir akşam.  Okuldaki haylaz Engin misafir ağırlamak için nasıl mahçup bir edayla ve özenle ne kadar çok şeyler yaptığını görmekten mutlu oldum.  Hatta yeterince olmadı diye hayıflanmasını da.  Ah Engin ah, her hafta ders vaktinde yapacak bir işin de çıkmasa!
YÖK bünyesindeki her Türk üniversitesinde olduğu gibi, burda SKS yani Sağlık Kültür ve Spor Dairesi var, ama gariptir ki burda hakkaten ismiyle müsemma  olarak işliyor.  Mesela, FÜ’dekilerin yaptığı gibi, daha okula başlamadan, gelen talebelere, hangi hocaların “bizden,” hangilerinin “ajan” hangilerinin “ne olduğu belirsiz” ya da “dikkat edilmesi” gereken tipler olduğu, yanlarına kaç kişi ile gitmeleri gerektiği konusunda direktifler vermemişlerdi.  Talebeleri ne yurtlarda ne de kampüste haftalık KGB operasyonlarına tabi tutup, hem hocaları hem avlanacak balıkları markaja alma endişeleri ve paranoyaları yok.  Daha da ilginci kantinde filan kız-erkek öğrenciler çay filan filan içip muhabbet ederek derslerinden hoş vakit geçirirlerken, güvenlikten biri gelip onları uyarmıyor, ya da acaba görenler bir yere taşırlar mı endişesi taşımıyorlar.  Daha da hattası, “pantolon giyenlerin fahişe” olduğuna dair bir kelam edenler de yok.   Okulun idari bürokrasisi, bazı acemiliklerine rağmen Personel Dairesi, hep saygılı bir şekilde kendi konumlarının bilincinde olarak davranıyorlar.  Mesela burda 100 tane hoca var, ama bir tane SKS başkanı var” diyen dangalaklar yok.  Hocalar ve öğrenciler aynı mekanlarda yemek yiyebiliyorlar, hatta aynı kütüpheneye girip aradıklarını bulamıyorlar!  Yani tecrübe ortaklıkları var.  Daltonlar gibi, boy boy yemekhaneye mafya edası ve giysileriyle gelenler yok.  Üstelik yediklerine içtiklerine  onlar da para veriyorlar.
Düzenlenen etkinliklere zoraki davetlerle boşaltılan sınıflardan oluşan gruplar yerine, verilen bilgi doğrultusunda icabet edenler geliyor.  Ayrıca medeni cesaretleri olan bir talebe kitlesi var.  Soracakları soruya ya da nerde histerik kahkaha atacaklarına kadar belirlenmiş olmak yerine, içinden geldiği gibi davranan bir kitle var.  İlgileri ve bilgileri oranında ne istiyorsa soran, hatta Rektöre sahnede iken espri yapabilen bir kitle. 
Ne üniversitenin sahibi ne Rektörün etrafında sağ elleri ya ceketlerinde ya da elpençe duran bir küçük müfreze içinde dolaşırken görmedim.  Her ikisini de en azından üniversitenin TV’sinden  tanımalarına rağmen ne akademisyenler ne talebeler onların yanlarından geçerken, içtimaya geçmiyorlar, rüku secde durumlarında değiller.  Kontratım elime üç hafta sonunda geçmesine rağmen ve hala internet bağlantılı bir PC verilmemesine rağmen,  içimde bir endişe de belirmedi.  Havaalanından Rektörün gönderdiği bir servis aracıyla kaldığım yere gelirken, Rektörün şahsıma hitaben yazdığı yazı ve diğer dökümanlar elime tutuşturulmuştu.  Ve en güzel şey, en fazla 12 öğrencinin olduğu sınıflarımda ders verdikten sonra istersem ayrılıp istersem kalarak ve bunun hesabını vermeden işlerimi halletmem.  Sadece yapması gereken şeylerle uğraşmak ne kadar güzel bir şey, ders vermek okumak ve kütüphanede kitap olmamasına rağmen internetten kitap ve makalelerle yazı yazmaya çalışmak.  Ve kampüste hala kısa kol giysilerle dolaşan insanları görmek.  Denize tepeden bakan bir kampüste, dalgalanan suların mavilikleri arasında köpüklenen beyazlıkları göz atmak arada ve belki de Afrodit efsanesini belki de böyle bir nazar anına denk geldiğini düşünmek.  Kıbrıs’ın Kuzeyinden geçmek ne kelime, güneyini bile almak lazım!
Her neyse, kutlamanın en güzel yanlarından biri etkinliklere öğrencilerin kendi oluşturdukları kulüpler kanalıyla katılmaları.  Tiyatro, edebiyat, müzik kulüpleri ortaklaşa planlamışlar ve profesyonel bir görsel şölene dönüştürmüşler.  Bu arada müzisyen öğrenciler arasında icra sırasında laflaşmalar da na kadar rahat olduklarını gösteriyordu. Okudukları bölümlere ve milletin “acaba”larına kendilerini kaptırmadan, bazen türkü sözlerini de unutarak, ama kendilerini bozmadan okunan parçalar. Hele bağlamacı Aksaray’lı çocuk, genelde Neşet Ertaş’ın hem ağır hem de hızlı parçalarından oluşan bir dinletiyi bağlamayla halvet halinde okudu.  Harikaydı!  Dahası onu dinlerken dikkatimi çeken Rektör’ün kendini müziğin akışına bırakarak ve devamlı elleriyle ritim tutarak ve hçbir ciddiyet kompleksine katılmadan aktif olarak işin içinde hissetmesi.  Üniversitenin sahibi de öyle.  Hocaların genelinin de bu akış içinde türkülere ritim tutmaları, en hoş olaylardan biriydi. Rektör’ün aniden yeniden sahneye çıkmasının nedeni de icracılara sarılıp onları kutlamak içindi.  Bütün bunlar olurken, hem ruhen olaylara katılan hem de gözlemleyen biri olarak ben de çok hazzettim.  Bağlamamı özlediğimi de hatırladım.  Ve bir kere gördüm ki, yapmacıksız olmayan herşey ne kadar güzel.  Hissedilen ve sadece içinden geldiği için öyle davranan, “el alem” tanrılarının olmadığı yerde insanlar ne kadar güzel şeyler yapabiliyor. Tevhid te bu anlamda değil miydi? 


Sevgili Dostlar,
Yıllarını FÜ’nin beynelmilel standartlarda bir üniversite olması için boşuna harcamış bir insan olarak şunları ifade etmek isterim.  FÜ ndeki yıllarımda BÜ gözümde hiçbir zaman büyüyen bir heyula kurum olmadı.  Hatta çoğu Amerikan üniversitesi için de aynı hisleri taşıdım.  İnandığım şunlar vardı: Eğitim sistemlerindeki aksayan noktaları bulmak ve evrensel (yani bu Amerikan oluyor) standartlarda iki bölüm ve YL programları inşa etmek mümkündür.  Kütüphane ve altyapı adına FÜ ve BÜ hiçbir zaman bir Indiana Üniversitesi filan olmayacak, bu açıktır.  Lakin, akademik bakış olarak az ve yetersiz imkanlarla da çok güzel ürünler almak mümkündü.  Her ne kadar, BÜ tanınmışlığı, oturmuşluğu ve içerde ve dışarda prestiji olsa da bu sistem ve BÜ de okuyan çalışma alışkanlıkları daha iyi olan öğrencilerin bir ürünüydü.  Öte yandan bizim bölümlerde (ve hala orada beyhude ulaşan bir kaç insanın olduğu bölümlerde) yapılan, planlanan hem dersler hem de yıllar arasındaki zincirler ve onların oluşturduğu birikim BÜ mezunlarını katlayacak potansiyele sahipti.  Bunlar nispeten oldu.  Ama olmayan veya çok az olan bir şey her zaman vardı.  Öğrenci kitlesinin akademik ve bireysel iradeleriyle davranma ve düşünme ve bunların sonucunda da “birey” olarak  farklı düşünme modüllerini modüler mantıkla terkip ederek, olanın en iyisini farklılıklara empati ve fakat onlara mesafeli tutumla yaklaşmak.  Peki neden olmadı ya da çok az oldu?  Bununla ilgili bir kitap bile yazılabilir.  Lakin biraz değinmek de herkesin bildiği, ama çok az insanın ifade ettiği bazı hakikatlere değilmek olacaktır. 
1.        FÜ de, her zaman ifade ettiğim gibi, üç türlü bir hiyerarşik sistem vardır: akademik idari, bürokratik idari, ve teokratik idari.  Son iki yapı bazen aralarında işbirliği yaparak akademik olanı hem idari hem de bilimsel anlamda undermine etme çabasıyla bir araya geldiği gibi, kendi aralarında da adına “hizmet” dedikleri ve fakat sadece güç savaşından ibaret olan, düşman yaratma esasına dayalı, tek sermaye ve kabiliyeti ötekileştirme üzerinden yakınlık olan,  ancak özel sohbetlerde ifade edilen, ama kurum içinde kaçınılan ve üniversiteyi asıl hezimete uğratan etkendir.  Ne rektörün rektör ne dekanın dekan olmadığı, olamadığı, oldurulmadığı bir yerde, sadaret ayağa zaten düşecektir. Rektör yanında gölge dekan yanında onun gölgesi ilaahir, oluşacaktır.  Tüm sistem de gölgelerin dansına dönecektir.  Yüze ayrı, gıyapta ayrı indirme ve bindirmelerin olduğu ortamda hiçbir şey sağlıklı olamaz.   Netice olarak da , hem sorumluluk yükleyen, ama aynı zamanda onlara müteselsil olarak zerkedilen bir yetkisizlik bir yapı var.  Çünkü son iki grupta olanlar, bu “müellelef-i kulup” gözüyle görüp kendi aralarında iman ve kaderine kadar karar verme hakkını gören kitleye, doğrudan ve dolaylı olarak, çoğu zaman kişisel “hizmet” olan unsurları dayatmak esasına göre hareket ederler.  Sonra bu sistemlerin çatışması ve sonra kendi aralarında yeniden çatışması sonucunda, bir günde mükemmel olan  insanlar ertesi gün en menfur insan olabilirler.  Bu non-sistem sistemin kafası müteselsilen düşündüğü için ya da kafa salladığı için, el bağladığı ve etek öpmeyi hayatlarının en büyük şiarı saydığı için, devlet yapısındakine benzer bir şekilde hem bürokrasiyi hem de öğrencileri, buna göre tertip etmekten başka gayretleri olmaz.  Hatta öğrencilerin varlık sebebi olan şeyleri almaktan geri bırakmaya kadar açık gizli bir sürü tertip mekanizmasının çalıştığı ve mesela, “ahirette ondan mı soracaklar?” diye işlediği ve bu arada aslında ahirete ilim adamları olarak sadece ilahiyat ve cemaat ehlinin karlı çıkacağı gibi bir ortaçağ kafası ortaya koyar.  Nice insanlar oldu ki kapasiteleri evrensel normların hepsini karşılacayak ve hem dili hem duruşu hem de birikimiyle kendilerini aşağıda hissetmeyen yapıdaydılar.  Kimilerine hizmet etmediği, kimilerine farklı filtre ve ruhsal baskılar oldu “hizmet etmedikleri için.”   Kimi yarıştan koptu, kimi  hızını kesti, kimi de yarışı tersine çevirmeye başladı.  Kimileri karga tulumba evlendi. Nice nice.   Ve insanlar kampüsteki baskıcı ve yer yer konrollü taşkınlıklara kadar izinli olduysalar da , adımlarına kadar izlenme hissini taşıyarak, aslında kendilerinin olmayan hayatları, sanal  olarak orda yaşadılar.   Kampüste ayrı bir davranış, kampüs dışında ayrı bir davranış biçimi gelişti.  Bütün ceberrut yapıların en kötü tarafı, insanları kendi içinden gelenleri dışında konuşma, davranmayı farklı baskılarla hayatının bir parçası haline getirmek, sonra da aslında hayat bundan ibaretmiş ya da hayat zaten buymuşa dönüştürmektir.  Her zaman söylediğim bir şey vardır:  Türkiyede “zalim” ve “mazlum” yoktur,  zalimin küçükleri büyükleri vardır.  Yarış iki arasındadır.  Ayrı bir konu...
2.       Gelen öğrencilere a) burası zaten bizim, 2)orda zaten herşey iyidir diye yapılan reklam (?)larını geri tepmesi.   Burası bizim, kolejdekinin bir üstü ya da yıllara eklemlenen uzatılmış kolej, hem azme hem de öğrenmeye engeldir. Ayrıca bireysel inisiyatif alma hissi de ancak ve ancak yine “bireysel inisiyatif almak lazım” denince ortaya çıkmaktadır.   Sonuçta, BÜ’nün öğrencilerinin aksine çoğu öğrenci, diploma ya da daha üst kademede eş adayları tercih zorunda kalmaktadır.  Ya da ailenin işini yapacakları gerekçesiyle, aslında daha fazla öğrenmek yerine, en azıyla nasıl kurtarır onun hesabını yapmak zorunda kalmaktadır.  Ayrıca okul içinde ve dışında yapılan propagandalarla hocaların şahsında bizzat bilginin değerini düşürerek, öğrenme ve öğrenmekle gelen karar verebilme ve dahi bireysel birikim ve ahlak gelişmemektedir.  Emir komutanın, “akil baliğ” normlarına ne kadar uyduğu aşikarken, “o ne der, bu ne der” türünden local tanrılar aslında heryeri kapsaması gereken Allah’ın alanından çalmaktadırlar.  Zaten hedef gösterilen alanlar, ya bir şey adına aşılması gereken ya da sürüden ayrılınca kapılmak korkusuyla iletişimin olmaması gereken alanlardır. Sonuç, bir çeşit paranoya ve tersinden yüceltmelere garkolan bir başka yanlışlık.  Bunun bir kısmı da, “eşeğin aklına karpuz kapuğu düşürmek” kabilinde olmaktadır.
3.       Okulu kendi dar kafasında “vitrinimizdir” diye algılayıp algılatıp bunu da abone yap, kurban topla cennet senin formülüne dönüştürünce, tabii olarak bir değer ve onun karşısında bir değersiz alan ortaya çıkar.  Hele bir de “kayma” alametleri olan, “sen elif dersin” abi, ”manası ne demektir?” deyince, kendini zaten putlaştırmış kafa, onu da dışlamaya doğru gidecektir.  “Ya  yüs’el” olan her yapı ve kişi, puttur, ilahiliktir, firavunluktur.  Bunu gören olunca da, hatta çok sevdiğim bir eski talebemin ifadesiyle “putları kırmak mantığı” ortaya çıkmakta ve yine aynı metaforla konuşacak olursak, putlarla beraber Kabe de yıkılabilme noktasına gelmektedir. Yani bir uçtan diğerine...
4.       Ne klüpler de ne öğrenci temsilcisi seçimlerinde kendi kararına göre davranamayan, şu veya bu şekilde, kutsal elemanların emir komutasına ve tabii yerine göre nimetlerine göre hareket eden bir tarz ortaya çıkmaktadır.  Faaliyetlerin faaliyet olarak değil, birilerini kafalama, birilerine yaranma, birilerini zamanı gelince kullanma mantığıyla yapıldığı, ya da “bak biz kimi getitdik” komplekleriyle davranılan ordamda, dersleriklerin emirle boşalıp, faaliyet salonların yığıldığı, gerekiyorsa soruların bile zoraki gelen kitleye, zoraki gülüşmelerle sorulduğu bir ortamda, acaba “a” dersem “b” tepkisi alır mıyım diye düşünen sonunda “mee” demenin en iyisi olduğuna karar veren ortamda ne olabilir ki?  Bugün çok doğal bir tavrı bastırır, ertesi gün örgütlü olarak o tavrı ister insanlardan.  Ve he halükarda bir “hikmet” vardır. Hem doğru da hem yanlışta.  Ama Yine de her iki halde de yanlış olan, Mancuryalı Aday filmindeki gibi, iki adet komutla zihindeki çipin devreye girerek hareket alanı oluşturmasıdır.

 


0 comments:

Post a Comment