rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Şeytan Üçgeninde Türkiye

Şeytan Üçgenindeki Ülke:Türkiye
 Türkiye’nin gelecek on yılına damga vuracak siyasal ve iktisadi yapının sadece içte oluşan dinamiklerle açıklanmasının imkansız olduğunu düşünüyorum. Güvenlik ve enerji politikaları yanında dayanışma isteğine yönelik endişe ve kültürel kamplaşmaların oluşturacağı önümüzdeki yıllar Türkiye’yi (1) taraftan önünde açılan imkanlar açısından, (2) ülke bütünlüğünü tehdit eden dinamiklerden dolayı izlediği klasik “bekle gör”cü denge politikası ya da “görmezden gelme” politikalarından farklı tutumlara itecek, “kazan kazan” politikalarına yöneltecek ve aynı zamanda kaybetme risklerini de artıracaktır.  Ama belli olan bir şey varki Türkiye “kürelleşme” ve “yeni dünya düzeni” içinde kendini Cumhuriyet döneminin belki de hem kazanma hem de kaybetme açısından en riskli döneminde bulacaktır. Soğuk savaş dönemi boyunca ümit bağladığı pek çok konuda yaptığı antlaşma ve uluslararası işbirliği protolollerinden genelde pek fayda sağlamayan Türkiye bugün, 70 milyonu aşan nüfusu, “İslamcı” diye adlandırılan ve kendini “liberal muhafazakar” diye tanımlayan ve ikinci defa iktidara gelmiş bir hükümetle, 700 milyar dolar civarında GSMH, 9,500 dolar civarında kişi  başına düşen milli geliri ile dünyanın 17. büyük ekonomisi ve dünyanın en büyük ordularından birine sahip olan Türkiye.  Dışarda Kıbrıs ve Ege sorunu, İran devriminin içindeki yansımalarını henüz tam atlatmadan, Irak’taki yeni yapılanmaların çıkardığı bağımsız Kürt devleri olgusu ve İran, Suriye ve kendi içindeki muhtemel yansımaları,  içerde ise terör ve etnik ve dini-ideolojik kamplaşmalarla zaman harcıyan gitgide artan bütçe açıklarına rağmen son yıllarda enflasyon rakamlarında ve ekonomik büyümesinde büyük mesafeler de alan Türkiye,  bulunduğu coğrafyanın hem sıkıntılarını hem de avantajlarını tecrübe etme noktasında temkinli ve cesur adımlar atarak  uluslararası dinamiklerin kendi lehine sonuçlanması açısından çok önemli bir noktadadır.
Bu dış dinamiklerin başında Türkiyenin AB’mi ABD’mi yoksa Çin ve Rusya ekseninde mi yeniden yapılanması olacaktır konusu gelmektedir.  Öte yandan Özal ve Erbakan dönemlerinde ortaya atılan, Karadeniz Ekonomik İşbirliği (1992) ve Batılı G7 ülkelerine alternatif olarak ortaya atılar D8 (1997) projeleri tozlu raflardaki yerini almıştır.  Laik Devlet yapısına rağmen İKÖ’de aktif olarak yer almaya her dönemde çaba gösteren Türkiye için ise bu kuruluşun kendi yapısı içindeki problemler genelde dayanışma ve ekonomik işbirliği alanlarında kesede keklik ya da hoş bir hülyası olan ama bir türlü kuvveden fiile geçemeyen etkisi tavsiye niteliğinde, ama toplantıları bile üye ülkeler arasında sık sık kavgalara sahne olan etkisiz bir yapılanma olarak ortada durmaktadır.  Şu an an etkin aktörler ABD ve AB, ancak Köksal Toptan’ın ortalığın karışık olduğu bir dönemdeki yaptığı Çin ziyareti ile de ortaya çıkan Çin faktörüdür. Çin’in de ilerde “Medeniyetler Çatışması” diye adlandırılan yeni kolonializm ve küresel sömürü planlarının içindeki yerini, Hong Kong faktörü ve Batı kapitalizmine  şimdilik taşeronluk yapmak şeklinde tezahüreden üretim sürecine rağmen,  Maoizmin kapitalizmle evlenmesi sonucu beyaz Çinliler ve statükoyu kendi iktidarlarını bırakmamak için çaba gösterecek ve eski dönem artığı siyasi elitin arasındaki çekişmeye rağmen alacaktır. Amerika Çin’le 1960ların sonlarına kadar ticari ilişkileri ya hiş yoktu ya da dolaylı olarak ve çok az vardı. Halbuki 1970 yıllardan itibaren durum değişti her iki aktör için.[i]  
Kuzey Kore ve Vietnam sendromlarını Çinin unuttuğunu sanmıyorum.  Ama soğuk savaş sonrasında SSCB ve ABD arasındaki savaşta çin komunist blok içinde en az yara alan belirleyici ülke oldu. Ayrıca Çin de özellikle son on yıldır dünyada piyasalardan en çok petrol ve demir-çelik çeken ülkeler arasında belki bugünlerde başlarda.  Son dönemlerde buna gıda meselesin de buna eklersek, Çin, bu yılki gerçekleştirdiği yıllık yüzde onikiye yajın büyüme hızı ve yıllardır devam eden ortalama yüzde onluk büyüme hızıyla ve şu an anlamsız gibi gelen, ama demofragik yapısındaki itaatkar ve nisbeten az karışmış ırkın ve 1.4 milyar civarındaki  nüfusu ile yakın gelecekte en etkili siyasi aktörler arasında yerini alacaktır.  Güney Kore gibi iktisaden gelişmiş eski arkabahçesinin hatıralarını unutmadan kapitalist bloktan aldıklarını bir gün ona karşı kullanmak ve eski hesapları yeniden açmaya yönelik çalışmalar yapacaktır. Kuzey Kore’nin onca umarsız davranışlarına karşı, Amerika’nın genelde belagat düzeyinde ve anti-progaganda ağırlı medya savaşından öteye gitmeyen tehditlerin bunu açık göstergesidir.  Öte yandan bu durumun, mesela nükleer tehdit diye algılatılan İran için aynı olmadığı açıktır.  Çünkü İran, Şii İslam’ın Tacikistan, Afganistan gibi ülkelerin Şiiliğin merkezi olarak bildiği ve dönem dönem (İsrail-Amerika’nın marjinalleştirme çabalarını) İslam alemini yanında çekmeye çalışarak ve bunu da Müslümanların şuuraltına işleyen 1950’lerdeki sorunları sık sık kaşıyarak yapmaktadır. Bu nedenle de hem İsrailin hem Amerikanın aslında özellikle kurguladığı diplomasi kanallarını tıkamalarının hem kurbanı hem de bundan beslenen baş aktör olarak, Ortadoğu’da Mısır-Ürdün-Türkiye ve İsrail’le oluşturulan Amerikan çıkarlarının müttefikleri pozisyonundan Şah döneminden sonra gönüllü olarak bir anlamda zorunlu çıkınca, akabinde “şer” olarak siyasal arena ve literatürde yerini aldı.  Irak içindeki Şii unsurların, Amerikanın orijinal planındaki gibi, kargaşa içinde kendini kaynetmemesi, hatta özellikle Şiilerce Kutsal olan Kerbela ve Şiiliğin Meşhed gibi önemli mekanlarına yapılan tahrik saldırılarına rağmen olması bunun sonucudur.  Buna karşı koz olarak da Amerika, hem Türkiye kozunu hem de İran içindeki Azeri Türkleri konusunu uzun zamandır kaşımaktadır.  30 milyon civarındaki bir nüfus Azeri diyasporası kanalıyla, zamanı gelince kullanılmak üzere hazırlanmaktadır.  Bunun örnekleri zaten hem Irakta hem de Karzaili Agfanistan’da yaşandı.  Humeyni’nin Batı’da Fransa’da, Amerikan emelleri ve menfaatlerinin en iyi bekçisi olan Şah’ı devirmesi, eğer çok hesaplı bir plan değilse, tam anlamıyla aslında Amerika’nın anti-Komunist Müslüman kuşağı oluştururken, aslında Avrupa ile arasındaki çıkar savaşında yenilgiyle sonuçlandı.  Yani Avrupanın Amerikaya attığı bir goldü Humeyni.  Diğer türlüsü ise, Amerika’nın Yeşil Kuşak aşamasını oluşturmada hesap hataları sonucunda Humenyni’nin Kara Kuşak aşamasını kontrol edemediği anlamı çıkmakdadır.  1978 deki “İslamcı” darbenin artçıları da aslında hem Türkiye hem dünya da acaba, Batı’nın karşısında, sömürü karşısında, 200 yıllık ezilmişlik hissiyle ama İslami olmaktan çok İslamcı dinamikleri harekete geçiren ve ironik olarak da Komunizm’e karşı oluşturulan dini dinamiklerin yayılma hissinin, ayetlerden çok Marksist sloganlarla yayılan bir direniş ve intikam hissine yol açtı.  Nefret unsurlarının epey bir kısmı da aslında Batı’nın kullandığı mekanizmaların kendi değildi, o mekanizmaların Müslümanların ellerinde olmaması idi.  Buna bir de Osmanlı sonrasında kan gölüne ve İngiltere ve Fransa tarafında cetvelle şeyh ölçüleri bazında sınırları çizilen sınırların ve 1900 lerin başında Sultan Abdülhamit dönemine kadar uzanan enerji kaynaklarının paylaşılma hırsının kurbanı olan bölge 1950lerde başlayan millileştirme çabaları sonucunda Batılıların aslında kayıpları yerine, doğrudan yaptıkları sömürü artık bölgeden çıkar gibi yapan Batılı ülkelerin aslında, çıkarken yerlerine kendi çıkarlarının bekçisi olarak bıraktıkları, mahalli matruşkalarıyla devam ettirdiler.  Bunların bir kısmı askerdi, bir kısmı da sivil görünümlü, ama diktatörlükle ordularının güvencesi ile devam eden, sivilllerle devam etti.  Kullanımları oranında destek gören, miyadları dolunca çoğu zaman yine aynı kaynakların ortaya çıkardığı yere siyasal kuklalarla ortdan kalktılar. What went Wrong ve daha önceki The Peace that ends all Peace gibi kitapları bu süreci anlatır mahiyette  
Nüfusunun büyüklüğü bir anlamda dezavantaj da hem ucuz içgücü hem ucuz askeri gücü ve ister istemez nüfus büyüklüğün oluşturduğu hacimle ciddi bir aktör olacaktır Çin.  Dış siyasetinde sessiz ama derinden giden bir Çin daha önceleri Irak ve İran’la da Batılı güçlerin itirazlarına rağmen petrol anlaşmaları da yapmış ve kendi çıkarlarına uyan politikalarını Batı dan ve Özellikle Amerikadan bağımsız olarak izleyebileceğini göstermişti.  99 yıllık Kiralama sürecinden sonra tekrar Çin eline geçen Hong Kong ve sermayesi Çin için hem Batı ile sermaye ilişkileri açısından çok önemli bir köprü ve özel statüsü ve siyah Çinlilerin ayrı bir ülke vatandaşı gibi ancak girebildikleri adeta farklı bir ülke statüsü ile Batı ile köprü görevi görürken, öte yandan, bunları özellikle internet ve uydu teknolojolileri uyoluyla izleyen halkın içinde ise gelir dağılımı uçurumu ve tüketim alışkanlıklarının hızlı bir şekilde toplumunu hücrelerine işlemesi ve bunun doğuracağı toplumsal patlamalar açısından da ev içi köprülerin atılmasında da etkin bir rol oynayacaktır. ABD ile en az 30 yıldır devam eden “favorite trade partner” statüsü hem Çin’in susturmak hem de Rusya’yla ittifakını engellemek için yapılan bir anlaşma iken[ii], Çin ABD’ye hem dolar ve devlet tavvilleri gibi kağıtlar satın alarak zaman zaman küresel sermayenin kendi yarattığı dengesizlikleri, savaş finansmanından kaynaklanan bütçe açıklarına destek olarak, Amerika pazarlarını da kendi içinde ürettiği orijinal ya da uydurma markalarla doldurmaya devam edecek ve zamanla yamak ve taklit ürünlerle girdiği kapitalism küreselci arenada, Batı’dan gelen makina parkları ve son model olmasa da giden teknoloji ile artık kendine ait bir komuno-küresel güç olarak hem ABD ve AB’ye  hem de Rusya’ya yönelik bir tehlike olacaktır.  Sonra Hindistan ve diğer uzak Asya ülkeleri devereye girecekler, hem ticaret hem öykünme hem de kolonial dönemden kalan hatıralar, siyasi ve iktisadi açıdan yeni cephelere dönüşecektir.  Uzun zamandır, daha önce Japonya’nın yaptığı gibi, Çin ve Hindistan ABD’ye öğrenci göndermektedirler.  Bunların büyük bir kısmı da Türklerin aksine, bir yandan Amerikanın sunduğu imkanları severek, ama onları kendi ülkelerinin geleceği için asset e dönüştürmek isteyen mantıkla davranmakta, alfabe ve kültür farklarına rağmen, uzun saatler laboratuarlarda çalışmak direncini (mesela Amerikalıların tersine) azim ve gayretle sürdükmektedirler.  Yani Bin Ladin’in terör olarak tezahür ettirdiği bir etkileşim, Tarık Ali’nin “The Empire Strikes Back” formülüne dönüştürecektir.  
            Dikkat edilince ortaya çıkan bir konu da şudur:  Çin uzun zamandır Hollywood gündemindedir.  Burda işlenenler sadece gizemli doğu kültürürü perdeleme ötesinde, Tibet ve Uygur Türklerinin (Doğu Türkistan) sık sık gündeme gelmesi açıktırki “İnsan Hakları” meselesi değil, bu ve benzeri kavramların Çin’in farklı açılardan baskılama amacına yöneliktir.  Eski Rus imparatorluğun dağılması sırasında Çindeki Tiananmem Meydanında olanlar Çin’in iyi okuğununu sandığım ilk “kalkışma” hareketleriydi.  Hareketin lideri de katledilen bir Uygur du.  Batı basını özellikle CNN bu konu üzerinde epey durdu o zamanlar.  Yakın zamanda da Çinde’ki olimpiyatları Tibet meselesi ile tavrından dolayı protesto etmeye kadar gitti.  Hillary Clinton’un ajandasında ve sözlerinde bile yer aldı.  Ve fakat bunlar gene Batı’nın demokrasi ve insan hakları bağlamında yapılan girişimleri değildi.  O kavramlarla Çin için biçilmeye çalışılan daha küçük ve yönetilebilir Çin ajandasına yönelikti. 
            Öte yandan Çin, daha önceleri Japonların giriştiği yeni bir hamle içinde, Hollwood’un tanımlamalarına merydan bırakmadan, yoğun bir şekilde Çin sineması Çinli aktörlerle ama kamera kullanım ustalıkları Amerikan terbiyesiyel olan bir film ve daha da uzun vadeli yatırım olan çizgi film sektörüne daldı.  Sık sık konferanslarda Çin’li Çinli-Amerikalı simalar artık rutin bir hal aldı.  Yazdıkları sundukları makale ve kitapların da önemli bir takipçisi var bu anlamda.  Yani Osmanlı ve Türkiye’nin yaptığı birhatayı tekrar etmiyorlar:  Sadece fen ve onun roketleyeceği askeri güçle emperyal bir güç olunmaz.  Yani Çin kendi kültürünü, farklı görsel ve yazılı unsurlarla, alternatif tıpla, felsefesi ile, lokantaları ile ve e önemlisi kendi istediği çerçeve içinde Batıya özellikle Amerikaya sunmaktadır. Hintlileri aksine Çin sineması, sadece duygusallık ve melodramlardan oluşmuyor tabii.  Geçiyorum.       
Rusya öte yandan ilk sendemelerinin ardından, hem eskiden paylaşılan ortak sefaletin dağılması akabinde oluşan ekonomik farklılıkların sonucunda oluşan “Elveda Lenin” sendromlarıyla avutmak istediği, nostaljik siyah rusların da gururlarını okşar tarzda, eskiden olan ama kaybettiği imame rolüne tekrar soyunmaya başladığına dair bir sürü emmareler sunmaktadır. 


[i]About Face: A History of America's Curious Relationship with China, from Nixon to Clinton, James Mann 13.
[ii] About Face: A History of America's Curious Relationship with China, from Nixon to Clinton.

0 comments:

Post a Comment