rss
email
twitter
facebook

Monday, November 23, 2009

HACI ŞAKİR

HACI ŞAKİR
Oğlu Gevher Nesibe Tıp Fakültesi Hastanesi yoğun bakım ünitesinden içeri adımını soluk soluğa attığında, koridorun sonundaki hasta odasında hareketsiz yatan yetmişli yaşlardaki adamın alnında yılların şerha şerha açtığı çizgiler, kazadan kaynaklanan yırtılma ve derin yara izleri yarışır gibiydi. Burnundaki oksijen maskesi, sakallı yüzünün yarısını kaplamıştı. Yanaklarındaki kan ve tendürdiyot izleri birbirine karışmış, yüzünde anlamsız haritalar oluşturmuştu. Trafik kazasının üzerinden on beş saat kadar zaman geçmişti.  Önce apar topar polikliniklerin girişindeki acil odasına  yatırmışlardı “Hacı Amca”yı, sonra da yoğun bakım için sekizinci kattaki odaya taşımışlardı.
Tedbirli davranmıştı Mete, arabayla İstanbul’dan Kayseri’ye doğru yola çıkarken eskiden tanıdığı başhekim yardımcısını ve fakültedeki birkaç arkadaşını aramış, hastanenin girişinde yine aramış,  “mutlaka” görüşmek istemişti.  Ne olur ne olmazdı.  Kısa ve telaşlı görüşmenin ardından asansörde geçmek bilmeyen saniyeler vardı. Asansör sekizinci katta durduğunda hemen karşıda beliriveren kalın sütundaki “8. Kat Göğüs Cerrahisi Yoğun Bakım” levhasını görünce,  camekanlı giriş kapısından içeri dalmış ve nöbetçi doktor odasına bakınmıştı.  Yoğun bakım ünitesindeki hemşireler içeri bırakmak istememişti Mete’yi. Hem yol yorgunluğu hem de ruh yorgunluğu birleşince yüzü yıkılmıştı.  Onlara cevap vermeden, ama  doktor odasını eliyle işaret ederek yanlarından geçmişti.
Nöbetçi doktor odasındaki telefon kulaklara çalındığında Mete içerdeydi.  Az sonra kendisine başhekimlikten gelen telefonla yüz ifadesi değişen nöbetçi doktor, “Şakir Amca’nın yakını sizsiniz sanırım. Buyurun içeri, ama lütfen fazla kalmayın, diğer hasta yakınlarına laf anlatamıyoruz, Mete Bey” demişti. 
“Evet, ben oğluyum,” demişti “sizi de anlıyorum, ama dünyanın bir türlü hali var.” Sonra, babasını hem görmeye can atan, hem de görmek istemeyen ürkek adımlarla içeri süzülüvermişti.  Keskin bir ilaç kokusunun hakim olduğu odanın bir sağ köşesinde bir başka hasta daha vardı. “Geçmiş olsun!” dedi.  Elli yaşlarındaki adam sedye üzerinde hafifçe kendini düzelttikten ve sağ omuz altındaki sondayı düzeltip,  “Sağol, yeğenim,” dedi.
“Ben şu yandaki hastanın oğluyum” dedi, belli belirsiz gülümsemeye çalışarak, “ancak gelebildim İstanbul’dan.”  Bütün uçuşlar satılmıştı, otobüs ve tren uzun zaman alacaktı.  Haberi almasıyla arabaya binmesi bir olmuştu.  Niye açıklaması gerekiyordu ki!  Kime hesap vermesi gerekiyordu?  Bir gözü babasına yöneldiğinde, diğer gözü kendi içine çoktan uzanmıştı. Havsalasında yola çıktığından beri defalarca seyrettiği filmin sahneleri yeniden gösterime başlamıştı. Bazen kopuyordu sanki, sonra yeniden başlıyordu. Düşüncelerinden silkinmek, kurtulmak istercesine filmdeki babasından uzaklaşıp sedyede yatan babasına gözlerini dikti.  “Baba!” diye mırıldandı, “beni duyuyor musun?” Boğazında düğümlenen bir şeyler gözlerinde buğulanan babasının resmiyle birleşmiş tekrar havsalasındaki film şeridine dönmüştü Mete.   
Mete kazayı haber aldığında bir ramazan günüydü, öğle vakti.  Telefondaki yeğeni büyükbabasının kaza geçirdiğini, ambülansla Kayseri’deki Gevher Nesibe Tıp Fakültesi Hastanesi acil ünitesine kaldırıldığını söylemişti.  Dudaklarından, “tamam!”  döküldü belli belirsiz.  Telefonu kapattı.  Ramazan mahmurluğu muydu, aldığı haberin etkisi mi anlamadı, ama gerisini duymadan telefonu kapatmıştı.  Sonra birden teyakkuza geçti tüm bedeni, son arayan numarayı çevirdi telaşla.  O gün saat on sıralarında babası her hafta yaptığı gibi bisikletiyle pazara uğramış, alışveriş yapmış ve yıllardır sadakatle kullandığı bisikletiyle dönmek üzereyken, tam pazar yerinin ana yola açılan girişinde hızla gelen yük kamyonunun hışmına uğramıştı.  Hızla gelen kamyon, babasının kırmızı “atı”na arkadan bindirmiş, durumu kurtarmak telaşına düşen kamyon sürücüsü daha da kötüsünü yaparak bisikleti adeta orta refüje kadar takip etmiş ve o darbenin hızıyla babası bisikletle beraber uçmuş, takla atarak yere düşmüştü.  Kaza mahalliden geçenleri anlattığına göre, babası, önce kafasını kaldırıp etrafına bakınmaya çalışmış, ama kırılan kaburga kemikleri ve sol köprü kemiği buna müsaade etmemişti.  Olayı herkesten önce gören bir kadın canhıraş feryatlarla ağlarken, “Hacı Amca”yı tanımış ve yeleğindeki cep telefonunu çıkararak, yakınlarına ulaşmıştı.  “Hacı Amca”nın kalın, siyah çerçeveli yakın gözlüğü düştüğü yerin hemen bir metre kadar gerisinde bir camı kırık vaziyette idi.  Yeni tesviye edilen refüjün  toprağına gömülen gözlüğün bir ucu açıkta kalmıştı.
Hacı Şakir’in aslında gözlükle fazla bir işi yoktu.  Uzağı görmede sıkıntısı yoktu, yakın nesnelere baktığında ise gözlerinin retinasında harfler “karcacık,”  “burgacık” bir vaziyet alıyor, sonra da midesini bulandırırcasına bir etki beliriyordu kafasında.  Bu nedenle yıllar önce bir dahiliye doktoruna görünmüş, ama bir sorun çıkmamıştı, biraz yüksek kolesterol haricinde.  Daha sonra göz doktoruna sevketmişlerdi.  Gözlerinin yakını görmede sıkıntı çektiği ortaya çıkmış ve doktor Hacı Şakir’e damla ile beraber yakın gözlüğü salık vermişti.  “Aman Doktor Bey,” demişti, “bu yaştan sonra gözlükle ne işim olacak?  Cahil bir adamım ben.”
Demişti, ama “ne de olsa okumuş” bir adam olan doktorun verdiği reçeteyi alıp fenni gözlükçüye gitmişti.  İlk taktığında, kafasında okumuş adamların gözlüklü olduğu imajıyla imalı imalı gülümsemiş, sonra da gözlüğü  itina ile kılıfına yerleştirmiş,  ceketinin cebine koymuştu.  O akşam yemeğini yedikten sonra her zamanki gibi yatsı namazını camide eda etmeye gitmiş, dönüşünde de ciddi bir bilim adamı edasıyla eline aldığı kitaba gömmüştü kafasını. Bazen bir sayfa üzerinde yarım saat harcardı. Kendine seslenen olduğunda gözlüğünün üzerinden bakar, dinler sonra da kitaba dönerdi, fazla değil bir iki sayfa daha okumak için.  Dini ve tarihi kitaplardan oluşan 28 kitabı vardı.
 Okuma yazmayı pat çat bilirdi Hacı Şakir. Hem yaşadığı yılların sıkıntısı engel olmuştu okumasına, hem de  daha küçük yaşlarda iken öksüz kalmıştı.   Bir cirit oyununda gözüne aldığı darbeden dolayı lakabı “Kör” olan babası Ahmet “eve bir analık getirmişti.”  Ondan sonra da artık hayat bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmamıştı.  Babasını hep hayırla yad eder, ama arada bir de “anası olmayanın babası olmaz” derdi.  14-15 yaşlarında yuvadan uçmuş Konya’ya çalışmaya gitmişti.  Iğdır’da askerlik yaparken mektuplarını başkasına okutup başkasına cevap yazdırmıştı başlarda.  Sınır karakolundaydı, “Rus gavuru” dik dik bakardı nöber tutarken.  Sonra hep “Allah razı olsun” dediği Süleyman Çavuş, ona “gel lan” demişti, “sen de kursa yazıl!” Kursta alfabeyi sökmekle kalmamış, biraz da günlük hayatta kullanılacak İngilizce kelimeler ve cümlecikler de kapmıştı.  Kışla okulu olmuştu, komutanı öğretmen. Tüm bunlardan haz alırken terhis olmuştu ve gerisin geriye. Babası ölmüştü zaten veremden.  “Analık” evlerinde kalmıştı kızıyla beraber.  Sonrası hamallık yılları,  sonra hamallık yaparken sevdiği öğün olan pekmek, tahin, turşu ya da helva, turşu ve ekmekten oluşan öğünü kendisi başkalarına sunmak üzere bir fırıncının yanında küçük bir “dükkan” açmıştı.   Sonra zamanla birkaç koyun almış, zamanla borç harç da yaparak sürü haline getirmişti.  1966 senesinde sürüsü o kadar büyümüştü ki onları sattığında Şakir artık Hacca gitme istediği zaptedemez olmuş, iki “fidanı”nı Allah’a ve karısına emanet ederek Mekke’ye gitmişti.  Hacı olduğunda, 37-38 yaşlarındaydı.
Karısı Şerife mahalledendi. Aralarında iki üç yaş farkı vardı. Şerife Şakir’den boyca daha kısaydı.  Çakır gözlerine takılmıştı Şakir Şerife’nin.  Babası olmadığı için Şerife’yi istemeye kendisi gitmişti Şakir, yanında mahallenin bir iki büyüğüyle.  Nişanlanmışlardı, ama bir “çulsuza” kız verdiği için diğer damatları alınmıştı Elmas’ın.  Nur yüzlü kadın, hem bunlara kulak asmamış hem de damatları arasında arayı bulma çabasına da girmişti. Hatta Şerife’yi nişan atması için iknaya çalışanlar olmuştu. Ama Şerife, Şakir’den ayrılmak istemediği ısrarla söylemişti.  “Adım onunla çıktı, canım da onunla çıksın!” demişti. Evlendiklerinde bir göz oda ve saman yastık ve şilteleri vardı, ama mutluydular.  Ayrılmamışlardı.  Rızkı veren Allah’tı.  Şakir hamallık yaparken, öğle vakitleri iki kilometre yol yürür Şerife’sini görür, Allah ne verdiyse yerler ve sonra tekrar Toprak Mahsulleri Ofisine doğru yola düşerdi. 
 “Demirkırat” Parti zamanında toprak reformu neticesi tapu kadasto işlemleri yapılırken, Ankara’dan gelen yetkili bir ucu dağa uzanan taşlı hazine arazisinin ona verilmesi için emir vermişti. Özel bir nedeni yoktu.  “Şakir, ne dersin bu tarlayı sana vereyim mi?” demişti.  O da “bilmem, olur mu ki?” demişti. Olmuştu. Çok da bir para ödememişti.  Sonra çiftçilik yapmaya başlamıştı, karasaban ve öküzle. Tarla içindeki taşları zaman buldukça ayıklamış, küfe ile tarlanın dağ tarafına taşımıştı. Yıllar sonra üç ortaklı bir Ferguson traktör almış, daha sonra ortaklar arasındaki anlaşmazlıklardan sonra ortaklıktan ayrılmış, kendi başına, “gırtlağına kadar” borca girerek bir traktör almıştı. Yıldan yıla ödemişti “hamdolsun!”
Herşeyi vermişti Allah! Okuyabilmek, akıcı okuyabilmek Hacı Şakir’in içinde onulma bir ukde kalmıştı. Çarşıda pazarda tabelaları okumak haz verirdi.  Evine arada bir gelen resmi mektupları okuyabilmek sonra da okuma bilen birine teyit ettirmek ve doğru okuduğunun sağlamasını yaptığı oranda mutlu olmak özelliklerindendi.  İmza bile atardı, mühürü vardı, ama parmak basmak ya da imza etmek yerine, imza etmek ona ayrı bir gurur kaynağı idi.  Özene bezene kalemi eline alır, sonra “Ş” harfinin altını uzatarak soyadıyla beraber yazar, sonra da nedendir bilinmez, adı ve soyadının üstüne soyadının son harfinden başlamak üzere bir çizgi çekerdi.  İmzası oydu. Muhtemelen kağıt paraların üzerindeki imzalardan ya da resmi dairelerde, bankalardaki müdürlerin etkisiydi o son çizgi. Ama o imza üzerine yüzünde bitiveren tebessüm tamamen Hacı Şakir’indi.
Hacı Şakir askerden aldığı okuma melekesini ve küçük yaşlarda başladığı namazını bırakmamıştı hiç.  Askerlikteki kışla disiplinini, namazdaki zamanlama mantığıyla birleştirerek kafasında bir iş disiplini oluşturmuştu.  Köstekli saati değildi, günlük hayatındaki dilimleri belirleyen, namaz saatlaeriydi.  Ve Hacı Şakir için özellikle yaz mevsiminde, sabah saat yediden sonrası, öğle vaktine denkti.  Sabah namazını kıldıktan sonra, bazen oğlunu uyandırır dı ve oğlunun çoktan ezberine işleye cümle değişmezdi: “Oğlum kalk artık! Öğle oldu!”
O sabah namazını illa da Büyük Camide kılar, sabahçı kahvesinde ya arkadaşlarıyla bir çay içer, ya da fırından taze ekmek ve evden giden peynir zeytinle kahvaltısını yapar eve dönerdi. Sonra “bir öküz parasına” aldığı Schaub Lorenz radyosunu açar, oğlu için bir içtima borusu hükmünde olan, Deutsche Welle’yi dinlerdi: “Burası Deutsche Welle, Almanya’nın Sesi Radyosu, Türkçe bülteni…” Cümleler arasına serpiştirilen uzun zil sesleri bu resmi tamamlardı.  Tarlaya yola çıktıklarında ise, “acans”lardan hafızasına nakşettiği haberleri tartışırdı kafasında ve yanında bulunan insanlarla.  Oğlunun ilkokulda okuyor olması onun için bir engel değildi.  Okuma bilenin bilmeyeceği, anlamayacağı ne vardı ki!
Hacı Şakir için sadece kendi oğlu değil, okula giden başka çocuklar da aynı derecede mühim insanlardı.  Onlar tahsil yapıyorlardı. Ah…neler vermezdi o da okusaydı!  Bazen çarşıdan eve ya da evden çarşı gidişinde yolda gördüğü mahallenin önlüklü yakalı çocuklarına ciddi bir şekilde selam verir, onlar da artık alıştıkları ve hatta bekledikleri bu selama adeta hizaya geçerek “aleyküm selam Hacıeemmi!” diye cevapladıktan sonra “adam yerine” konmuş olmanın sevinciyle yollarına devam ederlerdi. Çocuklar artık zamanla öyle alışırlardı ki, artık gülerek kendileri selam vermeye başlarlardı.
Ne kadar zaman geçti bilmiyordu Mete.  Ama babasının sol elini tuttuğunu fark etti.  Elinde de yara izleri vardı.  Eğildi şefkatle, babasının seyrekleşen saçlarını düzeltti ve çocuğunu öpercesine alnından öptü onu.  Babasının gözleri göz kapakları arkasında hareket ediyordu.
“Baba!” diye seslendi alçak sesle.  Hem uyandırmak istemiyor, hem de gözlerini görünce, sesini duyunca sanki hayatta olduğuna dair delil arıyor gibiydi.  Birkaç defa daha seslendi Mete. Tutmaya devam ettiği sağ eli hareket etti yavaştan.  Babasının derin gök mavisi gözlerini açtığını gördü.  O anda içi içine sığmayan bayram çocukları gibi hissetti. Çığlık atası geldi.  Kendini zorla tutarken, boğazında bir şeylerin düğümlendiğini ve gözlerinin nemlendiğini hissetti.  Dik durması gerekiyordu.  “Baba!” dedi, “geçmiş olsun, nasılsın?”
Babasının göz kapakları aralanırken, buğulu gözlerine Mete’nin silueti yansıdı.  “Mete! Sen misin?” dedi.
“Benim, baba, haber alır almaz yola çıktım, ancak gelebildim.”
“Yavrun da geldi mi, kerata?”
“Hayır baba, ben yola acele çıktım.  Onlar sonra gelecekler.”
“Hasret bıraktınız beni torunuma.” Sesi boğuk boğuktu.
“Baba sen iyileş, bak göreceksin, o zaman.  Sana telefonda geçmiş olsun dedi, az önce sormuştu. Hele sen bir iyileş.”
Babasının kolları ve ayakları bezden keleşçelerle sedyeye bağlanmıştı. Göğsünde elektronik aletlerin uzantısı bantlar, inip çıkan yollar gibi devamlı haritalar çiziyordu. İçindeki iniş ve çıkışları ölçüyordu sanki.  Nabız atışları yüksekti. Donuk iki bulut dikilmişti Mete’ye, dolup dolup inemeyen yağmur bulutları.
“Nasıl oldu kaza, baba?”
“Benim suçum yok, evlat” mırıldanarak,  “ben kendi yolumda gidiyordum.  Birden geldi, bir motorsikletli geldi vurdu bana düşürdü.” Daha önce bir motorsikletli kendisine vurmuş, ufak çiziklerle atlatmıştı.  Hacı Şakir kendisine çarpanın bu sefer kamyon olduğunu anlamamıştı.  Hafızası eski basit kazanın etkisiyle olayları anlamlandırmaya çalışıyordu.  Ama bu seferki, sandığı gibi değildi. Ellerindeki izlerde gezindi gözleri.  Sonra kollarının bağlı olduğunu fark edince, beynine kan sıçramışcasına hiddetlendi: “Ben şerefli bir adamım, oğlum, bunu bana neden yaptılar?”
“Sen her zaman şerefli bir adam oldun, canım babam.  Şimdi de öylesin. Geceleyin sedyeden düşmemen için bağlamışlar kollarından seni.”
Hacı Şakir, gece bir ara uyanmış, sol yanına takılan sondayı, serum için takılan iğneyi, yogun bakım cihazına veri gönderen tüm sensörler koparıp atmıştı.  Hastabakıcılar zor zaptetmişlerdi.  Aynı şeyi tekrarlamaması için kollarını ve ayaklarını bileklerinden bağlamışlardı. Farkında değildi durumunun. Kendine o durumda yatmayı yediremiyordu.  Mete’nin aklına o an Halid Bin Velid’in durumu gelmişti. Onca yıl savaşlarda komutanlık edeceksin sonra da yatalak hasta olup ölümü bekleyeceksin. Ey Halid! Seni daha iyi anlıyordu şimdi.  Yıllar önce okuduğu o hikaye nasıl da canlanıp gözlerinde tiyatro sahnesini kurmuştu.   
 “Hareket etme fazla, kanaman var.”
“Nefesimi alamıyorum, oğlum, yüreğimi sıkan bir şey var sanki” dedi kesik kesik.
“Kaburga kemiklerin kırılmış, baba, bir de sol kürek kemiğin.”
Anlamışçasına gözlerini hareket ettirdi Hacı Şakir.  “Bunda sonra benim yaşamam zaten fazladan.”
“Yahu baba, niye fazladan olacak.  Hele sen bir iyileş. Şurdan bir çık.  Kimin kontratı var Allah’la? Hazinesinde yok mu versin işte!”
“Bundan sonra yaşasam ne olacak? Allah sizlerin acısını bana göstermesin, yavrum.”
“Daha torunlarının mürüvvetlerini göreceksin.  Seninle daha çok işimiz var” diyecekti ki Mete, gözlerinde kabaran bulutları gizlemeye çalıştı. Yüzünü çevirdi, gülümsemeye çalışıp, yüzünü tekrar döndü babasına. 
“Bak Hacı Emmi, Allah’ın işine karışma, bak sonra bozuşuruz!”
“Hacı Emmi!” diye söze girerdi Mete bazen, başkalarının babasına hitap ettiği gibi.  Matraklık yapmak istediği, ciddi meselelerin ağırlığını dağıtmak için, “Hacı Emmi” ifadesi ilaç gibi gelirdi arada.  Babası böyle zamanlarda yüzündeki tüm kaslarıyla gülümser, “Seni eşşoğlu eşek,” derdi Hacı . Sonra da ortalık yumuşar babasına sarılırdı. “Bak Hacı Emmi, bu sana yakışmıyor yani!” gelirdi ardından.
Babasının sıklıkla ettiği dualardan biriydi: “Allah kimseye evlat acısı vermesin!”
“Baba, sana çarpan Kamyonmuş, motorsiklet değil.”
“Yok canım.  Ben bilmez miyim?” Soluklanırcasına nefes alıyordu.  Kaburga kemiklerinden bazıları akciğerine batıyor, nefes esnasında ciğerini tam dolduramıyordu.  Bu şekilde olunca da kalbi daha fazla yoruluyordu.
Üzerinde durmak anlamsızdı.  Mete konuyu değiştirmek istedi.  “Bak doktor diyor ki, bu üç gün senin için önemli. Hatta konuşmaman lazım.  Yoruluyorsun.  Kalbin yoruluyor. Kaburga kemiklerin daha çok hassasmış.”  
İçeri giren doktorun “artık yeter” bakışlarıyla kendine geldi Mete.  Gözleriyle, “tamam gidiyorum” dedi. Sonra babasına dönerek, “hadi Allah’a emanet ol!  Yarın gelirim gene.  Gece yarısı da ararım doktoru bir eksik gedik var mı diye.”  Sonra babasının sedyeye bağlı eline eğildi ve öptü.
“Çok susadım evlat, içim yanıyor su getirsinler!  İstedim vermediler!”
Hacı Şakir, kazanın şokundan dolayı henüz durumun vehametini anlamamıştı. Çocuklaşmıştı sanki ortamın verdiği acizlik hissiyle.  Kırılan kaburga kemikleri ciğerlerine hançer gibi saplanmış ve her nefes alışında kanamayı artırıyor, kalbini de yoruyordu. Kan kaybıyla gelen susama hissi de aksine artıyordu.  Doktorla ise, kanamayı daha da artırır endişesiyle Hacı Şakir’e bardakla su vermek yerine, dudaklarını ıslak pamukla ıslatıyorlardı.  Mete ayrılırken, kemiklerden birinin kendi ciğerinde hissetti, boğazı düğüm düğüm, sesi boğuk, yüzü yıkık, kalbi küskün, gözleri donuk.
 Hastaneden çıkıp arabaya bindiği anda sadece refleksleri ile hareket ediyordu Mete.  Bir an buut  değişti sanki kafasında.  Zaman ve mekana yabancı hissetti kendini. Onca yıllarını geçirdiği bu şehir bir yaban şehir oldu kafasında.  Hatırlayamadı bir an neden burda olduğunu. Parkın çıkış yerini unutup arabayı giriş kapısına sürdüğünü, girişteki kapanı görünce anladı. Böylesi bir durumu daha önce bir kere daha yaşamış ve oturduğu evin adresini unutmuştu.  Gelen mektuplar sağ olsun! Zarfların üzerini okuyarak hatırlamıştı. Hey gidi günler!
Ama o zamanlar sanki daha mutluydu.  Belki sorumlulukları o kadar yoktu, belki de ailesi o zamanlar hep bir arada idi ondan.  Annesi sağdı, ağabeyi ve yeğenleri bir aradaydı. Teyzeleri, halaları, onların çocukları.  Hani tüm “kabile” beraberdi.  Mahalle vardı, mahalleli vardı.  Mahalle bir vücudun farklı organları gibi, acıyı da sevinci de ortaklaşırdı. Mahalle de insanların pek hazzetmedikleri, ama eksikliğini duyduğu insanlar da vardı, ama onlar da bir bedenin organları olarak bütünleyici gibiydiler. Mahallede herkes bir aile fertleri kadar birbirlerine aşina idiler.  Hele akrabalar! Onlar zaten aileydiler.   Arada gidenler olurdu başka şehirlere belki, ama çok uzun sürmez geri gelirlerdi.  En uzun gidenler ya “Alamancı” lar olurdu, ya askere gidenler. Bir de başka yerden biriyle evlenen kızlar. Ama uzaklara gidenlerle ilişkiler de aradan geçen zamana rağmen, ayrıldıkları anki sıcaklıkla aynen kaldığı yerden devam ederdi.  Eski mahallenin sokakları kafasında belirti.  Sokaklar arasında silüeti dolaşırken, düşüncelerinde mazi  gezinmeye başladı.
İşte baba ocağı, yenisi değil eskisi. Hemen yanında sağ tarafında, “Kadife”ler otururdu.  Kocası ve kalabalık bir ailesi, dört erkek çocuğu olmasına rağmen ev kadının adıyla anılırdı.  Onların yanında Tuzcu Kemaller.  Onun yanında “Ali Ağa” vardı.  Onların karşısında Hocaoğlu vardı.  Oğlu Fikret mahalleye film makinası getirmiş ve küçük arka bahçede mahalleliye izletmişti. Karısı vefat eden Hocaoğlu bir “firik”le evlenmişti. Sonra Bakkal “Kör Nuran.”  Muhtar Bayat’ın Abdullah, arapçayı ve “eski” yazıyı ile bilen, elinden Cumhuriyet Gazetesini düşürmeyen “Aptılla Emmi.”  Postacı Sağır Murtaza... Kör Kenan. Kürt Hacı Bekir ve oğlu “Tito.”  Sosyalist olduğu için adı Tito’ya çıkmıştı.  İyi çeker hep çekerdi.  Kahvehane işletirdi. Ecevit’in azınlık hükümeti zamanında siga ve çay karaborsacılığı yapardı. İlçede ilk sinemayı açan Sinemacı Recep’in oğlu Ahmet. Ahmet teyzesinin oğluydu. Ona “dayı” derdi.  Akkız Yengesiyle severek evlenmişlerdi.  Sonra Almanya’ya gitmişleri.  “Şerife Abla”lar, iki oğluyla beraber yaşayan dul bir kadın. Tam karşısında “Cinli Sultan” diye bir komşu kadın.  Yalnız başına yaşayan iki büklüm, asabi mi asabi! Kocası ölmüştü, çocukları yoktu. Güldüğünü kimselerin göremediği, bahçesinin yanında oynayan çocuklara da tahammülü olmayan kadın. Kömür rengi çarşafını üzerine geçirir çıkardı arasıra.  Nadiren de olsa Tuzcu Kemal’in ailesi ziyaretine giderdi.  Kürt Hasan Dede’lerin evi, onun Kadir’den olma kızı Semra. Güzel kızdı doğrusu! Sonra Derviş Beyler. Sümüklü Şevket, mahallenin delisi Çavuş. Uyuz Ahmet.  Şaylanlar... Büyük Cami’nin İmamı Mahmut Hoca. Ne güzel ezan okurdu adam! Daha mahallenin bir sokağını kafasında tamamlamışken, ağabeyinin evine geldiğini farketti.  Bayat’ın Abdullah CHP’li idi, Tuzcu Kemal MSP’li.  Koca Bekir vardı AP’li. Muhlis Ağa kendi halinde kerpiç dubleksinde yaşan bir yaşlı bir adam. Hüseyin Amca mahallenin beyefendisiydi, devlet memuru.
Ağabeyi arasında on yaş farkı vardı.  İki kardeş arada kavga ettilerse de birbirlerini sevgi ve saygı ile anmışlardı hep.  Babasının durumuna o daha sakin yaklaşıyordu. Ağabey’i “Allah iki hayırdan birini nasip etsin!” derken çok şey diyordu aslında.  Belki Mete yuvadan uçalı epey olduğu içindi.  Ağabeyi ise babasının evinin hemen bitişiğindeki kendi evinde yıllarını beraber geçirmiş ve baba-oğul ilişkisisinden öte akran muhabbeti gelişmişti aralarında. Geçen yıllar içinde dört yeğeni aynı  duvarın çevrelediği ortamda “büyükbaba”larıyla.  Mete’nin yuvadan uçması ve kaza aileyi bir anlamda daha bir yakınlaştırmıştı.  İftardan sonra muhabbetler hem Hacı Şakir etrafında hem eski mahalle ve insanlar arasındaki ilişkiler üzerinde yoğunlaşıyordu.  Bu arada iftar sonrasında içilen sigara ve çayların hesabı yoktu.  Mete konuşuyordu konuşmasına, ama iki de bir gözü bir yerlere takılıyordu.  Hayırda şey olabilirdi, şerde hayır, ama hangisinin ne olduğu nasıl belli olacaktı?
Sigara içmek Mete’nin küçüklük yıllarında adamların dünyasına ait olmanın raconlarından biriydi. Onun da bir adabı vardı.  Büyüklerin, hele hele baba ve ağabeylerin yanında sigara içilmezdi.  Anneler ve ablalar bu sınıfa girmezlerdi pek! Babası sigara içmesine karşıydı Mete’nin, ama 14-15 yaşlarında   düğün vesaire olduğunda bir tane içmesine de kıyameti koparmazdı.  Ama içki yasaktı. Hele hele “İmam-Hatip Okuluna” gidip de içkiye ağzını vurması zaten olacak  şey değildi.   Ağabey’i bile evlendikten nice zaman sonra sigara içmeyi aleni hale getirmiş, ama yine de Baba’nın yanında sigarayı avucunun içine almaktan imtina etmemişti. Sahura kadar devam eden sohbetler geliyordu sonrasında.   Sohbetlerin bir kısmı sıkıntıyı dindiriyordu, bir kısmı da eski defteleri açan türdendi. Hayıflandı birden.
İlkokul ikinci sınıftaydı Mete.  Nedendi hatırlamıyordu, ama babasının söylediği bir söze kızmış ve annesinin de ısrarlarına rağmen, öğle yemeden Gazi Paşa İlkokulu’na doğru yol almıştı.  Kış vaktiydi, ayaklarında siyah çizme, siyah önlüğün bir yakası kalkık çamurlaşan sokaklardan okula gitmişti.  Beslenme çantasını da almamıştı.  Birinci derse girdiğinde Necla Hanım’ın  dersini o güzel anlamıtıyla bir kere daha hayranlıkla dinlemiş ve zilin çalmasıyla bahçeye çıkmıştı.  Tarihi bir bina olan ilkokulun avlusunda arkadaşlarıyla gevezelik ederken, avul duvarında dikilen adamı gördü.  Babasıydı... “Gel” diye el işareti yapıyordu.  Gayr-ı ihtiyacı babasına koşmuştu Mete.  Babası elindeki naylon poşeti Mete’ye uzattı.   İçinde bisküi ve kraker türü şeyler vardı.  Sağ koluyla tutu kaban da Mete’nin kabanıydı. Mete’nin gözlerine baktı sevgi dolu Hacı Şakir.  “Hadi bunu da al, şimdi dersine git! Tamam mı yavrum?”  Mete bir şey demeden kafasını sallamıştı babasına ve yüzü babasına dönük gerisin geriye arkadaşlarının yanına dönmüştü.
İlkokul sonrasındaki yıllarda büyük değişiklikler olmuştu.  Sokaktaki kaldırım taşları tamamen yenilenmişti.  Arada bir ustaların yola taşları döşemesine özenir, onları taklit ederdi.  Özene bezene bir taşı alır ustanın koyduğu taşın yanına yerleştirir ve üzerine ve aralarına kum serperdi. Sokakta çalışan ustalara mahalleli adeta sessiz bir mutabakatla öğle yemeği, çay ve ayran ikram ederlerdi. 1973 senesinde babasının ilk defa kendi başına aldığı traktör geldi aklına.  Diploması olmadığı için nasıl da hayıflanır dı ehliyet alamadığına! Bereket büyük oğlu imdadına yetişmişti.  Sonra 1974’teki Kıbrıs Barış Harekatı.   Sadece radyoda duymamıştı konuyu.  Karartma uygulandığı için, gece yola çıkma durumunda traktörün farlarını koyu renkli kağıtlarla kapatırlardı.  Geceleri kalın perdeler çekilir ya da lamba yakılmazdı icabında.   Okul dergisinde Türk Askeri peşinden Makaryos’u kaçarken çizen bir karikatür aklında kalmıştı.  Sonra televizyonlu dönem başlamıştı.  Siyah beyaz ve tek bir TRT kanalının hakim olduğu yıllar.  Televizyonu olan mahalleliye sinema salonuna gidercesine komşuların akın etmesi. Ve televizyonlar için dantellerin suni çiçek buketlerinin hediye edilmesi.  O yıllarda başlayan Kaçak dizisi ve çocukların ilk defa görmeye başladığı çizgi filmler.
O çizgilerden biri de Heidi idi.  “Alplerin kızı” Heidi o kadar ilgisini çekiyordu ki Mete’nin babasıyla niza etmesine yol açmıştı.  Bir kış akşamında yemek sonrasında Heidi başlamış ve Mete de izlemeye koyulmuştu.  O arada Hacı Şakir abdestini almış ve oğlunu da yatsı namazına götürmek istemişti her zamanki gibi.  “Baba bi dakka” demişti Mete. Aradan bir süre geçtikten sonra babası “hadi evlat!” diye ısrarlı olunca, “gelmiyorum!” diye mızmızlanmış ve babasını kırdırmıştı.  Bununla da kalmamış, babasının kendine kızmasına ve ısrarına karşılık önce televizyonun bulunduğu odadan sonra da evden çıkmış ve sokağa atmıştı kendini.  Çamurlu sokaklara gece vakti.  Arkasından babası koşmaya başlamıştı.  Evlerinden merkez çarşıya kadar süren bu kovalamaca, Mete’nin ani bir kararıyla durmuş ve babasına sarılmıştı ardından.  Sonra beraber dönmüşlerdi eve.
Babası “acans”ları severdi en çok.  Arada Türk filmleri de izlerlerdi beraber.  Hele o dönemlerde revaçta olan “tarihi” filmler, kahramanlık filmleri.  Onlardan biri de Göksel Arsoy’un pilot rolünde oynadığı bir filmdi. Beraber izlemişler ve “bak sen de pilot olursan, ilerde düşmana karşı böyle savaşabilirsin,” demişti. İçinde ukde olan birşeydi bu Mete’nin.  Ama bunun önüne de engeli istemeden Hacı Şakir koymuştu onu İmam Hatip’e yazdırarak.  Mete doğmadan gördüğü rüyayı anlatırdı arada.  Ak sakallı bir adamın nasıl ona bir oğlak getirdiğini ve “buna mukayyet ol!’’ dediğini.  Terörün başını alıp gittiği dönemde oğlunu İmam-Hatip’e göndermek suretiyle onu endişeden uzak tutmak istemişti.  İşin içinde biraz da “hayırlı” evlat olsun isteği vardı, hani öldüğü zaman arkasından Fatiha okuyacak. Ve Hacı Şakir okulun yapımında canla başla, hem malı hem bedeni ve hem de ruhuyla çaba harcamıştı.  “Palto Hoca”dan dinlediği o vaazları aradan geçen 30-40 seneye rağmen hatırlar ve ondan yaptığı iktibaslarla hem sohbete lezzet kadar ve hayatına yön verirdi.  
Oğlu İlahiyat okumamıştı, ama onun ilahiyatçı kadar birşeyler bildiğine inanırdı Hacı Şakir.  Kendince gurur duyardı onunla.  Okuyordu oğlu ve namaz kılıyordu!  Arada müezzinlik yapıyordu namaz kıldığı camide.  Bir ezan okuması, ona yetiyor ve artıyordu bile.  İçten içe onunla “iftaar ider,” arada dini konularda sorular da sorarak sınardı başlarda.  Sonraki lisedeki yıllarında onu hususi müftisi ilan etmişti.  Bir gün yine o tatlı diliyle kıssalarla bezenmiş mazideki hayatından bahsediyordu, babasını anlatmıştı.  Onca şeye rağmen, “analık” eline kendini mahkum etmesine rağmen, nasıl aczini oğluyla ara ara paylaşıp, “oğlum, anan gibi kimse olmaz, görüyorsun halimi.  Elimden başkası gelmiyor” diye sır verdiğini ifade etmişti.  Babasının evinde yabancı gibi yaşamak zorunda kalmış ve kırgınlıklar oluşmuştu içinde, ama babasını ne kadar sevdiğini ifade etmekten geri kalmamıştı.  “Üfff bile denmez di...”  Sonra Mete’nin gözlerine bakarak, “senden istediğim tek bir şey var.  Vasiyetim olsun sana!  Ben ölünce cenaze mi sen yıkayacaksın! Tamam mı?” Belli belirsiz kafasını sallamıştı babasının gözlerine bakarak Mete. Ani yakalanmıştı. Yutkunmuştu.  Her nefsin ölümü tadacağını biliyordu, ama yakınından duymak daha bir anlamlı gelmişti.  O kelimenin kendisi üşütüyordu.  Omuzlarından sarsılarak titremişti bir an.
Mezarlıktan arsasını çoktan almıştı. Hey gidi Koca Hacı Şakir!  En kıymetli “arsa”sıydı.  Bir günden bir güne, ölümden korkuyla  dem vurmamıştı.  Bir mezarlık ziyareti esnasında, merhume eşinin mezarının yanında uzun uzun okumuştu bir şeyler. Sonra “burayı iyi belleyin, demişti.
Sabah saat 10 gibiydi Mete uyandığında.  Gündüzün telafisini yapmak için içtiği sigaraların o adeta ciğerine çöreklenen kokusuyla hissetti.  Saat 5 gibi uyumuştu zaten.  Kahve çay içememenin verdiği mahmutlukla esnedi. Rüyasında bir gariplikler olduğunu hatırladı.  Ama ne gördüğünü hatırlamıyordu.  Sadece bir an görünüp kaybolan türden, havsalada iz bırakan ama zihnin tam algılamadığı cinsten. Hastaneye gitmesi gerekiyordu.
Yazın son demlerinden güzel bir gün, arabanın içini sıcaktan çekilmez hale sokmuştu.  Sonra Talas’a doğru sürerken, aklı hala hatırlamadığı rüyadaydı.  Yirmi dakika sonra hastanenin girişindeydi.  Durumu güvenliğe aktarıp asansörü beklemeye başladı. Yine 8. Kat, Göğüs cerrahisi. 
Babasının nabız atışları daha düzgündü doktora göre, ama “risk hala devam ediyor” dedi. Normalin biraz üzerindeki nabız atışları sık nefes almak ihtiyacından olan şeydi.  Ama tehlikeli olan kısmı iç kanama devam ediyordu.  Hastanın sol göğüs tarafından açılan sondadan kan sızması devam ediyordu.  Su içme problemi de.  Kısa bir süre de olsa babasını  görmek için odaya hasta odasına girdi Mete.  Babasının gözleri açıktı bu sefer. Selam verdi.  Adımlarını ölçercesine sedyeye yaklaştı ve babasının elini tuttu.
“Nasılsın Baba?”
“İyiyim, kuzum.  Sen ne idiyon?”
“Beni boşver sen. İyiyim. Senin durumun biraz sıkıyor canımı o kadar.”
“Bundan sonra yaşasam ne olur, yaşamasam ne olur? Azrail’le gardaş değilim.”
“Bak, Hacı, gene başlama!  Doktor düzelme olduğunu söyledi.  Acıların var biliyorlar. Onun için sana arada iğne serum veriyorlar.”
“Sol tarafımda ağrı var.”
“Biliyorum.”
“Su! Neden su vermiyorlar bana?”
“Kanamanın artmasından korkuyorlar, Baba. Ama dudaklarını sık sık ıslatacaklarmış.”
“Kızın geldi mi?”
“Gelecekler.  Benden haber bekliyorlar.  Neyse sen konuşup da fazla yorulma.  Zaten bedenin zayıf şu anda. Sen bir iyileş, ondan sonra konuşuruz gene. Seni seviyorum, Hacı.  Tamam mı?
Hacı Şakir gözlerini ikrak edercesine kapayıp açtı.  Sonra bir daha. Mete’nin “tamam mı?” derken sesi boğuklaştı ve bir şeyler oturdu boğazına.  “Hadi Allah’a ısmarladık şimdilik.” Elini öptü, sonra çocuğuymuşcasına, babasının saçlarını okşadı. Parmaklarıyla taradı biraz. “Eh senin hatun da iyi merak etme!  O gelirse, yakışıklı olman lazım.”
Sonraki üç gün önceki günlerin benzeriydi.  Tek fark Mete’nin uzun zaman görüşmediği eski arkadaşlarıyla olan görüşmeleriydi. Aradan geçen zaman rağmen arkadaşlarının iftar davetleri ve eski günlere dair muhabbetleri “geçmiş olsun!” dileklerine, ne yapabiliriz diğergamlığına karışıyordu.  Altıncı gün farklıydı.  Yine saat 10 gibi babasının ziyarete gitti Mete.  Babasını tıraş etmişlerdi.  Yüzüne kan gelmişti.  “Damat traşı olmuş” diye hoşlandı kendi kendine.  Babası uyuyordu. Yanına gitti.  Biraz bakındı ona.  Sonra doktorla konuştu.  Doktor tehlikenin henüz geçmediği söyledi.  Hacı Şakir’in yüzünde önceki günlerde olmayan bir sukunet belirmişti.  Yüz hatları gevşemiş, alnındaki çizgiler de düzleşmişti sanki.  Alnından itibaren ricat eden saçlarını da taramışlardı.  Muzırlık etmek geçti içinden.  “Hatun geleceğini mi söyledi?” diyecekti, diyemedi.  Uyandırmamak en iyisiydi. Doktor ve hemşirelere teşekkür ederek ayrıldı.
Sonra Erciyes Üniversite’sindeki bir iki arkadaşı ziyaret etmek üzere, Fen-Edebiyat Fakültesine doğru adımlarını sıklaştırdı.  Faruk ısrarla iftara davet etti.  “Hem biraz değişiklik olur senin için, hem de biraz laflarız.” Sonra diğer arkadaşlarını ziyaretle akşamı etti. Sonra iftara yakın Hisarcık tarafına yöneldi.  Faruk ve ailesi her zamanki gibi çok sıcak karşıladılar.  Sonra yiyecekle açılan iftarın ardından hatıraların iftarı başladı.  Daha da uzun süren buydu.  Talebelik yılları hocalarla muhabbetler, hocalardan şikayetler... Sonra eski arkadaşlardan bir kısmını da telefonla arayarak o ana onları da katmak isteği.  Arkasından başka arkadaşlarla Talas’taki çay bahçesinde buluşmak iyiden iyice rahatlatmıştı Mete’yi. 
Ağabey’inin evine döndüğünde herkes uykudaydı.  Babasının zahirdeki düzelme belirtilerinin getirdiği huzurla içeriye doğrudan yattığı odaya geçti balkona açılan.  Üzerini de değiştirmeden başını yastığa koymasıyla uyuması bir olmuştu.
Ağabeyi Mete’yi uyandırdığında saat yediyi geçiyordu. “Kalk, Mete, baban ölmüş!”
Uyku sersemliği ile bir gün öncesi beklentilerinin arasında uçurum Mete’yi içine vakumlayıp lamış almıştı. “Neee?” dedi “Nasıl yani?”dedi. 
Cevabını beklemediği sorulardı. Ne diyeceğini bilmeden dilinden dökülüvermişti. Ondan sonrasında bir daha konuşamadı.  Sadece ağabeyi ile evden çıktı.  Sadece onu takip ediyordu.  Hastaneye ulaşana kadar sustu. Hastane girişinde boğuk boğuk, “ne zaman?” diye sordu.
“Sabah saat 5.30 civarında kötülemiş. Yaşatmak için yarım saat uğraşmışlar ama çabalar cevap vermemiş.  Kalbi çok yorulmuş. Hemen aramak istememişler. Sanki çaba göstermiyormuş.  Kendini bırakmış.”
Kafasını salladı.  “Dün herşey yüzünde acaip bir sukunet vardı.  Adam yatağa bağlı olmayı kaldıramıyordu,” dedi, “Oldu sonunda. Pişti pişti, oldu.”
“İki hayırdan birisi dedik..  Cenaze arabasını aradım.  Gelecek.  Şimdi morgtan belgelerini almamız çıkış için.”
“Tamam.”  Savcılıktan imza gecikince, beklemeye koyuldular. Mete dışarı çıkıp hastane kantinine girdi.  Bir paket sigara aldı.  Sonra kantinin bahçesindeki bir sandalyeye oturdu.  Sigarasını yaktı.  Sigara içen azdı. Önce Alidağı’na takıldı gözleri.  Sonra onun tepesinden bakan Erciyes’e.  Dumanlıydı ikisi de, dumanlıydı.  Telefonu çaldı bir an, açmayacak oldu bekledi.  Israrla arama devam edince, telefonun tuşuna basarak konuştu: “Merhaba Ahmet, şimdi konuşamam, bir dostun cenazesini almak üzere morgtayım.”   Ömründe ikinci defa morgta bulunuyordu.  Bir öğrencisi intihar etmişti yıllar önce.  Nedense,  başkası mı yoktu, gelmek isteyen mi yoktu hatırlamıyordu, ama kendisi gitmişti. Gece yarısı evine dönerken, morga gidişinden cenazeyi aileye teslim edişine kadar herşey kareler halinde zihninde nakşolmuştu.  Uzun süre etkisinden çıkamadığı bu durumu şimdi babasının cenazesinde yaşıyordu.  Mevla güzel eylerdi.  Nakkaş’ın nakışlarında şifrelenen nice gizli hatların Elif’ten öte bir anlamı mı vardı? Sigarasını yeniledi devam etti nefes nefes.  Nefsin teneffüslerinde bir nefesin, ruhun, rüzgarın, havanın anlamı karışık bir ecza ile kendine dönüyordu.  Ölümü tadacak nefisler. Ya yaşamı tatmak nasıl bir şey olsa gerekti?  Ne doğumda bir terchi vardı insanın ne ölümde. Amentü’nün son maddesi aslında öncekilerin hazırladığı bir sonuca götürüyordu insan.  Ölüm bir cezaydı bir bakıma, doğmanın cezası. Ölene mi kalanlara mı onu kestiremiyordu.  Belki de bir mükafat bazen. Yaşanılası olmayanı yaşamamak. Selce coşkun, Erciyes gibi aşkın bir buutta var olmanın, varlığına doymanın, var olanla “ol”manın, var olmayanı dar etmenin bir başka hali.  Bir düşüştü belki, bir uçuş. Uçmağa varmak. Var mak.  İki sadak arasında ok gibi. Yaydan çıkan okun hedefe saplanması. Sonra toprak sadağında etkisizleşmesi.  Ana rahmindeki sukunet ve güveni Rahim’in toprağında yeniden bulmak.  Boldun mu, oldun mu, soldun mu ey Hacı Şakir?  Minnet etmek yakışır mıydı sana on metrekare arsaya! Süleyman Çelebi imdadına yetişti bir an.  Amine hatun bahrini de ne severdi! Bir doğumu bu kadar güzel anlatan eser!  Hele ölümün asude sulara yelken açması. Merhaba deyip, veladetini tadıp, mirac eyleyip necatına koşturan ve münacaatını saf saf eyleyen bir alem. 
Cenaze ambülansı gelmişti. Gasilhane’de yıkandıktan sonra Hacı Şakir, artık istirahate çekilmeye hazır olacaktı.  Kirsiz geldiği dünyaya, kazara aldığı kir varsa üzerinde onları atıp gitmesi  zamanı. Üç parça kefen.  Musalla taşı, mezar, zindan ve özgürlük.  Veladet bahrinden veda bahrine seyreden bir sandal. Denizin muhabbeti kadar rüzgarın selametini arzulayan.  Su alana kadar, su olana kadar, özündeki suyun çekilip ilk günkü hamuruna galebe çalan bir rüzgar.  Zaman esinti, kah yelkene dolan, kah sandala su dolduran. Hürriyetin sandalda mı derya da mı yelkene bağladığındı aslolan.
Ağabeyinin seslenmesiyle sıyrıldı düşüncelerden.  Savcının imzası tamamdı. 
“Bana vasiyeti vardı.  Ben öldüğümde cenazemi sen yıka demişti.  Sanırım Gasılhane imamı sorun yapmaz.”
Morgun kasvetli koridorlarından geçerken ağlayanlar ve teselliuye çalışanları sesleri birbirine karışmıştı. İntihar eden bir genç kızın yakınları, cesedin otopsi yapılmasına karşı çıkıyorlardı.  Hüzünlerine öfke karışıyordu.
Gasılhanenin kapısı açıktı, görevli işerideydi.  Yıkama işine başlama üzere, iş tulumunu giymişti.
“Hocam,” dedi “Babamın vasiyeti vardı, cenazesini benim yıkamamı istemişti.  Sizin için bir sakıncası yoktur umarım?”
“Yoo buyrun,” dedi imam.
Sonra Hacı Şakir’in naşını beton taşa yatırdılar. İmamla beraber yıkamaya başladılar.  Mete yıkama esnasında babasını gözkapaklarının hafifçe aralık olduğunu farketti. Sağ eliyle hafifçe dolandı gözkapaklarında. Sanki gözlerine sabun kaçarcasına bir garip histi.  Sonra bir bebeği severcesine, babasının alnını ve saçlarını okşadı.  Taradı parmaklarıyla.  Gözleri dolu dolu devam etti işine.  İmam göz ucuyla izliyordu Mete’yi.  Babasının sol göğsünde açılan drenajın çıkışından ara ara kan geliyordu.  Bu işlerde tecrübeli olan imam, son defa o bölgeye su tuttuktan sonra, yanındaki bir yara bandıyla kapattı.  Bir ara göz göze geldi Mete’yle.  Ama Mete ona baktı, ama görmüyordu.  Babasıyla vedalaşır gibi, sanki arkasından su döker gibiydi. Korkusu yoktu, bir hüzün titremesi sarsıyordu arada.  Gözlerinde damlalar birikiyor, doluyor ama taşmıyordu.  Kuruyordu gözleri sonra zaptedemediği bir hüzünle düşümlenen esrar beliriveriyordu gözlerinde. Şimdi sıra kefenleme zamanıydı. Öyle de yaptılar. Üç parça, sade beyaz, tertemiz kefen libası oluyordu Hacı Şakir’in.
Kefenleme bittikten sonra Mete babasının sağ kulağına eğildi bir şeyler fısıldadı.  Gassal imam işini bitirmenin rahatlığıyla ellerini yıkarken fark etmişti olanı.  Hacı Şakir’in cenazesi ambülansa yüklenirken, imam Mete’nin yanına sokuldu. Merak etmişti.
“Afedersiniz, hani usulde ölüye bir şeyler demek yoktur.  Siz babanızın kulağına eğilip ne dediniz  öyle?”
“Elveda baba, yakında görüşmek üzere” dedim.  “Gidenin ardından onca su ne için dökülür?”



 






  
 




0 comments:

Post a Comment