rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Yeni Dünya Düzeni ve Osmanlı

Metin Boşnak
YENİ DÜNYA DÜZENİ VE OSMANLI DEVLETİ
Giriş: Soğuk Savaş Taziyesi “Yeni Dünya Düzeni”nin Zaferi
11 Eylül 1990’da Başkan Bush Körfez Savaşını “Yeni Dünya Düzeni” olarak nitelediğinde iki hususa zımnen dikkat çekiyordu: Birincisi, Soğuk Savaş dönemi Kapitalist Blokun Varşova Paktı ülkeleri aleyhine galibiyetiyle sonuçlanmıştı. “Sovyet İmparatorluğu”nun “çöküşünü sevinçle kutlayan bu konuşma, bir yandan da “Amerikan İmparatorluğu”nu galip devlet olarak ilan ilan ediyordu. Ortadoğu’da herşeye rağmen, bir paylaşım dengesine bağlı olan Rusya-Amerika arasındaki denge, tahtırevallinin iki tarafına birden ayaklarını yerleştiren Amerika’nın Yeni Dünya Düzeni “Pax Americana” lehine değişmişti. (Buna “bellum Americana” nın yeni yüzü demek de mümkün). İkincisi, Osmanlı Devletinden sonra uzun bir dönem İngilizlerin cirit attığı, bazen Çarlık Rusya’sına karşı Osmanlıyla karşılıklı hacetten dolayı paslaştığı, Osmanlı terekesi olan ülkelerde, tabii özellikle de petrol ve şeyh zengini, akıl fukarası ülkelerde, İngiliz tecrübesinden yararlanarak, ama eski kolonizatörü İngilizlerin ötesine bir Oedipus iştiyakıyla geçerek, yine ağırlıklı İngiliz mirası olan İsrail’in süflörlükleri ve mihmandarlığıyla hem enerji kaynaklarını hem de en eski medeniyetlerin kurulduğu “kutsal” topraklarda kendi hakimiyetini sağlamaktı.
“Yeni Dünya” düzeni kavramının tarihçesi bir anlamda, Amerika’nın “Yeni Dünya” olarak etiketlenmesiyle hem de Amerikan tek kutuplu dünyanın resmi açılış konuşması tarzında ilam etmesiyle ilgiliydi. Aslında Amerika kuzey ve güneyiyle, sadece oraya giden kaşifler ve müstemlekeciler için yeniydi. Hatta 15. asıra kadar giden kaşifleri de olmuştu Amerika’nın. Ayrıca, Aztek, Maya, İnka gibi birçok “Eski Amerika” medeniyetleri Amerikan toprağında binlerce yıldır yaşamıştı. Buradaki ayrımda esas olan öncelikle coğrafi bir ayırım gibi görünen, ama dini, siyasi ve idari ayrışım yoluyla oluşturulmaya hala çaba gösterilen süreçteki “Amerikan” kimliğiydi. “Eritme potası” diye sonradan adlandırılacak bu kimlik tanımlama çabalarında, aslında aynı potada yerini alsa da tam olarak erimeyen Amerikalı milletlerin, “unity in diversity ve diversity in unity” diye formülleştirilen ve “three in one; on in three” ifadesiyle “teslis”i çağrıştıran tarzdaki millet tanımı, herkesi bildiği WASP’ın (White Anglo-Saxon Protestant) kendini pota, diğer etnik ve dini unsurları da erimeleri ve kendilerine katılmaları gereken potansiyel eriyikler olarak görüyordu. Bu alaşımda önemli katalizör  ise “fırsatlar”a “özgürlüklere” dair geliştirilen ve asırlarca reklamı yapılan unsurlardı.  Her ne kadar bu fırsatlardan ve özgürlüklerin tadını çıkaran WASP ise de bu ideolojik propaganda Amerikaya cazibe  katan  bir etken oldu. Öte yandan dini özgürlüklerini yaşamak için Yeni Dünya’ya zor şartlar altında dalgalar halinde göçen Puritanlar (Amerikan Protestanları), Avrupa’da gördükleri baskının bir benzerini kendi ana damarlarından birazcık da ayrılan protestan gruplara baskı, sürgün ve yok sayma tavırları sergilemekten geri durmadılar.  Avrupa’da cadı avları bitmesine denk gelen dönemde Amerikada’ki cadı avları vuku buluyordu.  Salem’de 17. asırda yaygın olan yargılamalar yargılamadan çok, zaten belli olan cezaları, uygulamak için gerekçe oluşturma ve meşrulaştırma mahkemeleriydi.
Zaten Amerika 16. Asırdan itibaren gelen göçlerle ve Puritanların dini heyecanlarının yüksek olması nedeniyle iki asır kadar New England kökenli teokratisi kurallarına uygun olarak yaşamak zorundaydılar.  Hem Kolumbus hem Amerigo Vespuçi sonrasında, kıtanın adı hemen Amerika da olmamıştı.  Puritanların kafasında ve Puritan teokratik hanedanının kafasında kıtanın adı “Yeni Eden,” “Yeni Kudüs,” “Vadedilen Ülke” “Tepedeki Şehir-Kudüs” ve “Yeni İsrail” gibi Tevrat kökenli ve Yahudi tarihinden alınan örneklerle isimlendirilmişti.  
Tarihsel olarak Puritanlar kendilerini, Yahudilerin Mısırdaki esareti sonunda Filistine geçişlerini tekerrür ettiren insanlar olarak görüyorlardı.  Yahudiler Mısırda esaret altında yaşamış ve Musa liderliğinde çölü geçerek vaadedilen topraklara erişmişlerdi.  Öte yandan Puritanlar da Martin Luther ve John Calvin gibi mutezili Hristiyanlığın önderlerinin fikirleriyle önce papalıktan ayrılmayı, sonra Anglikan Kilisesini kurmayı hedefleyen politik süreç içinde yaşanan reformlardan tatminkar ve mutlu olmayıp, inancın bireysel boyutta ve bizzat Kutsal Kitab’ın okunması, yorumlanmasıyla, Kilise ve papazların etkisi olmadan yaşamak istiyorlardı.  Zaten bu nedenle başlarda alaycı bir şekilde onlara “tasaffi”ciler yani Hristiyanlığı papalıktan arındırarak Kitap doğrultusunda, tasfiye yani saflaştırmak isteyen insanlara verilen bir lakaptı.  Önceleri Sekizinci Henry bu hareketlere kendi kişisel ve milli hedefleri doğrultusunda izin verirken, Puritanların artık “Anglikan” Kilisesini de yeterince saflaşmış görmemeleri ve onu Romadaki papalığın İngiltere şubesi gibi sadece lideri değişmiş ama özü aynı kalmış algılamasıyla beğenmemeleri nedeniyle onlara yaptırımlar uygulatarak baskılara maruz bırakmıştı.  Akabinde kurtuluşu o dönemde daha özgürlükçü olan Hollandaya giden Puritanlar, burda da yeni nesillerin yoldan çıkma endişeleriyle, yeni çareler aramışlardı. 
12. Asırdan itibaren  Endülüs Medeniyenin medrese modellerine göre kurulan Oksford ve Cambridge gibi üniversiteler ve kütüphanelerin eğitimiyle meydana gelen entellektüel kitleler (Hristiyanlığın önemli akaitçilerinden olan Thomas Aquinas’ın hocası Albert Magnus Endülüs medreselerinde okumuştu ve arapçayı iyi biliyordu),  John Wycliff vb.  insanların Kutsal Kitabı Latinceden mahalli dillere çevirmesi, matbaanın 15. asırdaki getirdiği etkilerle yaygınlaşması, ayrıca papalık güdümümde yapılan haçlı seferlerinin “Tanrı sizinle beraberdir” propagandasına rağmen amacına ulaşamaması, bunun sonucunda Kiliseye ve papazlara olan inancın azalması, Kilisenin gitgide maddi gücünü, topraklarını ve etkinlik alanlarını kaybetmeye meyletmesi ve Avrupa’nın her iki yakasında iki (Endülüs (8-15 yy. ve Osmanlı 13-19 yy.) Müslüman göz dolduran medeniyetinin  varlığı sonucunda, Kilise içindeki kokuşmanın da artık saklanamaz boyutlara ulaşması sonucunda ortaya çıkan Protestanlık ve Anglo-Amerikan uzantısı olan Puritanlık, yeni ülkeyle beraber, yeni bir dünya hatta yeni bir Edene yolculuğa başladıklarında, Yahudilerin tarihlerini yeni kıtaya giderken ve oraya ulaşmak süreciyle tekerrür ettiklerini düşündükleri gibi, aynı zamanda yeni dünya ile “Yeni Cennet” kavramı da Puritan kafasında sıklıkla yer eden bir zihin yapısı teşkil etmişti.  “Yeni Dünya”, “Yeni Cennet”  olunca, tabii olarak bütün paradigma da “cennet ülke” kavramına uygun olarak gelişti.  Buna göre, Puritan erkeği de “Yeni Adem” kadını da “Yeni Havva” oluyorlardı.  Olayları tevratın metni ve geleneğine göre algılayan Puritanlar “Tekvin”deki yapının içindeki teklikeyi unutmamışlardı.  Cennet vardı, Adem ve Havva vardı, ama yılan yani Şeytan yoktu ortada!  Puritanlar bu problemi çok geçmeden, Yerli Amerikalılara da“Şeytan”ın rolünü vererek tamamladılar. 
Amerika’nın ilk “beyaz” asrından beri, Amerikan kültür tarihinde WASP’lar hep “masum” Adem’i temsil ederken, onun öngördüğünün dışındaki her unsuru da yine tevrattaki Ademin yaptığı gibi başkalarını günah keçisi ya da “şeytana” dönüştürmek suretiyle bir tür kültürel denklem oluşturdu.  Bu denklem hep geçerli kaldı, denklemde değişen, sadece şeytan oldu.  Önceleri bu şeytan kadındı, Yerlilerdi, sonra siyahlar Quakerler, Shakerler, Katolik gruplar, Mormonlar, Çinliler, Bolşevik Devriminden 1990’a kadar Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasında Japonlar ve Almanlar, McCarthy döneminde özellikle “komunistler” ve sendikacılar, kara listeleri yapılan sanatçı ve gazeteciler, yine  ve 1960’lardan 1970’lere kadar Maocu Çin, 1980’lerden itibaren ise, İran, Irak ve Libya gibi ülkelerin temsil ettiği “tehdit”ten dolayı önce Arap karşıtlığı, sonraları da 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin en yüksekteki devlet kademelerine kadar kabul gören, meşruiyet kazanan İslam dini ve alemi oldu.  
Artık tarihsel olarak Batılı bir dilbilim ve kültürel miras olan “anti-Semitizm” yani yahudi karşıtlığı, yine Semitik bir ırktan gelen, ama Müslüman ağırlıklı kimliğiyle tamamen bir ırk kimliğine bürünen Anti-Arap, sonra Anti-İslam ve giderek müslüman görünümlü Sihlere kadar varan husumet ve nefret hislerine dönüştü. G.W. Bush’un babası Bush’dan miras aldığı “Yeni Dünya Düzeni”nin daha bariz açılımının adı “İslam Faşizmi”ne karşı oluşan ve “İslam fobisi” diye tanımlanırken, aslında İslam dünyası da Agfanistan ve Irak sonrasında “şimdi sıra kimde?” türünde sorularla önce Bush, sonra Amerikan karşıtlığını, sonra Batı ve en nihayetinde tarihsel tecrübeleri hali olumlamak ya da açıklamak için kullanmak suretiyle Hristiyan ve Yahudi karşıtlığına körükledi.  Bu dönüşüm sürecinde Batı dillerinde daha önce var olan ve Yahudileri aşağılamak ve itham etmek için kullanılan “theocide” (Tanrı yani İsa’nın Katili, Yahudi) kavramı Nazi Almanyasındaki katliamlara atfen “genocide” (bir halk veya ırkın katli) kavramıyla bir tarihsel semantik çekime giriyordu.  Artık hafızalardaki Anti-Semitizm, yahudileri değil, yine özelde İbrani kökenli olan Arapları, genede İse Müslümanları hedef alan bir kin nefret ve şeytanlaştırma sürecine dönüştü.  İlk defa onunla ortaya çıkmasa da, Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” adıyla Foreign Affairs  dergisinde 1993 yılında makale olarak yayımladığı tezinde Amerikan kültür tarihinde zaten var olan, husumet ve öcü yaratmak suretiyle milli kimlik edinme sürecinin akademik formülünü ifade ediyordu.  
Amerikanın ilk tarihçileri olan Puritan yazarlarının ve daha seküler olarak Amerikan kimliğine gözlemci olarak bakıp anlam kazandıran “Amerikalı Kimdir?” sorusuna cevap veren, Jean de Crevecoeur gibi yazarlardan farklı olan bir şey vardı Huntington’un makalesinde.  Daha sonra 1996 yılında kalın bir kitap olarak çıkan kitabında Huntingon, makalesindeki tezlerini daha güçlü ve istatistik ve yeni verileri de ekleyerek yayımladığında kitabın başlığı makalesinde başlığa da eklemeler içeriyordu: Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yaratılması. Kitabın kapağında Samuel Huntington adının hemen altında Hristiyanlığı temsil eden Haç, hemen altında Medeniyetler Çatışması ibaresi, onun altında Yahudiliği temsilen Yıldız, onun altında ise İslamı temsilen Hilal yer alıyordu.  Ayrıca Henry Kissinger’ın “Soğuk Savaş sonrasından beri ortaya çıkan en önemli kitaplardan biri”diye kitaba övgüsü yazıyordu.  Daha ilginçi, Uzak Doğu’da farklılıkların dengesini, özellikle cinslerle ilgili dengeyi temsil yin-yang logosu yer alıyordu. 
Özellikle son logonun temsil ettiği kapaktaki  anlayış, Huntington’un tezlerine hakim olan dualistik dünyanın ironik bir açıklaması gibiydi aslında.  Huntington, 1960larda Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen’ incelemeleri yapmış, 1968 de bir makalede, Güney Vietnam’ın bombalanmasını alkışlamış, 1976 yılında iki akamisyenle Demokrasi Krizi: Demokrasilerin Yönetilebilirliği temalarına değinmiş, 1977 ve 1978 yıllarında Beyaz Saray nezdinde, Milli Güvenlik Konseyinin güvenlik stratejilerine koordinatörlük yapmıştı.  Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimine dair birikimlerini tarihsel, güncel olaylar eşliğinde yeni bir alana taşıyan Huntington, MÇ adlı eserinde, bunun ötesine geçmiş, tarih yazıcılığını, geleceği yazmak şeklinde bir öngörüden çok, geleceği şekillendirmede rota çizmeye götürmüştür.  Nitekim, WASP çıkarları doğrultusunda, Beyaz Saray politikalarına akademik tahlil ve danışmanlıktan öteye giden bir mantıkla, bir stratejik vizyoner, kahin gibi kabul görmüştür.  Dualistik dünya algılamasını Kapitalist Batı ve geriye kalan potansiyel hasım medeniyetler olarak gören Huntington’a göre, dünyada yedi-sekiz ana medeniyet vardı:  Batı, Latin Amerika, İslam, Çin, Hindu, Ortodoks, Japon ve Afrika medeniyetleri. Görüldüğü gibi Huntington, bugün “medeniyet” zürriyeti kesilmiş görünen durumuna rağmen nüfusu 1.5 milyara ulaşan İslam dünyasında sadece kendine tehditler içerdiğine dair endişeler taşıyan ufuksuz dar algılamalar, Çin, Katolik dünyası, ve Ordodoksluğu da   potansiyel “tehdit”  içinde görmektedir.  Bu tehlikelerin başında tehdit eden “medeniyetlerin” nüfusları gelmektedir.  En büyük tehditler, nufüsu en büyük olan ve dünyanın toplam nüfusunun nerdeyse yüzde sekseninden gelmektedir: (Yaklaşık 1.5 milyarlık, İslam dünyası, bir o kadar Çin ve (ve Uzak Doğu kültürü olarak Japonya) ve yine o kadar Katolik dünyası. 
Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslüman araplar, Arap yarımadasında taşarak Pers ve Bizans İmparatorluklarını tepetaklak ettiler.   Kuzeyden Suriye üzerinden İstanbula, doğuda Irak, İran ve Afganistan ve Oxus Irmağı aşarak Türkistana ulaştılar.  Batıda Mısır ve Kuzey Afrikanın tamamını alarak Atlantiğe ulaştıklarında İspanyaya ordan da Güney Fransaya ulaştılar.  Daha il asrında İslam, bugünkü Portekizden doğuda Indus Irmağına kadar ulaştılar.  İslamlaştırma ve araplaştırma atbaşı gidiyordu.  Araplaştırma aslında MS ikinci asırda Irak ve Suriyeye gelip yerleşen araplarla başlamıştı.  Zamanla “Arap” bedevi anlamından çıkıp millet adına dönüştü.  Yerleşik kavim adı oldu.  Daha sonraki asırlarda İslam doğu orta ve Batı afrikaya, çine Hindistan ve Güney doğu Asyaya ulaştı. Metin Boşnak
YENİ DÜNYA DÜZENİ VE OSMANLI DEVLETİ
Giriş: Soğuk Savaş Taziyesi “Yeni Dünya Düzeni”nin Zaferi
11 Eylül 1990’da Başkan Bush Körfez Savaşını “Yeni Dünya Düzeni” olarak nitelediğinde iki hususa zımnen dikkat çekiyordu: Birincisi, Soğuk Savaş dönemi Kapitalist Blokun Varşova Paktı ülkeleri aleyhine galibiyetiyle sonuçlanmıştı. “Sovyet İmparatorluğu”nun “çöküşünü sevinçle kutlayan bu konuşma, bir yandan da “Amerikan İmparatorluğu”nu galip devlet olarak ilan ilan ediyordu. Ortadoğu’da herşeye rağmen, bir paylaşım dengesine bağlı olan Rusya-Amerika arasındaki denge, tahtırevallinin iki tarafına birden ayaklarını yerleştiren Amerika’nın Yeni Dünya Düzeni “Pax Americana” lehine değişmişti. (Buna “bellum Americana” nın yeni yüzü demek de mümkün). İkincisi, Osmanlı Devletinden sonra uzun bir dönem İngilizlerin cirit attığı, bazen Çarlık Rusya’sına karşı Osmanlıyla karşılıklı hacetten dolayı paslaştığı, Osmanlı terekesi olan ülkelerde, tabii özellikle de petrol ve şeyh zengini, akıl fukarası ülkelerde, İngiliz tecrübesinden yararlanarak, ama eski kolonizatörü İngilizlerin ötesine bir Oedipus iştiyakıyla geçerek, yine ağırlıklı İngiliz mirası olan İsrail’in süflörlükleri ve mihmandarlığıyla hem enerji kaynaklarını hem de en eski medeniyetlerin kurulduğu “kutsal” topraklarda kendi hakimiyetini sağlamaktı.
“Yeni Dünya” düzeni kavramının tarihçesi bir anlamda, Amerika’nın “Yeni Dünya” olarak etiketlenmesiyle hem de Amerikan tek kutuplu dünyanın resmi açılış konuşması tarzında ilam etmesiyle ilgiliydi. Aslında Amerika kuzey ve güneyiyle, sadece oraya giden kaşifler ve müstemlekeciler için yeniydi. Hatta 15. asıra kadar giden kaşifleri de olmuştu Amerika’nın. Ayrıca, Aztek, Maya, İnka gibi birçok “Eski Amerika” medeniyetleri Amerikan toprağında binlerce yıldır yaşamıştı. Buradaki ayrımda esas olan öncelikle coğrafi bir ayırım gibi görünen, ama dini, siyasi ve idari ayrışım yoluyla oluşturulmaya hala çaba gösterilen süreçteki “Amerikan” kimliğiydi. “Eritme potası” diye sonradan adlandırılacak bu kimlik tanımlama çabalarında, aslında aynı potada yerini alsa da tam olarak erimeyen Amerikalı milletlerin, “unity in diversity ve diversity in unity” diye formülleştirilen ve “three in one; on in three” ifadesiyle “teslis”i çağrıştıran tarzdaki millet tanımı, herkesi bildiği WASP’ın (White Anglo-Saxon Protestant) kendini pota, diğer etnik ve dini unsurları da erimeleri ve kendilerine katılmaları gereken potansiyel eriyikler olarak görüyordu. Bu alaşımda önemli katalizör  ise “fırsatlar”a “özgürlüklere” dair geliştirilen ve asırlarca reklamı yapılan unsurlardı.  Her ne kadar bu fırsatlardan ve özgürlüklerin tadını çıkaran WASP ise de bu ideolojik propaganda Amerikaya cazibe  katan  bir etken oldu. Öte yandan dini özgürlüklerini yaşamak için Yeni Dünya’ya zor şartlar altında dalgalar halinde göçen Puritanlar (Amerikan Protestanları), Avrupa’da gördükleri baskının bir benzerini kendi ana damarlarından birazcık da ayrılan protestan gruplara baskı, sürgün ve yok sayma tavırları sergilemekten geri durmadılar.  Avrupa’da cadı avları bitmesine denk gelen dönemde Amerikada’ki cadı avları vuku buluyordu.  Salem’de 17. asırda yaygın olan yargılamalar yargılamadan çok, zaten belli olan cezaları, uygulamak için gerekçe oluşturma ve meşrulaştırma mahkemeleriydi.
Zaten Amerika 16. Asırdan itibaren gelen göçlerle ve Puritanların dini heyecanlarının yüksek olması nedeniyle iki asır kadar New England kökenli teokratisi kurallarına uygun olarak yaşamak zorundaydılar.  Hem Kolumbus hem Amerigo Vespuçi sonrasında, kıtanın adı hemen Amerika da olmamıştı.  Puritanların kafasında ve Puritan teokratik hanedanının kafasında kıtanın adı “Yeni Eden,” “Yeni Kudüs,” “Vadedilen Ülke” “Tepedeki Şehir-Kudüs” ve “Yeni İsrail” gibi Tevrat kökenli ve Yahudi tarihinden alınan örneklerle isimlendirilmişti.   
Tarihsel olarak Puritanlar kendilerini, Yahudilerin Mısırdaki esareti sonunda Filistine geçişlerini tekerrür ettiren insanlar olarak görüyorlardı.  Yahudiler Mısırda esaret altında yaşamış ve Musa liderliğinde çölü geçerek vaadedilen topraklara erişmişlerdi.  Öte yandan Puritanlar da Martin Luther ve John Calvin gibi mutezili Hristiyanlığın önderlerinin fikirleriyle önce papalıktan ayrılmayı, sonra Anglikan Kilisesini kurmayı hedefleyen politik süreç içinde yaşanan reformlardan tatminkar ve mutlu olmayıp, inancın bireysel boyutta ve bizzat Kutsal Kitab’ın okunması, yorumlanmasıyla, Kilise ve papazların etkisi olmadan yaşamak istiyorlardı.  Zaten bu nedenle başlarda alaycı bir şekilde onlara “tasaffi”ciler yani Hristiyanlığı papalıktan arındırarak Kitap doğrultusunda, tasfiye yani saflaştırmak isteyen insanlara verilen bir lakaptı.  Önceleri Sekizinci Henry bu hareketlere kendi kişisel ve milli hedefleri doğrultusunda izin verirken, Puritanların artık “Anglikan” Kilisesini de yeterince saflaşmış görmemeleri ve onu Romadaki papalığın İngiltere şubesi gibi sadece lideri değişmiş ama özü aynı kalmış algılamasıyla beğenmemeleri nedeniyle onlara yaptırımlar uygulatarak baskılara maruz bırakmıştı.  Akabinde kurtuluşu o dönemde daha özgürlükçü olan Hollandaya giden Puritanlar, burda da yeni nesillerin yoldan çıkma endişeleriyle, yeni çareler aramışlardı. 
12. Asırdan itibaren  Endülüs Medeniyenin medrese modellerine göre kurulan Oksford ve Cambridge gibi üniversiteler ve kütüphanelerin eğitimiyle meydana gelen entellektüel kitleler (Hristiyanlığın önemli akaitçilerinden olan Thomas Aquinas’ın hocası Albert Magnus Endülüs medreselerinde okumuştu ve arapçayı iyi biliyordu),  John Wycliff vb.  insanların Kutsal Kitabı Latinceden mahalli dillere çevirmesi, matbaanın 15. asırdaki getirdiği etkilerle yaygınlaşması, ayrıca papalık güdümümde yapılan haçlı seferlerinin “Tanrı sizinle beraberdir” propagandasına rağmen amacına ulaşamaması, bunun sonucunda Kiliseye ve papazlara olan inancın azalması, Kilisenin gitgide maddi gücünü, topraklarını ve etkinlik alanlarını kaybetmeye meyletmesi ve Avrupa’nın her iki yakasında iki (Endülüs (8-15 yy. ve Osmanlı 13-19 yy.) Müslüman göz dolduran medeniyetinin  varlığı sonucunda, Kilise içindeki kokuşmanın da artık saklanamaz boyutlara ulaşması sonucunda ortaya çıkan Protestanlık ve Anglo-Amerikan uzantısı olan Puritanlık, yeni ülkeyle beraber, yeni bir dünya hatta yeni bir Edene yolculuğa başladıklarında, Yahudilerin tarihlerini yeni kıtaya giderken ve oraya ulaşmak süreciyle tekerrür ettiklerini düşündükleri gibi, aynı zamanda yeni dünya ile “Yeni Cennet” kavramı da Puritan kafasında sıklıkla yer eden bir zihin yapısı teşkil etmişti.  “Yeni Dünya”, “Yeni Cennet”  olunca, tabii olarak bütün paradigma da “cennet ülke” kavramına uygun olarak gelişti.  Buna göre, Puritan erkeği de “Yeni Adem” kadını da “Yeni Havva” oluyorlardı.  Olayları tevratın metni ve geleneğine göre algılayan Puritanlar “Tekvin”deki yapının içindeki teklikeyi unutmamışlardı.  Cennet vardı, Adem ve Havva vardı, ama yılan yani Şeytan yoktu ortada!  Puritanlar bu problemi çok geçmeden, Yerli Amerikalılara da“Şeytan”ın rolünü vererek tamamladılar. 
Amerika’nın ilk “beyaz” asrından beri, Amerikan kültür tarihinde WASP’lar hep “masum” Adem’i temsil ederken, onun öngördüğünün dışındaki her unsuru da yine tevrattaki Ademin yaptığı gibi başkalarını günah keçisi ya da “şeytana” dönüştürmek suretiyle bir tür kültürel denklem oluşturdu.  Bu denklem hep geçerli kaldı, denklemde değişen, sadece şeytan oldu.  Önceleri bu şeytan kadındı, Yerlilerdi, sonra siyahlar Quakerler, Shakerler, Katolik gruplar, Mormonlar, Çinliler, Bolşevik Devriminden 1990’a kadar Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasında Japonlar ve Almanlar, McCarthy döneminde özellikle “komunistler” ve sendikacılar, kara listeleri yapılan sanatçı ve gazeteciler, yine  ve 1960’lardan 1970’lere kadar Maocu Çin, 1980’lerden itibaren ise, İran, Irak ve Libya gibi ülkelerin temsil ettiği “tehdit”ten dolayı önce Arap karşıtlığı, sonraları da 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin en yüksekteki devlet kademelerine kadar kabul gören, meşruiyet kazanan İslam dini ve alemi oldu. 
Artık tarihsel olarak Batılı bir dilbilim ve kültürel miras olan “anti-Semitizm” yani yahudi karşıtlığı, yine Semitik bir ırktan gelen, ama Müslüman ağırlıklı kimliğiyle tamamen bir ırk kimliğine bürünen Anti-Arap, sonra Anti-İslam ve giderek müslüman görünümlü Sihlere kadar varan husumet ve nefret hislerine dönüştü. G.W. Bush’un babası Bush’dan miras aldığı “Yeni Dünya Düzeni”nin daha bariz açılımının adı “İslam Faşizmi”ne karşı oluşan ve “İslam fobisi” diye tanımlanırken, aslında İslam dünyası da Agfanistan ve Irak sonrasında “şimdi sıra kimde?” türünde sorularla önce Bush, sonra Amerikan karşıtlığını, sonra Batı ve en nihayetinde tarihsel tecrübeleri hali olumlamak ya da açıklamak için kullanmak suretiyle Hristiyan ve Yahudi karşıtlığına körükledi.  Bu dönüşüm sürecinde Batı dillerinde daha önce var olan ve Yahudileri aşağılamak ve itham etmek için kullanılan “theocide” (Tanrı yani İsa’nın Katili, Yahudi) kavramı Nazi Almanyasındaki katliamlara atfen “genocide” (bir halk veya ırkın katli) kavramıyla bir tarihsel semantik çekime giriyordu.  Artık hafızalardaki Anti-Semitizm, yahudileri değil, yine özelde İbrani kökenli olan Arapları, genede İse Müslümanları hedef alan bir kin nefret ve şeytanlaştırma sürecine dönüştü.  İlk defa onunla ortaya çıkmasa da, Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” adıyla Foreign Affairs  dergisinde 1993 yılında makale olarak yayımladığı tezinde Amerikan kültür tarihinde zaten var olan, husumet ve öcü yaratmak suretiyle milli kimlik edinme sürecinin akademik formülünü ifade ediyordu. 
Amerikanın ilk tarihçileri olan Puritan yazarlarının ve daha seküler olarak Amerikan kimliğine gözlemci olarak bakıp anlam kazandıran “Amerikalı Kimdir?” sorusuna cevap veren, Jean de Crevecoeur gibi yazarlardan farklı olan bir şey vardı Huntington’un makalesinde.  Daha sonra 1996 yılında kalın bir kitap olarak çıkan kitabında Huntingon, makalesindeki tezlerini daha güçlü ve istatistik ve yeni verileri de ekleyerek yayımladığında kitabın başlığı makalesinde başlığa da eklemeler içeriyordu: Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yaratılması. Kitabın kapağında Samuel Huntington adının hemen altında Hristiyanlığı temsil eden Haç, hemen altında Medeniyetler Çatışması ibaresi, onun altında Yahudiliği temsilen Yıldız, onun altında ise İslamı temsilen Hilal yer alıyordu.  Ayrıca Henry Kissinger’ın “Soğuk Savaş sonrasından beri ortaya çıkan en önemli kitaplardan biri”diye kitaba övgüsü yazıyordu.  Daha ilginçi, Uzak Doğu’da farklılıkların dengesini, özellikle cinslerle ilgili dengeyi temsil yin-yang logosu yer alıyordu. 
Özellikle son logonun temsil ettiği kapaktaki  anlayış, Huntington’un tezlerine hakim olan dualistik dünyanın ironik bir açıklaması gibiydi aslında.  Huntington, 1960larda Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen’ incelemeleri yapmış, 1968 de bir makalede, Güney Vietnam’ın bombalanmasını alkışlamış, 1976 yılında iki akamisyenle Demokrasi Krizi: Demokrasilerin Yönetilebilirliği temalarına değinmiş, 1977 ve 1978 yıllarında Beyaz Saray nezdinde, Milli Güvenlik Konseyinin güvenlik stratejilerine koordinatörlük yapmıştı.  Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimine dair birikimlerini tarihsel, güncel olaylar eşliğinde yeni bir alana taşıyan Huntington, MÇ adlı eserinde, bunun ötesine geçmiş, tarih yazıcılığını, geleceği yazmak şeklinde bir öngörüden çok, geleceği şekillendirmede rota çizmeye götürmüştür.  Nitekim, WASP çıkarları doğrultusunda, Beyaz Saray politikalarına akademik tahlil ve danışmanlıktan öteye giden bir mantıkla, bir stratejik vizyoner, kahin gibi kabul görmüştür.  Dualistik dünya algılamasını Kapitalist Batı ve geriye kalan potansiyel hasım medeniyetler olarak gören Huntington’a göre, dünyada yedi-sekiz ana medeniyet vardı:  Batı, Latin Amerika, İslam, Çin, Hindu, Ortodoks, Japon ve Afrika medeniyetleri. Görüldüğü gibi Huntington, bugün “medeniyet” zürriyeti kesilmiş görünen durumuna rağmen nüfusu 1.5 milyara ulaşan İslam dünyasında sadece kendine tehditler içerdiğine dair endişeler taşıyan ufuksuz dar algılamalar, Çin, Katolik dünyası, ve Ordodoksluğu da   potansiyel “tehdit”  içinde görmektedir.  Bu tehlikelerin başında tehdit eden “medeniyetlerin” nüfusları gelmektedir.  En büyük tehditler, nufüsu en büyük olan ve dünyanın toplam nüfusunun nerdeyse yüzde sekseninden gelmektedir: (Yaklaşık 1.5 milyarlık, İslam dünyası, bir o kadar Çin ve (ve Uzak Doğu kültürü olarak Japonya) ve yine o kadar Katolik dünyası. 
Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslüman araplar, Arap yarımadasında taşarak Pers ve Bizans İmparatorluklarını tepetaklak ettiler.   Kuzeyden Suriye üzerinden İstanbula, doğuda Irak, İran ve Afganistan ve Oxus Irmağı aşarak Türkistana ulaştılar.  Batıda Mısır ve Kuzey Afrikanın tamamını alarak Atlantiğe ulaştıklarında İspanyaya ordan da Güney Fransaya ulaştılar.  Daha il asrında İslam, bugünkü Portekizden doğuda Indus Irmağına kadar ulaştılar.  İslamlaştırma ve araplaştırma atbaşı gidiyordu.  Araplaştırma aslında MS ikinci asırda Irak ve Suriyeye gelip yerleşen araplarla başlamıştı.  Zamanla “Arap” bedevi anlamından çıkıp millet adına dönüştü.  Yerleşik kavim adı oldu.  Daha sonraki asırlarda İslam doğu orta ve Batı afrikaya, çine Hindistan ve Güney doğu Asyaya ulaştı.
Onunsu asırda farklı hilafetler oluştu:  Mısırda ve Kuzey Afrika’da Fatimiler, Emevilerin İspanyada.  11 asırda Selcuklular Iranı tepeleyince, 1055de Bağdata giren Türkler, zamanla Egeden Hindistana kadar uzanan bir imparatorluk kurdular.
Turkler İslama Araplarda olmayan bir siyasi çerçeve kazandırdılar.
1515 Osmanlı Sultanı 1. Selim, İran Şahını yenip Mısırda Memluk sultanlığına yönelince, suriye ve Filistin Mısrın uzantısıydı. 
Suleyman öldüğünde Osmanlı dünyanın en iyi donanmasına sahipti, İran etkisindeki kısım haricinde o dömenki Sünni İslamın hemen tamamının idaresi Osmanlı altındaydı.  İrandaki Safeviler de Türktüler.  Sonraki asırlarda Osmanlı ve Persler Mezopotamyanın kontrolü için uğraştılar ki sonunda Osmanlının idaresine girdi Irak.   Girit dahil olmak üzere, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan Arnavutluk ve Kıbrıs, Macaristanın, Polonyanın büyük bölümü, Rusyanın Kırım kıyıları Osmanlı elindeydi.  İlk on Osmanlı sultanı ne kadar becerikli ise sonrakiler azalan derecede idiler. 
III mehmet 1595 yılında 19 kardeşini katlettirdiğinde, daha şehzadelerin daha önce vilayet tecrübeleri de gitmişti.   İdare yanında ordu ve ekonomi de zayıflamaya başladı. 
1492 yılında Endülüsün düşmesi aslında değişen rüzgarlarını habercisi gibiydi.   An az beş asır İslam medeniyeti dünyada tartışılmaz en bütük medeniyet oldu. 1683teki Lehistan Kralı Sobieskiye yenildiğinde artık ikinci büyük dalga başlamıştı Viyanada.
Bunda başke etkenler de vardı.  İspanyol Krallığını YD dan getirttiği ucuz gümüş  büyük bir enflanyona neden olmuştu.  Oİ büyük sıkıntıya sokmuştu. 17 18 asırlarda hızla gelişen Avrupa ekonomilerinin tersine Osmanlıda gerileme başlamıştı.  Gerişeyen ziraat ve Fransız İngiliz ve Venediklilere ve diğer g müslimlere verilen  vergi muafiyetleri ve kendi mahkemelerinde yargılanma hakları verildi.  OD geriledikçe bu hakla arttı.  19 asırda artık adeta kanun üstü ticari oluşumlara dönüştüler. Benzer haklar İran, Çin, Japon ve Asyanın bir çokyerinde de vardılar.
18 asırdan başlamka üzere sultanlar halifelik rollerin ağırlı vermeye başladılar.  Gerilemenin farkındaydı Osmanlı ama matbaa dahil teknolojide geri kalmıştı.  Ulema ve sultanları Avrupada matbaa ile artan fikir hareketlerinde korktular.  Fransız devrimi akıllarındaydı.  19 asırda 3 selim ve 3 mahmut biriken sıkıntıların önünü almaya çalıştılar.  1826 de yeniçeriler katledildi.  Eğitim, huhuk sistemi hükümet bürokrasisi ve orduda.  Ama finans sıkntısı vardı.  Muhammed Ali Türk subaylar ve Mısırlı çiftçilerle Odyi tehdit eder duruma gelmişti.  Ama Osmanlının mekke medine üzerindeki hakimiyetini sorgulayan Vahhabileri bastırmada yardımcı da olmuştur. Mehmet Ali ve İbrahim Paşa,beklentileri gerçekleşmeyince İstanbula yürümeye kalktı.   Avrupalı güçler, 1833 de Hünkar İskeleri anlaşmasını yapması karşılığında Osmanlı Sultanına yardım ettiler, bu anlaşma Rusyaya OD işlerine karışma hakkı verdiği gibi, tehlike anında Rusyaya çanakkale boğazını kapatma hakkı da veriyordu. İngiltere öncülüğünde Avusturyada yapılan Londra Konferansı, Fransa, İngiltere Prusya ve Rusya  Mehmet Alinin Suriyeden çekilmesini sağlarken aslında Willim Pitt tarafından 1791 de İngilterenin Yakın Doğu politikasına yardımcı oluyordu.  Buna göre, OD çok zayıflarsa, daha tehlikeli güçlerin eline özellikle Rusyanın eline geçer endişesi.  Kırım Savaşında (1853*4) İngilizlerin ve Fransızların OD ile ittifak etmesi bundandı. 
            Avrupanın Hasta Adamı muhafaza etmek amacı aslında İstanbul üzerindeki etki ve kontrollerini artıran bri durumdu. Ondan sonra da Sultanlar bir gücü diğerine karşı kullanmak poltikası güttüler. 1861 de Hristian Müslüman ve Dürziler arasında perya eden bir seri karmaşadan sonra Fransızlar Beyruta askerlerini çıkardılar ve Lübnan Dağı civarında yaşayan hristiyan nüfusun  otonomlaşmasını sağlayan bir anlaşmaya götürdüler. Rusların, Slav halklarını kurtarmak için giriştiği işgal çabaları 1877 deki savaşa yol açtı Ardından San Stefano anlaşması ve 1878 deki Kıbrıs Konvansiyounu geldi. Artık OD Avrupadaki topraklarından mahrumdu.  İngilizler Rusyaya karsı yardımlarına mukabil OD hristiyan azınlıkların muhafaza ve idarisini ellerine geçirme amacındaydılar.  Bütün bu olanlara rağmen OD 19 asrın en büyük siyasi güçlerden briydi. 
1830 de Cezayiri Fransızlar, 1881 de Tunusu Fransızlar, ve aynı Mısırı ngilizler işgal ettiler.  Sonraki elli tılda Mısırı yönettiler.  İD 19 asırda daha çnce OD dahaaz etkin olduğu Arap yarımadasının  güney ve doğu kıyılarına yerleşmişti zaten.  Suveyş Kanalı gibi 1869 da açıldığında İran Körfezi  artık Hindistan ve diğer yerlerle iletişim sağlama alanı oldu. 1820 den sonra ise ingiltere, bölgedeki arap liderleriyle andlaşma zincirine başladı ki bu anlaşmaları çoğu bugünkü ülkeleri İngiliz mandasına sokuyordu ve bir kısmı 1970 e kadar devam ettiler.  
Arap Bağımsızlık Hareketleri 1920 ve 1939 yılları arasında hız kazandı. Osmanlı’nın dapılmasıyla araplar ve türklerin yolları tamamen ayrılmıştı. Bunda önemli etkenlerden birisi hem tarihsel anlamda Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti oldu.  Hem Atatürkün kişiliği hem de Batılılaşma hareketleri.  MKA Osmanlı geçmişteki ihtişamını unutmak ve Batıdaki benzeri gelişmelere yol açmaktı.  Eski arka bahçesiyle uğraşak niyeti de gücü de yoktu da zaten.
Osmanlının yıkılışına kadar Osmanlı-türk kimliğine muhalefet  üzerine kurulan Arap milliyetçiliği ise yönünü Osmanlı sonrasında ülkelerini müstemleke haline getiren Batıya yönelmeye başladı.  Artık Müslüman Türkleyerine Batılı Hristiyanlar vardı. OD dört asır boyunca müslümanları ve özellikle arap müslümanları Batılılara karşı korumuştu.  Merkezi kükümetin otokrat tavırları vardı, ama ülkelerin içlerinde büyük bir serbestiyet vardı.  Ağa Han’ın Hatıralar’ında bahsettiği gibi,   TC o zamanlarda iki ayrı özellik gösteriyordu.  Bir yapayalnızdı.  Bağımsız kalan tek Müslüman ülkeydi.  Araplar ise temelde yönecililerin değiştirimişti. Bazı yerlerde ise yahudiler vardı artık. 
1950 yıllara kadar arap ülkeleri temelde Batılı ülkelerin uyduları şeklinde yönetildiler.  Zayıve bölünmüşlerdi.   Bu nedenle 1948 yılında kurulan ve resmi kurulma haberinin ardından 11. Dakikada ABD rtarafından tanın İsrail, arap çoğunluğa rağmen yine Batı destekli savaşlarında Arapları mağlup etmiş ve aslında Bağımsızlık kazanma çabaları sürerken Batı ile olan savaşlarını farklı şekilde devam ettiriyorlardı.   Araplar bu dönemde Osmanlının gidişiyle neler kaybettiklerini anlamaya başladılar.  1920 lerde Haşimiler önderliğinde kurulmak istenen arap birliği çatırdamıştır zaten.  Osmanlı dönemindeki sınırlar esas alınarak ama onları mümkün olduğunca bölerek Irak Süriy, Lübnan Ürdün ve Filistin şekillendirildi.  Araplarını bu konuda ne düşündüğü Batılı güçlerin umurunda değildi zaten.  Her na kadar Arap şuuraltında bu sınırların uydurma olduğu devam ettiyse de gitgide bu vaktiyle eyalet olan ülkelerde çıkar grupları sınırları derinleştirmek yönünde davrandılar. Bağdad, Şam, Amman ve Şam artık yeni alanlardı. 
            Öte yandan Mısırda, Fransız işgali altındaki Kuzey Afrikada  durum briaz farklı oldu.  Bu ülkeler zaten Osmanlı idaresinden uzaklaşalı epey olmuştu. 
            Koloni ülkeleri ve onları tarihleri en azından bir asırdır, ama hassaten 50 yıldır onları esir edenlerce yazıldı.  Bu anlamda üretilen belgeler ve yorumları ile asında istiklal edinen ülkeler zihin müstemlekeleri olmaya devam ettiler.  Burda da İngiliz Fransız ve Amerika vardır.  Bir tür sinir sistemiyle bağlı olan çöl arabistanında ise, dil kültür, tarihsel tecrübe ve hatta dini inanışlar değişmeye yüz tuttular.  1930lardan itibaren Filistin yara olarak anıldı, 1950 lerde ise Cezayir devrimi ilham kynağı oldu. 
Fransanın Suriye ve Lübnandaki esas işlevi, OD poltikasının ana ayağı olarak, burdaki Fransızca konuşan ve/ya Hristiyan  azınlıkları desteklemek şeklinde oldu.  İlk manda yıllarından itibaren ise Fransız müstemleke olarak gördüler, tabii ki güçlü askeri güçleri arkasında olarak.  Pariste taslağı hazırlanan anayasa taslağı 1926da Lbnana empoze edildi.  Oluşturmak istedikleri, meclis ve kabinede esas aldıkları ise dinin inançlardı.   Başkan Maronit Katolik ve Başbakan Sunni Müslümandı.   Ayrıca ülkeyi daha kolay dölmek yönetmek için Fransa Suriyeyi, ülke dini ırk kökenlerine göre dörde ayırdı.   Kafası çalışan elitten bir kısmı buna karşı çıktıysa da durum davam etti.  Şamdaki milliyetçitçilerle dürzilerin ayaklanması bu durumu biraz azaltan etkiye sahip oldu, ama bu durumda 1930da Fransanın yeni bir anayasa peyda etti.  Buna göre, Lübnan gibi Suriye de Parlamenter Cumhuriye oldu.  Tabii bu arada Fransa dış ilişkiler ve güvenlik konularında söz sahibiydi. Yürümedi, 1932-1937 arasında Lübnan, 1933 1936 arasında da Suriye anayasaı askıuya alındı.
Öte yandan 1932 yılında İngilizlerler Irak arasında varılan anlaşma sonunda 1932 yılında Irak , 1936 da Mısır bağımsız oldu.  Bunda etken olan ise, İtalyada Faşist yönetimin yayılma siyasseti ve İspanyol İç Svaşını patlaması ve Fransada Halk cephesi Hükümetinin iktidara gelmesi oldu.
Öte yandan Hatayın tekrar Türk toprağı olması da bu karmaşa yıllarına denk gelmektedir.  1937 Sancak olan Hatay  Fransanın uzlaşması ve yapılan seçimlerle tekrar TC topraklarına katıldı. 
Fransız mandası suriye de yeni bir idare tarzı, gümrük uygulaması, tapu ve kadastro uygulaması getirdi.  Yollar inşa ederken aynı zamanda antikalar bakanlığı kurdular.  Suriye ve Lübnanda Fransız Frankı ve hem sanati hem de ziraatte Fransız tekeli vardı.   Kazançlar ise anında Fransaya gidiyordu.   Yabancı misyoner okulları korumaları altındaydı ve Fransız dili ve Kültürü öğretiyorlardı.  Arap çocuklarının öğrendiği tarih ise Fransız tarih yorumuna dayanıyordu.    Fransanın rahatsız olduğu ise, milli bağımsızlık tarafı güçlerdi ve halk özgürlüklerini kısıtlamak için çok çaba harcadılar.   Bu aydınlar bu kavramları ise Pariste öğrenmişlerdi.  Baskılar artınca 1936 da bir Fransızca bilen Katolik Bşrahip Fransız hükümetine hükümet uygulamarını ağır bir şekilde eleştiren muhtıra yazmıştt.  Hatayın türklere geçmesi de cabasıydı.
Irakta 1920lerdeki kalkışmadan sonra, İngiliz mandacılar bazen zaruretten ve bazen temayilden dolayı daha libeal politikalara izleyorlardı.  
 
  
Onuncu asırda farklı hilafetler oluştu:  Mısırda ve Kuzey Afrika’da Fatimiler, Emevilerin İspanyada.  11 asırda Selcuklular Iranı tepeleyince, 1055de Bağdata giren Türkler, zamanla Egeden Hindistana kadar uzanan bir imparatorluk kurdular.
Turkler İslama Araplarda olmayan bir siyasi çerçeve kazandırdılar.
1515 Osmanlı Sultanı 1. Selim, İran Şahını yenip Mısırda Memluk sultanlığına yönelince, suriye ve Filistin Mısrın uzantısıydı. 
Suleyman öldüğünde Osmanlı dünyanın en iyi donanmasına sahipti, İran etkisindeki kısım haricinde o dömenki Sünni İslamın hemen tamamının idaresi Osmanlı altındaydı.  İrandaki Safeviler de Türktüler.  Sonraki asırlarda Osmanlı ve Persler Mezopotamyanın kontrolü için uğraştılar ki sonunda Osmanlının idaresine girdi Irak.   Girit dahil olmak üzere, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan Arnavutluk ve Kıbrıs, Macaristanın, Polonyanın büyük bölümü, Rusyanın Kırım kıyıları Osmanlı elindeydi.  İlk on Osmanlı sultanı ne kadar becerikli ise sonrakiler azalan derecede idiler. 
III mehmet 1595 yılında 19 kardeşini katlettirdiğinde, daha şehzadelerin daha önce vilayet tecrübeleri de gitmişti.   İdare yanında ordu ve ekonomi de zayıflamaya başladı. 
1492 yılında Endülüsün düşmesi aslında değişen rüzgarlarını habercisi gibiydi.   An az beş asır İslam medeniyeti dünyada tartışılmaz en bütük medeniyet oldu. 1683teki Lehistan Kralı Sobieskiye yenildiğinde artık ikinci büyük dalga başlamıştı Viyanada.
Bunda başke etkenler de vardı.  İspanyol Krallığını YD dan getirttiği ucuz gümüş  büyük bir enflanyona neden olmuştu.  Oİ büyük sıkıntıya sokmuştu. 17 18 asırlarda hızla gelişen Avrupa ekonomilerinin tersine Osmanlıda gerileme başlamıştı.  Gerişeyen ziraat ve Fransız İngiliz ve Venediklilere ve diğer g müslimlere verilen  vergi muafiyetleri ve kendi mahkemelerinde yargılanma hakları verildi.  OD geriledikçe bu hakla arttı.  19 asırda artık adeta kanun üstü ticari oluşumlara dönüştüler. Benzer haklar İran, Çin, Japon ve Asyanın bir çokyerinde de vardılar.
18 asırdan başlamka üzere sultanlar halifelik rollerin ağırlı vermeye başladılar.  Gerilemenin farkındaydı Osmanlı ama matbaa dahil teknolojide geri kalmıştı.  Ulema ve sultanları Avrupada matbaa ile artan fikir hareketlerinde korktular.  Fransız devrimi akıllarındaydı.  19 asırda 3 selim ve 3 mahmut biriken sıkıntıların önünü almaya çalıştılar.  1826 de yeniçeriler katledildi.  Eğitim, huhuk sistemi hükümet bürokrasisi ve orduda.  Ama finans sıkntısı vardı.  Muhammed Ali Türk subaylar ve Mısırlı çiftçilerle Odyi tehdit eder duruma gelmişti.  Ama Osmanlının mekke medine üzerindeki hakimiyetini sorgulayan Vahhabileri bastırmada yardımcı da olmuştur. Mehmet Ali ve İbrahim Paşa,beklentileri gerçekleşmeyince İstanbula yürümeye kalktı.   Avrupalı güçler, 1833 de Hünkar İskeleri anlaşmasını yapması karşılığında Osmanlı Sultanına yardım ettiler, bu anlaşma Rusyaya OD işlerine karışma hakkı verdiği gibi, tehlike anında Rusyaya çanakkale boğazını kapatma hakkı da veriyordu. İngiltere öncülüğünde Avusturyada yapılan Londra Konferansı, Fransa, İngiltere Prusya ve Rusya  Mehmet Alinin Suriyeden çekilmesini sağlarken aslında Willim Pitt tarafından 1791 de İngilterenin Yakın Doğu politikasına yardımcı oluyordu.  Buna göre, OD çok zayıflarsa, daha tehlikeli güçlerin eline özellikle Rusyanın eline geçer endişesi.  Kırım Savaşında (1853*4) İngilizlerin ve Fransızların OD ile ittifak etmesi bundandı. 
            Avrupanın Hasta Adamı muhafaza etmek amacı aslında İstanbul üzerindeki etki ve kontrollerini artıran bri durumdu. Ondan sonra da Sultanlar bir gücü diğerine karşı kullanmak poltikası güttüler. 1861 de Hristian Müslüman ve Dürziler arasında perya eden bir seri karmaşadan sonra Fransızlar Beyruta askerlerini çıkardılar ve Lübnan Dağı civarında yaşayan hristiyan nüfusun  otonomlaşmasını sağlayan bir anlaşmaya götürdüler. Rusların, Slav halklarını kurtarmak için giriştiği işgal çabaları 1877 deki savaşa yol açtı Ardından San Stefano anlaşması ve 1878 deki Kıbrıs Konvansiyounu geldi. Artık OD Avrupadaki topraklarından mahrumdu.  İngilizler Rusyaya karsı yardımlarına mukabil OD hristiyan azınlıkların muhafaza ve idarisini ellerine geçirme amacındaydılar.  Bütün bu olanlara rağmen OD 19 asrın en büyük siyasi güçlerden briydi.  
1830 de Cezayiri Fransızlar, 1881 de Tunusu Fransızlar, ve aynı Mısırı ngilizler işgal ettiler.  Sonraki elli tılda Mısırı yönettiler.  İD 19 asırda daha çnce OD dahaaz etkin olduğu Arap yarımadasının  güney ve doğu kıyılarına yerleşmişti zaten.  Suveyş Kanalı gibi 1869 da açıldığında İran Körfezi  artık Hindistan ve diğer yerlerle iletişim sağlama alanı oldu. 1820 den sonra ise ingiltere, bölgedeki arap liderleriyle andlaşma zincirine başladı ki bu anlaşmaları çoğu bugünkü ülkeleri İngiliz mandasına sokuyordu ve bir kısmı 1970 e kadar devam ettiler.   
Arap Bağımsızlık Hareketleri 1920 ve 1939 yılları arasında hız kazandı. Osmanlı’nın dapılmasıyla araplar ve türklerin yolları tamamen ayrılmıştı. Bunda önemli etkenlerden birisi hem tarihsel anlamda Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti oldu.  Hem Atatürkün kişiliği hem de Batılılaşma hareketleri.  MKA Osmanlı geçmişteki ihtişamını unutmak ve Batıdaki benzeri gelişmelere yol açmaktı.  Eski arka bahçesiyle uğraşak niyeti de gücü de yoktu da zaten.
Osmanlının yıkılışına kadar Osmanlı-türk kimliğine muhalefet  üzerine kurulan Arap milliyetçiliği ise yönünü Osmanlı sonrasında ülkelerini müstemleke haline getiren Batıya yönelmeye başladı.  Artık Müslüman Türkleyerine Batılı Hristiyanlar vardı. OD dört asır boyunca müslümanları ve özellikle arap müslümanları Batılılara karşı korumuştu.  Merkezi kükümetin otokrat tavırları vardı, ama ülkelerin içlerinde büyük bir serbestiyet vardı.  Ağa Han’ın Hatıralar’ında bahsettiği gibi,   TC o zamanlarda iki ayrı özellik gösteriyordu.  Bir yapayalnızdı.  Bağımsız kalan tek Müslüman ülkeydi.  Araplar ise temelde yönecililerin değiştirimişti. Bazı yerlerde ise yahudiler vardı artık. 
1950’li yıllara kadar arap ülkeleri temelde Batılı ülkelerin uyduları şeklinde yönetildiler.  Zayıve bölünmüşlerdi.   Bu nedenle 1948 yılında kurulan ve resmi kurulma haberinin ardından 11. Dakikada ABD rtarafından tanın İsrail, arap çoğunluğa rağmen yine Batı destekli savaşlarında Arapları mağlup etmiş ve aslında Bağımsızlık kazanma çabaları sürerken Batı ile olan savaşlarını farklı şekilde devam ettiriyorlardı.   Araplar bu dönemde Osmanlının gidişiyle neler kaybettiklerini anlamaya başladılar.  1920 lerde Haşimiler önderliğinde kurulmak istenen arap birliği çatırdamıştır zaten.  Osmanlı dönemindeki sınırlar esas alınarak ama onları mümkün olduğunca bölerek Irak Süriy, Lübnan Ürdün ve Filistin şekillendirildi.  Araplarını bu konuda ne düşündüğü Batılı güçlerin umurunda değildi zaten.  Her na kadar Arap şuuraltında bu sınırların uydurma olduğu devam ettiyse de gitgide bu vaktiyle eyalet olan ülkelerde çıkar grupları sınırları derinleştirmek yönünde davrandılar. Bağdad, Şam, Amman ve Şam artık yeni alanlardı. 
            Öte yandan Mısırda, Fransız işgali altındaki Kuzey Afrikada  durum briaz farklı oldu.  Bu ülkeler zaten Osmanlı idaresinden uzaklaşalı epey olmuştu.  Koloni ülkeleri ve onları tarihleri en azından bir asırdır, ama hassaten 50 yıldır onları esir edenlerce yazıldı.  Bu anlamda üretilen belgeler ve yorumları ile asında istiklal edinen ülkeler zihin müstemlekeleri olmaya devam ettiler.  Burda da İngiliz Fransız ve Amerika vardır.  Bir tür sinir sistemiyle bağlı olan çöl arabistanında ise, dil kültür, tarihsel tecrübe ve hatta dini inanışlar değişmeye yüz tuttular.  1930lardan itibaren Filistin yara olarak anıldı, 1950 lerde ise Cezayir devrimi ilham kaynağı oldu. 
Fransanın Suriye ve Lübnandaki esas işlevi, OD poltikasının ana ayağı olarak, burdaki Fransızca konuşan ve/ya Hristiyan azınlıkları desteklemek şeklinde oldu.  İlk manda yıllarından itibaren ise Fransız müstemleke olarak gördüler, tabii ki güçlü askeri güçleri arkasında olarak.  Pariste taslağı hazırlanan anayasa taslağı 1926da Lbnana empoze edildi.  Oluşturmak istedikleri, meclis ve kabinede esas aldıkları ise dinin inançlardı.   Başkan Maronit Katolik ve Başbakan Sunni Müslümandı.   Ayrıca ülkeyi daha kolay dölmek yönetmek için Fransa Suriyeyi, ülke dini ırk kökenlerine göre dörde ayırdı.   Kafası çalışan elitten bir kısmı buna karşı çıktıysa da durum davam etti.  Şamdaki milliyetçitçilerle dürzilerin ayaklanması bu durumu biraz azaltan etkiye sahip oldu, ama bu durumda 1930da Fransanın yeni bir anayasa peyda etti.  Buna göre, Lübnan gibi Suriye de Parlamenter Cumhuriye oldu.  Tabii bu arada Fransa dış ilişkiler ve güvenlik konularında söz sahibiydi. Yürümedi, 1932-1937 arasında Lübnan, 1933 1936 arasında da Suriye anayasaı askıya alındı.
Öte yandan 1932 yılında İngilizlerler Irak arasında varılan anlaşma sonunda 1932 yılında Irak , 1936 da Mısır bağımsız oldu.  Bunda etken olan ise, İtalyada Faşist yönetimin yayılma siyasseti ve İspanyol İç Svaşını patlaması ve Fransada Halk cephesi Hükümetinin iktidara gelmesi oldu. Öte yandan Hatayın tekrar Türk toprağı olması da bu karmaşa yıllarına denk gelmektedir.  1937 Sancak olan Hatay  Fransanın uzlaşması ve yapılan seçimlerle tekrar TC topraklarına katıldı. 
Fransız mandası suriye de yeni bir idare tarzı, gümrük uygulaması, tapu ve kadastro uygulaması getirdi.  Yollar inşa ederken aynı zamanda antikalar bakanlığı kurdular.  Suriye ve Lübnanda Fransız Frankı ve hem sanati hem de ziraatte Fransız tekeli vardı.   Kazançlar ise anında Fransaya gidiyordu.   Yabancı misyoner okulları korumaları altındaydı ve Fransız dili ve Kültürü öğretiyorlardı.  Arap çocuklarının öğrendiği tarih ise Fransız tarih yorumuna dayanıyordu.    Fransanın rahatsız olduğu ise, milli bağımsızlık tarafı güçlerdi ve halk özgürlüklerini kısıtlamak için çok çaba harcadılar.   Bu aydınlar bu kavramları ise Pariste öğrenmişlerdi.  Baskılar artınca 1936 da bir Fransızca bilen Katolik Bşrahip Fransız hükümetine hükümet uygulamarını ağır bir şekilde eleştiren muhtıra yazmıştt.  Hatayın türklere geçmesi de cabasıydı.
Irakta 1920lerdeki kalkışmadan sonra, İngiliz mandacılar bazen zaruretten ve bazen temayilden dolayı daha libeal politikalara izliyorlardı.   
Demokrasinin Krizi’ne dair tezler üretmişti
Bunun ilk örnekleri F. J. Turner’la ortaya çıkan “romantik” tarih yazıcılığı, 1920’lerde WASP’dan daha hızlı artan diğer nüfuslara dair gelecekteki yaratacağı tehlikelere dair korkuları körükleyen kitaplarla, A. Toynbee gibi tarihçilerin fikirleriyle doğuya dair fikirleriyle yeni bir veche kazanmıştı.   
1990 yılında Baba Bush “Yeni Dünya Düzenin”den bahsederken, 1993te Beyaz Saray’a daha önceleri  Soğuk Savaş sonrasında bir anlamda ortadan kalkan ekonomik-politik Sovyet şeytanının yerini artık, kültürel ve medeniyet ekseninde bir şeytan alıyordu. esadece onunla var olmayan, ama onun vaftiz babası olduğu dualistik medeniyet
Amerikan kültüründe 18.asırda zayıflayıp laikleşme-liberalleşme sürecine giren WASP hakimiyeti, çeşitli dönemlerde ortaya çıkan  

İşte Şekspir’in daha   
Ama her halükarda kimlik kökenini insanlar hatıralarında tuttular. Bunda daha önce gelenlere karşı hissedilen “acemi” göçmen psikolojisi kadar, yeni gelenlerin hem yerleşim yerleri hem ticari ve mesleki alan itibariyle etnik-dini kökenleri benzer insanlara yakın olması ve bir tür “etnik” dayanışma hisleri hisleri etken oldu. Eğer kişi İtalyan kökenliyse, artık İtalyan-Amerikalı, İspanyol kökenli ise, Hispanik Amerikalı, Afrikalı ise Afro-Amerikalı idi.  Bu ikili künyenin birinci kısmı kültürel-etnik, ikinci kısmı ise ekonomik ve siyasal olarak olarak mütemmim cüzler oluyordu.  Bu ikili yapının tezahürlerini “New” ile başlayan şehir adlarında da görmek mümkündür.  Kültürel hafıza mesela “York” ile tanımlanırken, New kısmı bu sefer, “York” eksik olan ya da York’dan Amerika’ya göçenlerin elde edemediklerini ya da onlardan esirgenenleri simgeliyordu.  Avrupa bütün olarak “Eski Dünya” idi, ama Avrupadan gelenlerin yeni toprakları da “Yeni Dünya” oluyordu.  Tıpkı New York, New Hampshire, New England vs. gibi.) Yani bu Amerikan düzeni idi, ama aslında “yeni” olan “eski” olanın kozmetiğini kullanıyordu. Bugün hala en belirgin özelliklerden biri Amerikan hükümet binalarının Roma mimari tarzında olmasıdır.  Federal ve eyalet bazında bütün binalar birbirinden kopyalanmış, yerel ihtiyaçlara göre değişiklikler yapılmıştır.  Yani hükümet binalarının yakın tarih Avrupa örneklerinden de eski bir mimari görünümle geriye gitmesi ve klasik Amerikan ev mimarisinde İngiliz “kolonyal” ev modellerin olması, Amerikan üniversite binalarının İngiliz stilinde, ama eski görünümler verilerek kırmız tuğla mimarisinde olması, hem Amerikan akademisinde dini yapılara hem de modelin menşeine tarihsel olarak işaret etmektedir. İşte Amerikan kültür ve edebiyat tarihinde de hüküm süre Ödipus kompleksinin atmaya çalıştığı, ama hem dil ve edebiyat ortaklığı nedeniyle, ayrıca hukuk sistemi ve gelenekleri ile de bir anlamda modellenen kompleksin altında Amerikan tecrübesinin “unique (eşsiz)” olduğuna dair efsane ve milli bilinç oluşturma arzusu yatmaktadır.  Ki bu bilinç yaklaşık iki asırda içinde, müstemlekeden çıkıp müstemlekeci olma yolunda atılan bilinçaltında özellikle İngilizlere, ama genel olarak Batı Avrupaya olan Ödipal kompleks yansımalarıdır. Siyasi olarak da bu İngilizlerin eskiden İngilizlerin tahakkümü olan ülkeleri etki ve hükümranlık alanına sokmaya çalışırken, tarihsel bilinci de Avrupa’dan kopya edilen hükümet binaları, katedraller, satın alınan köprüler, müzelerde sergilenen başka medeniyetlere ait, ama Amerikanın mülkiyetine geçen eserler ve artık nesli tamamen bitme noktasına gelen Yerli Amerikalıya ait kalıntılara sahip çıkmak suretiyle ve tabii ki popüler kültür unsurlarıyla yapmaktadır.
 Amerika son asırda en çok savaşa girmiş ülkedir.  Bu savaşın birinci safhasında, frontier denen süreçle gelen, Yerli Amerikalı katliamları, daha sonra “İngiliz Krallığına” karşı Üçüncü George yönetiminden, George Washington dönemine geçiş, Bağımsızlık Savaşı Amerika’nın İngilizlere karşı 18. Asırdan beri duydukları tarihsel “kolonyal kompleksini üzerinden atmak, Vietnam sendromlarını unutmak, artık geçici de olsa bilardo maçından atılan Rusya’nın eski “Sovyetler” alanlarına yakın üslenme ve ilerde Çin’e yakın olarak konumlanma hissiyatını da bu “Yeni Dünya” düzeni yansıtıyordu. 
19. Asır başlarından beri süregelen protestan evanjelizmi Ortadoğu ve Uzak Doğu’da politik, ekonomik, dini misyonlarını sürdürmüş ve bu misyonlarının dinamizmini de Amerikan tarihinde kuvvetli bir damar olan “Manifest Destiny” ya da “Providential Design” diye adlandırılan Tanrının Amerikaya verdiği tarihsel misyonla bağdaştırmışlardı.  Avrupa’nın özellikle İngiltere’nin Osmanlı sonrasında tahakküm ve sömürü alanına giren bu ülkelerde Amerika, Güneş Batmayan İmparatorluğu Amerikancası olan imparatorluğu, İngiliz izleri, etkileri ve yetiştirip bölgeye bıraktıkları, kamulaştırma-millileştirme dönemiyle, güya başımsızlaşan ülkelerin başına kendi çıkarlarını temsil eden milletlere aşina kendilerinden isimler ikame etmişlerdi. 
Osmanlıdan “istiklallerini” kazanan, “ıtıkname”lerini koparan ülkeler, bizzat elleriyle İngiliz boyunduruklarını kafalarını geçirmişti. Daha doğrusu Osmanlı Devleti’nin kurduğu Hicaz Demiryolu’nda raydan çıkmasıyla, İngilizler kendi trenlerini raylara oturtmuşlardı.  Osmanlı Devletinin diğer vilayetleri de yerli işbirlikçi-özgürlükçülerin yardımı ve tavassutuyla, İttihat Terakki’nin de yanlışlıkları sayesinde diğer Avrupalı ülkelerin gönüllü müstemlekelerine dönüşmüştü.  Bu hareketledeki çıkış noktası, illa da Batı sevgisi üzerine, idealleştirilen Batı Medeniyeti hayranlığından kaynaklanmıyordu.  Vilayetlerin çoğunda, özellikle Abdülhamit sonrasında ihtirası gafletlerine galebe çalan, çaresiz, ama çare de arayan, heyecanları olan, ama heyecanları politik ve öngörü rasyonalitesinden uzak da kalabilen İttihat Terakki yöneminin uygulamalarına olan küskünlük ve husumetti. Öte yandan Hasta Adam’a yorgunluk ve aksamalarında bazen Rusya’ya engel olması için payanda olmayı da siyasi bir strateji olarak uygulayan İngilizler, bu husumet ve kusuf hallerini kendi lehlerine bir zafere dönüştürmeyi bilmişlerdi. Osmanlıyı yine bir Oedipus psikozu içinde algılayan “necip” halkların liderleri, darbe ve kanla yoğrulacak olan topraklarında petrol çerezlerini damarlarına kan olarak çekmeyi düşlerken, Azerbaycan dahil olmak üzere (Nobel çalışmalarında olduğu gibi), petrol ülkeleri petrol şirketlerinin ve onlara destek olan ülkelerin bir başka kündesine geldiklerinin anlayana kadar epey zaman geçecekti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni uluslararası kurum ve kuruluşların oluşmasında Veto hakkı olan ancak birkaç ülkenin bulunması demokrasinin Ortadoğu ya ne kadar damlayacağına dair planların açık göstergesiydi.   Batının ve Rusya’nın tankları dolu ve ucuz fiyata dolmaya devam ettiği sürece, damlayan kan ya da demokrasi olması önemli değildi. “Demokrasi”nin “Demos” (bölge: alelade halk) kısmı algılalama ile semantik bir müphemliği ama kratos (yönetim, iktidar) bir telosu (gaye) ifade ediyordu.
İkinci Dünya Savaşının hemen akabinde İsrail’İn 1948’de kurulması ve ardından bölgedeki bağımsızlık ve kamulaştırma hareketleri, geçici olarak endişeler yaratsa da petrolün öneminin ve İsrail’in bölgedeki kazanımlarını artması, 1970’lerdeli OPEC’in petrolü ekonomik gücü yanında siyasi güç olarak da kullanabileceği tehlikesi, SSCB’nin karşı çıkar etkisiyle bir nebze dengelenmiş, arada ortaya türbülanslara rağmen, petrolün dolarla alınıp satılmasının kısmi tesellisiyle geçmişti.  Ancak eski müstemlekelerin bu tür girişimlerinin ilerde  mükerrer hale gelmesi endişesi de Batı’da, özellikle Amerika’da politik ruha travma olarak nüfuz etmişti.  Ajda Pekkan’ın, bu sıkıntılı yıllarda “Amaan petrol, Canımmm petrol” şarkısıyla Eurovizyon şarkı yarışmasında nal toplaması aslında biraz da bu gömülü travmanın su yüzüne oy olarak çıkması nedeniyleydi.   Bu yıllar aynı zamanda Muhammed Ali Clay’ın İslam dünyasının tamamında ve özellikle Türkiye’de tüm tarihi ve haldeki ezikliğin, bir müslüman kahraman şahsında zafere şahlanışa, güce ve cesarete dönüşüp bir insanda tezahür eden toplamını ifade ediyordu.  Sahurda uyanırcasına insanların yataklarından kalkıp çocuklarına onun maçlarını izlettiği, ya da radyolardan dinlettiği ve her Muhammet Ali kroşesinde, “kelebek gibi danseder, arı gibi sokar”ken coştuğu yıllar. 
Muhammed Ali Amerikalıydı...Ayrıca Siyahiydi ve Müslümandı. Onun şahsında Müslüman şuurunda güç ve İslamla özdeşleştirilen iman gücü de şaha kalkıyordu.  Bu anlamda Muhammed Ali, 1905’den beri Hristiyan olmayan ve kendine yakın gördüğü bir devletin Batılı olmadan ve geleneksel değerlerine bağlı kalarak muvaffak olduğu başarının bir başka türlü tecellisini ifade ediyordu. Öte yandan “bağımsızlıklarını” kazanan Osmanlı terekesi devletlerde 1 Nisan 1979 da Humeyninin önderliğinde gerçekleştirilen, “Batı menfaatlerinin” özellikle Amerikan menfaatlerinin “our guy” konumundaki bekçisi olan Şah Rıza Pehlevi’nin alaşağı edilmesi ve iki asırdır gerileme, parçalanma, istimlak ve paylaşıma maruz kalan İslam aleminde ve özellikle de Ortadoğuda adı İslamla anılan bir cumhuriyeti müjdeleme şeklinde yansıyordu:  İran İslam Cumhuriyeti.  İşin ilginç tarafı İslam alemindeki çoğunluğunun aksine, İran Şii geleneğin beşiği ve menbaı olmuştu. Sünni gelenekteki, “ulul emr” kavramı Şii geleneğinin özüne aykırı idi zaten.  En azından bu kavram devlet işleri açısından geçerli değildi, dini otorite için itaati ise iktiza ediyordu.  Dahası Şah Amerika’nın “our guy” ı iken, daha önce hem Türklere hem de Araplara, özellikle de Hristiyan araplara milliyet kavramını ümmetten ayrı olarak  öğreten Fransa’da koruma altında yaşamıştı.  Fransızların siyasi himayesine sığınması sayesinde İranda oluşan fay hatlarını tetiklemeyi başaran Ayetullah Humeyni, Amerika’nın 1963 yılında “Beyaz Devrim” adıyla Şah’a uygulatmak istediği prensiplerin karşısında olmuştu, o yıllardan itibaren de buna karşı mücadele etmişti, bazen ülkesi içinde baskı ve sürgün hayatı yaşamış, olmayınca Türkiye ve Irak dahil bazı ülkelere iltica ve geçici iltica girişimlerinde bulunmuş, en sonunda Paris’te İranlı muhaliflerin yoğun olduğu bir yerde ikamet etmeye başlamıştı. Zaten Fransa’dan dönüşünden kısa bir süre sonra gerçekleşen Yeşil Devrim, İslam aleminde, İranın şii geleneğine rağmen, gizli açık sevince yol açmış ve bir anlamda İslamın anti-Batı, anti-Amerikan ve hatta daha özelde Anti-Anglo-Amerikan yüzünü oraya çıkarmıştı.  Yeryüzünde artık bir devlet İslam’la beraber anılıyordu, Batı’ya başkaldırmıştı, bunu kendi ordusu ve halkıyla yapmıştı ve başarılı olmuştu.  Yeşil Devrim, Beyaz Devrim’e galebe çalarken, aslında Fransa nezdinde, Avrupa ve Amerika çıkarlarının çatışma alanı da oluyordu.  İşin daha daha ilginç yanı, Osmanlı sonrasında müstemleke olan Ortadoğu Ülkelerinin dikkati Amerikan’ın hendesesini yaptığı “Yeşil Kuşak” hattında gerçekleşiyordu.  Bu kuşağın teşekkülündeki amaç ise, Rusya ve Komunist ideolojinin yayılmasına set çekmekti. 
Rusya etkisinin Suriye gibi bazı ülkeler haricinde  İslam ülkesinde çok az etki yapması, yine Kapitalist öğretilerinin hem kendi zulmunu unutturmak için dikkat yanıltması hem de komunist ideolojiyle özdeşleştirilen ateizm ve dikta unsurları oldu.  Sanki bu ülkeler demokrasiydi, sanki Batılı ülkeler buralardan görüntü olarak çekilirken yerlerine demokrat liderler ikame etmişlerdi, sanki aslında kapitalizmin de çıkışında materyalizm yoktu.  Suudlar özellikle Mekkedeki İranlıların devrim ihracı ve liderlik çabalarını görünce iktidarlarının korkusu ve Vahhabi diktasına yönelik endişeleri, Türkiye laik rejime İranın devrim ihracıyla oluşacak tehditten endişelerle uğraşırken, İslamı devlet ideolojisine dönüştüren İran, Mollalarla sistemli bir tarih yazımı ve Şii fıkhı yazma hareketine giriştiler.  Öte yandan Libya gibi bazı ülkelerde ise, sosyalizmi İslamdaki sosyal adalet kavramını güya tevhid eden Yeşil Kitap doktrini çıkmıştı.  Bu anlamda İslam sosyalizmle uyuşan bir mantığa sahipti ve etkisi sınırlı olsa da Türkiyeye yapılan İran ve Mısır Kaynaklı bazı eserlerin arasında, kulaklarda sadası hoş akseden bir “bedevi” doktrini olarak kaldı.  Halbuki Kaddafi de Türkiye okumuş ve Osmanlıyı sevmese de onun genetik devamı olan Türkiye Cumhuriyetinin tarihini de incelemişti.  Mustafa Kemal Atatürk’ün bazı uygulamalarını kendi ülkesinde uygulama yönünde harekete geçen Kaddafi, bu hatıralarının canlılığını, kimin Fatih olduğu konusunda tartışması devame den Ecevit-Erbakan hükümeti zamanında gerçekleşen 1974 Kıbrıs çıkarması neticesinde Amerika’nın koyduğu ambargoyu delme cüreti gösterip Türkiyeye petrol de göndermişti. Nedense o dönemde İsrail’e karşı bir araya gelip işgali engellemeyi beceremeyen ve İsrailin (ilk savaşlarında) Fransızların desteği ve uçaklarıyla gerçekleştirdiği işbirliği ve galibiyeti gösteremeyen Arap ülkeleri, genel olarak Osmanlı kompleksi etkisiyle suskun kalmıştı.  Bunun bir sebebi, İsraili resmi olarak  tanıyan ilk bölge ülkesi olarak Türkiye olması yanında, okutulan ve yayılan Osmanlı aleyhtarı milli kimlik oluşturma propagandalı doğrultusundaki en az iki nesil süren girişimlerdi.   İngilizler ise bu dönemlerde Kıbrısta garantör devlet olmasının getirdiği statüyle Türkiye hem kızgın hem de Önce Pakistanın Hindistandan, sonra Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılması “problemleri,” ile uğraşıyor, bir yandan elinden kaçırdığı bağımlıklarını 1940lardan itibaren kazanmaya başlayan ülkelerin, diğerleri için teşkil ettiği kötü örneğin etkilerini azaltmaya çalışıyor, bir yandan da bölgedeki çıkarlarını İsrail ile birleştirerek götürmeye çalışıyordu.  
  Öte yandan Varşova Paktının lideri olan Rusya artık, hem işgallerinin hem de işgal sonrası faturaların atrması ile, kaldıramadığı bir stratejik ve finansman yükünün altında beyaz bayrak sallandırıyordu. 1950’lerdeki Küba Krizi gibi ciddi ideolojik krizlerdeki sıkıntılardan rağmen Rusya’nın BM’de etkin bir veto hakkı olan ülke olması , 1960’lardaki uzay çalışmalarında Rusların öne geçmesi, uzaya ilk aracı göndermeleri SSBC halklarında, Stalin döneminden kalan bazı travmaları hafifletmiş gibi bir görüntü ve gurur okşama etkisi yaratmış, Kapitalist sistem ise teknoloji casusluğu dahil her yolu kullananak, Rusya’nın yeni vitrininin neonlarını söndürmüşlerdi.  Amerika bir yandan, Rusya ile ittifaka girmesini engellemek ve SSCB yi yalnız bırakmak için Çin ile avantajlı ticaret ortaklığı anlaşması yapmış, Vietnam sendromunun etkilerini atmaya çalışmış, bir yandan da Molotov’un “dolar emperyalizmi dediği” Marshall yardım planının etkilerinin kendine avantaj olarak dönüşecek şekilde, Japonya ve Almanya’dan devşirmeye de başlamıştı. Rusların Macaristanda vs. yaptığının aksine, paylaşım alanlarına hemen tank göndermek yerine “soft power” kullanarak ve akabinde uydulaştırmak şeklinde kontrol alanları oluşturmuş, denizaşırı gemilerin inşasına da kendi içindeki ülkeyi baştan başa saran karayolları ağıyla hemen hemen eş zamanlı başlamıştı. Ayrıca bölgenin eski amiri Osmanlının devamı Türkiye ve ortak Ortodoks temellerin muhtemel etkilerini engellemek için de Yunanistan unutulmamıştı.  Truman doktrini bu anlamda, Rusya’ya karşı nüfuz kalkanı oluşturmak Türkiye ve Yunanistan’a verilen muhafızlık ve muhaberat ücretleriydi. Bu anlamda SSCB işgali endişesini de bir nebze öteleyen anlaşmaydı.) Soğuk Savaş sonlarına kadar da önemini korudu.  
Artık, Komunist Blok tehlikesi, yıkılan Berlin Duvarının altında kalmıştı. Kapitalizmin en ironik zafer kutlaması ise, Berlin Duvarından parça parça koparılan aspestli parçaların, güzel paketler halinde Amerikan mağazalarında satışa sunulması olmuştu.  Bunun yanısıra yine özellikle Amerika’da raflarda boy gösteren Kızıl Ordu’dan kalma üniformalar, rütbeler, mataralar, çakmaklar, bereler, süngüler, onları kapitalin fallik gücünü, tarihsel iktidar mücadelesinde, tahakküme dönüştüren bir göstergeye dönüşüverdi.  Amaç onları hatıra değerleri için alıp evlerin bir köşesinde sergilemek değil, zafer sarhoşluğunun mağlubun neyi varsa talan etmek üzerine kurulu bir mantığın sosyo-psikolojik yansıması idi.  Yine aynı içinde Moskova’da açılan ilk McDonalds’ın önünde iki saat kuyrukta bekleyerek “fast” olarak “food” yiyen Rus halkı, tüketime olan susamışlıklarını da Amerikan kolası ile gidermeye başlamıştı.  Orwell’in Animal Farm adlı eseri tarihsel bir hüviyet kazanmıştı.  Big Brother hala vardı, ama rejim değişikliği ve boşluğu ve mafyanın maharetleri ile bir kısım insanlar Rusların “Hacı Murad”ı olan Jigüli arabaların yanında Almanya da Romanya gibi ülkelerden giren yeni otomobil hatta jiplerle tanışmaya başladılar.  Banka hesapları erise de, artık raflarda eski Rusya dönemi mallarından başka eşya ve yiyecekler de vardı.  Uydu ve internet teknolojileri onlara gitgide yeni yeni ufuklar açmış, en azından Devletin Tvsinde gördükleri alemden farklı alemler olduğunu da farketmişler ve öykünmüşlerdi.  Bu anlamda Osmanlı son dönemi entellektüellerinin şaşkınlıkları ve kör hayranlıklarını Rus intelijansıyanda da görmek mümkündür.  Halk kütleleri ise, Doğu Berlinde kamyon kamyon dağıtılan muzların arkasından gelecek diğer kapitalist nimetlerin tadını, ellerindeki rubleleri, Alman markına birebir tevil etmek suretiyle, hatta başkalarınını rublesini daha ucuz oranlar ödeyerek alanlar sonradan SSCB sonrası bu ülkelerdeki diğer bir sermaye yapılanmasının örneklerini veriyorlardı.  Bazı yerlerde, ticareti öğrenme aşamasında, “elimdeki çivileri bugün satarsam yarın ne yapayım” diye belli küçük miktarlarda satmakta inatlı bir prensip oluşturan yeni naif kapitalistler, bazı yerlerde de dönüşümün gerekçe ve gidişatını iyi kavrayan ve hatta eski düşman kardeş Batı Almanya’ta ufak doğu Alman kazıkları atma becerisine ulaştılar.
Aslında daha sonradan Elveda Lenin filminde kendini bulan bir anlayışla, Kapitalizme sadece sınırlar ötesinde değil, sınırlarının içinde de yenik düştüğünü müşahhas olarak yaşıyorlardı.  Kapitalizmin bayrağı artık, Moskova’nın tam orta yerinde Ruslara kuyruklarla “hizmet” veriyordu.  SSCB halklarının neye uğradıklarını anlamadan Gorbaçev’in Doğu Blok’unu koruma-kollam görevini bırakma açıklaması 1989’da dünya basınında yer aldığında hem içerde hem dışarda büyük bir şaşkınlık yanında, “neler dönüyor?” türünde soruların ve ihanet suçlamalarının da perdesini aralamıştı.  Artık Glastnost vardı, Perestroyka vardı.  Ruslar açılacaktı dünyaya.  Şeffaf olacaklardı.  Oldular, açıldılar.  Ruslar öyle açıldıki, dünyanın gözünde adeta kükreyince dünyayı sallayan bir güc değil, “kağıttan kaplanmış” ama “biz bilmiyormuşuz” türünde bir başka yanılsamanın da kapısını aralamıştı.  Bu açılmanın bir başka uzantısı da fuhuş sektörüyle oldu: kimisi çaresizlikten, kimi de çabucak kapitalistlerin tüketebilmek için, Kapitalist Avrupa ve Türkiye gibi ülkelere kadınlarla açılmaya başladı.  Kapitalist blokta bu komunizmin yaptıklarının, Türkiye gibi ülkelerde de Osmanlının acılarının (Katarina’yla hafızalarda yer alan kollektif erkek şuurunun tetiklemesiyle) intikamını fallik olarak almak şeklinde yansıdı ve artık “Nataşa” Rus Ayşe-Fatma’sı olmaktan çıkarak, Mari Magdalen’in modern çağdaki güncellenmiş ve sarışınlaşmış bir afete dönüşmüştü.  Artık her eski SSCB vatandaşı kadın bir Nataşa olarak hafılarda jenerik bir marka oldu.  Belki de Gorbaçev, perestroyka ile amaçladıklarının bir kısmını, glastnosla en güdümlü götürmeyi tam oturtamayan sistem değişimi sırasında, sadece muhaliflerini değil, aynı zamanda SSCB halkalarını da yenilgiye sendeletmişti.  Eskiden para var, mal yoktu, ama artık mal olmaya başlamıştı ama bu seferde para yoktu.  1990’lı yıllar bu anlamda Rus Halkının nerdeyse “herşey satılık” modelinde bir ekonomik alana kayışının trajik yansımalarını “Rus” pazarlarına taşımasıyla gösterdi.  Ukrayna, Belarus, Çekoslovakya başta olmak üzere, sersefil yeni hayat alanları, hayat kadınlarının seyahat ve tecrübe evrenine eklendir.  Ayda eline 50-100 dolar geçen memur ve işçi, hatta sanatçı ve akamisyenler, birden anlamsızlaştıkları dünya içinde, kendilerine sersefil tecrübe fanusları içinde nefes  pancunları açmak telaşına düşmüşlerdi.  1986 daki Çernobil kazası Rusların efsanevi uzay teknolojisindeki öncülüklerine ve rekabet gücüne gölge düşürmekle kalmamış, aynı zamanda Uzay’da takılı kalan astronotları dünyaya, Batı’nın yardım tekliflerine rağmen ve onların ölümü pahasına, Komunist gurur ve şerefini ayaklar altına almamak için reddeden Ruslar, artık içten içe kokuşan, ama dışarı sızdırmayan yapının unsurlarını Çernobildeki nükleer sızıntıyla eş zamanlı olarak sızdırmaya başlamıştı.  Hala dünya çapında atletizm ve diğer spor alanlarında reklam için hayattan soyutlayarak yetiştirip yarıştırkları insanlar da bu sızıntıya sargı bezi yapmaktan öte geçmiyordu.
Rusya 1980’lerden beri silahsızlanma antlaşmalarına koyduğu imzalar, arka bahçelerine sunduğu desteklerini azaltma yaklaşımı  ve eşgüdümlü olarak başlayan Kapitalist Blokla ticari ve siyasi yakınlaşmasıyla yarıştaki yenilgiyi kabule başlamış, en azından yarıştan çekileceğine dair imzasını atmıştı.  Batılı ülkelerin gözünde Gorbaçev, adeta bir demokrasi kahramanı olmuştu.  Aslında içten içe, Batı Kapitalizmi, onu İspanyollara Aztek ülkesinin  anahtarını teslim eden Montezuma’dan farklı değildi. Konquistador İspanyol generali zahmet çekmeden adeta beklemedikleri bir kolay zaferi kucaklarında bulmuşlardı. Geleneksel SSCB ekonomisinde hakim olan ağır sanayi ağırlıklı ve dağınık ağlar içindeki ham madde-üretim yeri-dağıtım yapısını ve devlet finansmanı ile yürüyen üretim mekanizmalarını halka ve ticarete dönüştürmekte aciz kalmış, kendine yetme ve Kapitalizme gösterme amacını yeterli görme, yani kendi halklarını mutlu etmek değil , Batıya gözdağı verme ve  antlaşmalarıyla başlayan süreçte dişleri bir oranda sökülmüş ve Gorbaçev Dönemi açılırken saçılmayı çöküşe hazırlayan bir dönem oldu.   

0 comments:

Post a Comment