rss
email
twitter
facebook

Monday, November 23, 2009

Bağımsız Gerçeklik

IV. Bağımsız Gerçeklik
Tarih boyunca hem dini hem de felsefi olarak “gerçek nedir?” tartışması yapılmıştır. Dinler, felsefeler, ideolojiler bir “gerçeklik” temelinden hareketle, kendi sistemlerini oluşturur ve oluşan bu temele göre dünya görüşlerini, meşru olan ve olmayan olmayan kategorilerini ve gerçeklik dışı alanları tanımlarlar. Bu açıdan, gerçeğin geçerliği ancak hangi gerçeğin şirazesinden ona bakıldığıyla ilgilidir.  “Aklın yolunun bir” olduğu da bu nedenle geçersiz bir tartışmadır.  Aklın yolunun bir olduğu noktalar, farklı akılların düşünme kanallarının yakın olduğu noktalardır.  Aklın kültürlenme ile gerçeklik alanlarına göre şekillenmesi, dile dökülen aklın verileri, dil içinde de farklılaşarak, bazen aklın algıladığı ve bazen aklın şekillendirdiği gerçeklik  paradigmalarını gerçeği de kendi içinde tasniflere tabi tutar. “Hakikat” ile “gerçek,” “doğru” ile “hakikat,” “fact,” “truth,” “reality,” “verisimilitude,” “verity,” “vraisemblance” gibi kavramlar eş anlamlı gibi görünen, ama bizzat gerçeğin de maruz kaldığı tasnifleri ifade eder.  Bir yandan gerçek “aslına sadık” olmayı gerektiren bir algıya döner, öte yandan da o aslın bizzat kendisi ve onu algılayan aklın mahiyetini de anlamayı gerektirir.
İşte bu nedenle yapılması gerekli bir tartışma ise, gerçeğin “aslına uygun” olarak algılanabilirliği konusudur. Özellikle metafizik anlamda gerçekliğin temelinde bu yatmaktadır.  Eski Yunan’da (EY) ortaya çıkan bir görüşe göre, gerçeğe yaklaşırken, bir mutlak ve geçerli gerçekliği ve onun algılanabilir evrende kendi yansımalarını görür insanlar. Bu Sokrat’ın dilinden Eflatun’un aktardığı görüşün aksine, atomist ve sofistlere göre, gerçek, ona atfedilen mutlakiyet ve sarsılmaz temelden uzak, onu algılayan aklın ve dilin şekillendirmesine göre şekillenen, değişkenliğe tabiidir.  Aslında bu bakış açısında gerçeği algılamanın da ötesinde, onu nasıl aktardığınız fikri ağır basar.  Antikitede var olan farklı gerçeklik tanımları, gerçeğin sabit ve değişmezlik esasına göre şekillenirken, atomistlerde ve sofistlerle ortaya çıkan gerçekliğinin değişkenliğe, nisbiyete indirger.  Antikide sonrasında Hristiyanlığın hakim olduğu dönemle ise gerçeklik konusunda ki algılar İsa’tı temel alır ve farklı İncil ve İsa modellerinin varlığı farklı yorumları içerse de, temelde İsa temelli bir gerçeklik alanı Rönenans ve Reform dönemine kadar Ortaçağlar boyunca aynı kalır. Eflatun ve Aristo’nun  sistemini esas alan temel görüşler dönem dönem Hristiyanlığın gerçeklik algısına tehdit gibi çıkışlar oluştursa da asıl ayrışmalar hristiyanlıktaki ayrışmalar ve siyasi gelişmeler ve yeni mezheplerin oluşmasında ortaya çıkar.
 modernite ile başlayan anlamda gerçekten bağımsız da olabilen, belağatin ikna ettiği şeyin gerçekliği bir yeni bakış  ortaya çıkan, gerçeğe yaklaşırken insanın ne kadar “objektif” olabilirliği konusudur. 
bmodernite ile Gadamer’in Gerçek ve Yöntem  (Truth and Method) adlı eserindeki tartışmanın konusu, insanın tarih ve kültürü aşarak bir toplumu “gerçek anlamda nesnel” bir bakışla incelemesinin mümkün olup olmadığıdır.  Gadamer konuya, Kakuzo’nun Çay Kitabı’nda (The Book of Tea) “dünyanın olmaklığında olmak” kavramına yakın bir bakışla eğilir.  Dolayısıyla insanın olması ancak yaşadığı alemdeki evrilme süreciyle ve o sürecin kendi bireysel kimliğine yaptığı katkıyla oluşumuna delalet eder.  Ondokuzuncu asırdan beri bilimsel objektiflik adıyla gerçekleşen nice tartışmaların uzantısı gibi görünen bu bakış aslında muhali ortaya koymaktadır.  Bireyin içine doğduğu dil, din, kültür, medeniyet, yasa, iklim, coğrafya, çevre ve  zaman, iktisadi ilişkiler aslında onu, zaten kendi için hazırlanmış olan bir kalıp doğrultusunda yetiştirir.  Farkında olmadan onların bir  parçası olarak yetişir insan.  Eskilerin tabiriyle insan ancak “zamanın evladıdır.”  Yani “ibnü zaman” ifadesi, “weltanschauung” ile zamanın kendine ait ruhunun insanlar üzerindeki damgasını  anlatır.   
 Zaman, mekandan, mekan çevreden, çevre değerlerden bağımsız olarak tarihte yerini almaz;  bizzat hem zaman hem  “kader” her türlü etkeni içinde barındırabilecek hayat etkilerine açıktır. Nitekim insanın oluşturduğu hiçbirşey zamanlar üstü geçerliğe sahip olmayıp, zamanla eskimeye başlar, yenilenir, değişir, yeniden kabul de görebilir.  O halde, “nesnel” bakmak bu unsurların etkisiyle aslında imkansızdır.  Her öznel olma çabası, özne olanın da nesneleştiği süreç içinde, kendini nesneleştirenlerin kendilerine öğrettikleri öznellik statüsü ile avunur.  Truman Show’u burda hatırlamakta yarar var:  “Kendine” ait olduğunu sandığı bir hayatın aslında zaten kurgulanmış bir çerçeve ve yol haritasına dönüşmesi. Bunların farkında varana kadar Truman kendi halinde bağımsız ve kendine ait sandığı hayatı yaşamaktadır.  Aslında bu hayatın kendine “biçilmiş” bir hayat olduğunu anladığında ise, gerçekliğin diğer boyutunu anlamıştır.
Eski Yunan’da Eflatun, kendinden önce başlayan değişime ve değişimle oluşan gerçekliğe dair iki teorileri bir anlamda ikisini de reddetmeden farklı alanlarda uzlaştırarak  kabul eder ve fakat, ideeler alemindeki gerçekliği asıl olarak, onun duyusal alemdeki yansımalarını taklit ve gerçeklikten uzaklaşmış görür.  Burda Eflatun’un yanılgısı, gerçek olanın değişmezliği, halde “vücudu”  ve taklid etmediği ilkesinden yaklaşmasından mütevelittir.  Sonraları hem Hristiyan hem de İslam felsefesine etkileri olacak bu görüş, asıl alemden taklid edilen herşeyin, aslında üç kere gerçekten uzaklaştığını ifade ederken, insanın nasıl olup da hem değişen alemde olup hem de o aleme dair gerçekleri algıladığı konusunu muğlak bırakmıştı.  Eflatun’un iki ayrı alem algısının da özünde (“herşey değişir” ve “hiçbirşey değişmez”) zaman ve mekana dair değişmezlik ilkesi gerçekliği tayin etmektedir.  Edebiyata karşı çıkmasının bir nedeni de budur zaten.  Yazılı olan sözlü olana göre gerçekliği kaybetmiştir çünkü yazı zaten sözün taklidi ve gerçeğinden uzaktır; ayrıca, yazarın kurguladığı alem de zaten asıl alemden üç kere uzaktır ve yalandan ibarettir.  Asıl alemin gerçeğine ancak felsefe ulaşır, yani filozoflar. (Tabii ki burda filozofun da aslında asıl alemdeki numunenin taklidi olmasını gündeme getirmez.)
Eflatun’un edebiyatı gerçekten üç kere uzaklaşmış olmasını bir de eserle ilgili yoruma uyarlarsak, eserin yorumu defalarca daha gerçekten uzaklaşmış olacaktır.  Bu açıdan bakılınca zaten eserin kendisi ve yorumu hem eserin konu edindiği şeylerin, hem dilin kendisinin hem de yorumlamanın sonucunda farklı gerçeklik katmanlarını içerirken, yorumların asıl metni unutturup, bizzat kendilerinin temel eser gibi algılanması da aynı tehlikeyi içerebilir.  Postmodern edebiyat ve kültür teorilerinde ana açmaz: 1) Teorik yaklaşımın eseri ne kadar anladığı; 2) İki yorumun kendisinin eserleşmesi sonucunda yoruma dair yazılan yorumların hangi kategoride olacağı, 3) Yorumlama ile gelen didikleme ve yapbozculuklar sonucunda eserin “lezzetini” muhafaza edip etmeyeceği, 4) Yoruma yazılan yorumların yazılmasın sonucunda, “asıl” eserin ancak kıyıdan gündemde kalmasının bir “merkezkaç” yaklaşım mı yoksa bizzat kendi merkezini oluşturup oluşturmadığı, 5) Eğer yorum, eseri temel alıyorsa, ister istemez o eserden yola çıkacaktır, o halde eserin kendisinden yola çıkan yorumun eserin mahpesinden kendini kurtarıp ne kadar nesnel olabileceği sorularını da gündeme getirmektedir.  
Eser ile yorum arasındaki ilişki burda en önemli alanı olşuturmaktadır. Bir “metnin” yani “tekstin” doğru yorumunun, onu yazan müellifin gerçek maksadını ortaya koymakla mümkün olduğuna ve bilim adamının metnin tarihiyle “ufuklar”ın müktesebatlarını anlatmanın usülünü bulduğu “ufuklar kaynaşması”nı gerektirdiğine inanan Friedrich Schleiermacher and Wilhelm Dilthey’nin aksine, Gadamer tüm bu geleneği arkasına alıp tersine bir yol tutarak insanın dünyanın olmaklığındaki oluşununa binaen, yorumun nesnel gerçekliğe ulaşmasının imkansızlığını ikrar eder.   Bu aslında balıkların derya içinde olup deryayı tanımlamada sıkıntı çekmesi, ya da dünyanın deryadan ibaret olduğuna dair yanılsamalarına dair  tartışmaların da kapısını açmaktadır.
Her kitap kendi içinde bir mahpes ya da fanus etkisi barındırır. Okunan her kitap ve hayat yorum aşamasında kendi gerçekliğini, onu okuyana kabul ettirmeye yönelir ve okuyan bir anlamda yazarın kafasına tam nüfuz etmişçesine hareket etmiş ve içselleştirmiş olur.  Dilthey ve   Schleiermacher’in algısında ise, öncelikle yazarın her açıdan mutlak ve değişmez bir mantıkla eseri kaleme aldığı, sonra yine mutlak ve tek bir hedefe yönelik olarak “mesaj” yerleştirdiği ve anlama ihtiyacının ancak yazarın kafasında oluşturduğu mutlak ve sabit kodları deşifre etmek gerektiği anlamını taşımaktadır ki, felfefi olarak muhaldir.  Ne yazarın değişmezliği, ne yazılan eserin tek boyutlu bir anlama kilitlenmesi söz konusu değildir.  Ayrıca yazılan eseri okuyan her birey de kendi birikim ve yetenekleri doğrultusunda, kendi benliğinde oluşan perspektiften okuyacaktır.  Hem dini, hem de seküler metinlerin yorumlanmasında ortaya çıkan farklılıkların bir nedeni de aynı metnin farklı nüshaları olduğu kadar bizzat aynı metinde kullanılan dilin kendisidir.  Metni yeniden yazarcasına yorumlamayla ortaya çıkan diğer konu ise “anlam”ı metne giydirmek şeklinde ortaya çıkar ki bu durumda bile aslında metne atfedilen, makbul  ve mutlak anlam vardır.  Öte yandan, hiçbir anlam her zaman aynı değildir.  Bunda yeni nesillerin yeni anlamlar çıkarmasındaki geleceğe matuf “sır”lı anlamların açılımı olduğu gibi, eşzamanlı yorumların ardından daha soğukkanlı yorum yapma olasılıkları da olabilir. 
 Stichomancy,” “Libromancy,” “bibliomancy” gibi türkçeye tercümesi “tefeül” diye yapılabilecek okumalar da ise, özellikle kutsal metinlerin rastgele (“tesadüf” ya da “tevafuk”la) açılması sonucuna o anki hal veya sıkıntıya cevaben bir sayfa ya da bir cümlenin, ayetin karşımıza çıkması, okuyanın kendi haline kitap yazarı ya da vahiy sahibinin o anki durumunu okuyarak ona denk gelen çözüm, açıklama türünde yorumlaması anlamına gelmektedir.  Eski Yahudilikten beri var olan, diğer yorumlama konusu olan “ebced” ve “cifir” gibi, “(number theology” ya da “numerology” tarzında) matematiksel yorumlama metodları da aynı şekilde nesnellikten uzak, kelimeleri rakamlara tekabül eden, dolayısıyla aslında bir metni diğer bir kodlamaya aktarmaktan ibaret olan yaklaşımdır.  Çünkü her harfe atfedilen rakamsal toplam, edebiyatta tarih düşürmekte güzel bir sanat olmakla beraber, ne harflerin ne de zaten rakamların kendilerinin ilahi bir tensiple denk düşmesine dayanmadığı için geçerli ve teorik olarak anlamlı bir yaklaşım değildir. 
Nesnellik ve İdeoloji
Her nesnel olma iddiası temelde her zaman ideolojiktir. Her nesnel olma iddiası, bir beklentiye tekabül eder. Öncelikle nesnelliği “üst değer” olarak kabul etmek ve ettirmek ideolojiktir.  Nesnel bakmanın bir üst değer olması da, özellikle fen-laboratuar bilimlerinde var olduğu sanılan, gerçeği bulmaya çalışan kişinin, gerçeğe dahil olmadan, ona artı veya eksi katkıları olmadan, kendiliğinden gelişen süreci izlemeye, gözlemeye muktedir olduğu yanılsamasına dayanmaktadır.  Ondokuzuncu  asırda  “Deneysel Tıp,”  “Deneysel Roman,” Realist, Natüralist ve Pozitivist ekolün temel bakış açısını oluşturan kavramlar bu nesnel gerçeklik iddiasıyla ortaya çıktılar.  Farklılaşan ilgi ve bilgi alanlarının, kendi “uzmanlık” alanları doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan ederek, bireysel adlarını almaya başladığı zamanların ürünü.  Daha önceleri, Tanrı’nın elinde ve kurumlarında olduğuna inanılan, sonra Rönesans ve Reform ve akabinde Aydınlanma teorilerine uzanan süreçte, insanın akıl ve mantığıyla bazen İlahi olanı tercüme, bazen de telif fikirlerle oluşturacağına inancın sarsıldığını da ifade eden dönem. 
Ve artık bilimsellik ve onunla aynı koşumları taşıyan nesnellik, öznelliğin korumasız alanlarına tasallutta bulunur ve değişen atom teorileri ve postmodern yaklaşımlara rağmen harcıalem her konuda, “tarafsızlık,” yani gerçeğe sadıklık, yani dürüstlük ve adil bakışla özdeş hale gelir.  Bu “adil” bakışta empatiden çok, farklı tarafların gerçekliklerinin birbirleriyle sağlamaya tabi tutulmasıdır ki bu da mutlak olarak tarafsızlık anlamına gelmez. Farklı terazi kefelerini aynı uzaklık/yakınlıkta algılama çabasıdır. Farklılaşan ilgi ve bilgi alanlarının, kendi “uzmanlık” alanları doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan ederek, bireysel adlarını almaya başladığı zamanlar ondokuzuncu asırdı. Daha önceleri, gerçeğin Tanrı’nın elinde ve kurumlarında olduğuna inanılıyordu.  Sonra Rönesans ve Reformun  evrildiği Aydınlanma teorilerine uzanan süreçte, bu inanç kaybolmaya başladı.  İnsanın akıl ve mantığıyla bazen İlahi olanı anlama, akli olanla nakli olanı uzlaştırma çabalarının ardından, nakli olanı yeryüzünün diline tercüme etme çabası giderek tamamen telif fikirlerle akli gerçekliği oluşturma çabasına dönüştü.  Resimden fotoğrafa geçiş aşamasında ressamın öznelliğini, kendini gerçeğe katmadığı sanılan nesnel fotoğrafçı edasıyla yaklaşma eğilimlerinin dönemiydi. Ellere değil, ellerin yaptığı makinaya önem veren gerçeklik.  1825’te çekilen ilk fotoğrafın, Eflatun’un taklit teorisini (mimesis) andırırcasına,  bir atı geminden tutan adam resmine ait olması da bu açıdan manidardır. 
Ve artık bilimsellik ve onunla aynı koşumları taşıyan nesnellik, öznelliğin korumasız alanlarına tasallutta bulunur ve değişen atom teorileri ve postmodern yaklaşımlara rağmen harcıalem her konuda, “tarafsızlık” yani dürüstlük ve adaletle bakışla özdeş hale gelir.
Hem bilimde hem de edebiyatta, bir dönem (mukallidi olduğu) mutlak gerçeğin not edicisi , yansıtıcısı sanılan insanın, gerçeği “yaratma” çabalarının yoğunlaştığı zaman ondokuzuncu asırdır.  Objektifle beraber anılan fotoğraf makinasının ilk modellerinin kullanımda olduğu,[1] sanayileşmenin, sömürü ve kolonizasyonun etkilerini Avrupa’da,  toplumun kendini koruyamayan her kesiminde hissettirdiği asır.  “Romantik” dönemin tasavvurlarında bile aslında artık nostaljiyle andığı  kırsal cennetlerin yerini, hayata ve edebiyata giren acı, soğuk, vahşi yaşantılara bırakması, cinselliğin alenilik kazanarak şuuraltından edebiyat ve sanata döküldüğü asır: Zola’nın seri romanları ve Gustave Courbet’in  Dünyanın Menşei adlı resmi. Türlerin Menşei ile başlayan süreçle,  insan toplumlarının “güçlü olanın” hayatta kalacağına dair Darvinist gözlemle tasvir edildiği, insanların “kader”i muğlak ve mücerred bir yön tayin edici olarak değil,  bir sürü farklı etkenle beraber yeniden anlama çabası ve arkasından gelen Marksist başkaldırıyla “tarih”ini, kendi eliyle yazma yönündeki çıkışları.  Hegel’in yaptığı gibi tarihi konuşmak ve yorumlamak değil, onu değiştirmek zamanı gelmiştir.  Sonradan Waiting for Godot  adlı eserde yansımasını bulan anlayışın özünde, vahşi kapitalizmle gelen ezilmişlik sürecinde insanların İsa’dan beklediklerinin gerçekleşmediğini görüp, ona göre davranma tavrıdır. Ya da Nietzsche’nin çok geçmeden ifade ettiği gibi, “Tanrı’ ölmüştür ve onu biz öldürdük.” Zaten bu nedenle Marks, gökyüzünde bir yerdeki cenneti konuşmak yerine, o cenneti yeryüzüne indirmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Bu anlamda sadece Hegel’e değil, İsa’ya da karşıdır. Onun reel algısında ise, kapitalizmin reel-materyalist kavramını yeniden tanımlamak değil, reel-materyal olanın üretim, kullanım yolu ve şekline aittir.
Edebiyat ve sanatta “Realizm (Gerçekçilik)” deki “real (gerçek)” kelimesinin “materyal (maddi)” olanla eşdüzeyliğine iman eden yeni bir anlayışın, Romantizm ve Sürrealizme tepki olarak çıkması ve akabinde gelen sembolizm ve ekpresyonizme kayması aslında, izafiyet teorisi öncesinde gelişen gerçeği anlama ve aktarmadaki bireysel tavırların, katkıların, hatta yansıtmanın (reflection) aksine, yansıyanı kırmayı (“refraction”) ve hatta “real” olana bir direnişi ifade eder.  Bunun öncül belirtileri, Aristo’nun Poetika’sını yanlış çevirilerden okuyan ya da yanlış yorumlardan çıkıp, sanatın amacının tabiatı güzelleştirmek olduğu iddiasını ortaya atan Sidney’de vardır.  Buna göre, sanat olanı taklit etmekten öte, olanı daha güzelleştirerek yeniden sunar.  Yanlış okuma sonucunda çıkan bu algı aslında, tabiatı olduğu gibi kabul eden Klasik dönem felsefesinden ayrılmaktadır. Evreni “güzel (=Kosmos)” görüp öyle adlandıran Eski Yunan anlayışının tersine, onu taklit ederek sanatı üreten EY algılamasının tersine, doğayı, evreni güzelleştirmek, güzelleştirerek aktarmak isteyen bir yaklaşım vardır.
1800’lerde Romantiklerin “Real” olana direnişinin özünde, “real” olanın, ona direnene verdiği acı ve kaçma hissi ve o tür gerçekliği yaratan unsurlara başkaldırı yatmaktadır: Kiliseyle yaptığı mücadeleyi kazanan aristokrasinin kademeli olarak yerini alan ticaret ve sanayi burjuvası ve onlarla yeniden şekillenen çevreye olan tepki.  Bazı nüvelerini Rousseau’un idealize ettiği “doğal konum” felsefesinden, duyguları dışlyan akılcı yaklaşımların dışına çıkma, eski edebi kalıpların dışında yazmak isteğinden, “Yeni Dünya” ile gelen yeniden başlangıç hayallerinden, Fichte ve Schelling’in muhayyileye dair teorilerinden aldı.  Bu tepkisel akım,  “alelade insan”lara  ait ya da halkın yaşam sahnelerini konu edinirken,  kendilerinden önce özellikle Pope ve Dryden gibi “Akıl Çağı” yazarlarının kullandıkları şiir türlerini bırakıp, “balad” gibi “halka” ait olan türleri tercih ettiler.  Willam Blake “Baca Temizleyicisi,” “Londra” gibi şiirleriyle Wordsworth ve Coleridge’in Lirik Baladlarda önsözlerindeki Manifesto’ya pratikte öncülük etmiştir. Thomas Hardy’nin Tess romanında Tess’in bir anlamda el değiştirmesi bu süreci sembolik olarak ifade eder. Eski aristokrasiyle illiyet oluşturmak suretiyle kişisel ve ailevi fakirliğine çare arayan Tess’in babası onun, artık burjuvayı temsil edenlerin elinde bir anlamda kurban ederken, Tess artık, duyguları olan bir kız değil, metalaşan değerler içinde bir yürüyen metadır. Benzer bir durumu Charles Dickens’ın Zor Zamanlar’ında daha ilk sayfalarda yer alan “gerçek, gerçek, gerçek!” diye mütemadi vurgu yapan okul hocası Gradgrind’ın  aslında bizzat kendi çocukları olan Tom ve Louisa’da ihmal ettiği başka gerçeklikler olduğunu geç ve acı bir şekilde öğrenir.  Direniş, bu dönemde direnileni muhayyilede, edebiyatta ve sanatta, onu yeniden şekillendirme şeklinde tezahür eder ve Bolşevik Devrimi’ne giden yeni bir gerçekliğe giden yol açılır.   
Yirminci asır başlarında, Eski Yunan’da beşinci asırda ortaya çıkan nispiyetçi sofistlerin yaklaşımları, gerçeği belagat ve ikna gücüne yakınlaştıran görüşleri, onyedinci asırda bilimsel anlamda Galileo’nun “tep tip hareket”lerin nispiyetine değinerek ele aldığı nispiyetçiliğe dönüşmüştür.[2]  Evren kitabını matematiksel bir şifre gibi gören Galileo’dan asırlar sonra, Einstein ile atoma ve sonra hayata uygularak yeniden tanımlanması, “bilimsel” verilerle desteklenmesi bir anlamda küresel “real” olana dair tekeli kırarken,  Kutsal Kitap’ın tanımladığı evren tekeli çoktan ortadan kalkmıştı.  Artık “evrensel, monistik, mutlakiyetçi, nesnel”lik iddiaları da yersiz olmuştu.
Başlangıçta Kutsal Kitabı Latinceden, İngilizce, Almanca gibi yerel dillere tercüme edilmesine karşı çıkılmış, teşebbüs edenler cezalandırılmış, sürgüne zorlanmıştı.  Herkesin kendi dilinde anlayacağı bir Kitap, aslında Katolik Kilisesi ve Papalık mensuplarının elinden kurumsal yorumlamayı, dolayısıyla da dini, siyasi ve iktisadi gücü koparmak anlamına geliyordu. Öte yandan bu Kilisenin baskıyla oluşturduğu bir bütünselliğin bozulması anlamına da geliyordu. T.S. Eliot’ın acı acı hatırladığı onaltıncı asırdaki kopuşun özünde bu vardır.  Ayrışan Kilise ve itikad ve muamelat farklılıkları, Kutsal Roma’nın yeni parçalar halinde milletler olarak meydana gelmesine ve Batı Kültürü’nün parçalanması anlamına geliyordu.  Kendi dilinde ve aracısız olarak Kutsal Kitab’ı okuyabilmek amacıyla yapılan tercümeler engellemelere rağmen amacına ulaşmış, komunal algı yerine bireysel yorumlara yol açmış ve nihayetinde Luther ve Calvin örneklerinde olduğu gibi Protestanlığın doğuşunu ve doğal olarak çıkar kavgalarını hazırladı. İronik bir şekilde daha önceleri hoş görülmeyen bir çeviri Kral James’in onayıyla otorite Kitap oldu.  Batı kültürünün başyapıtlarından biri oldu.  
Kutsal Kitap’ın artık Kilise mensupları dışındaki insanlara da açık olmasının çok büyük etkileri arasında, tercüme aşamasında yerel dillerini imkanlarının sonuna kadar kullanılması ve anadilin anlama ve tercüme kapasitesinin, semantik ve morfolojik yetkinliğe ulaşmasına katkılar yanında, Kitap’taki temalar, hikayeler, edebi anlatım özelliklerinin de yerel dillerdeki kurgusal eserlere kaynaklık etmesidir.  Bu anlamda tercümeler, insanlara Kitab’ı “kullanma” veya istihdam etme imkanı verdi.  Nitekim, Dante’den başlamak üzere yerel dillerde milli bir şuurlanma başlarken, Kitab’ın kendi içindeki zenginlikler ve çelişkiler de keşfedilmeye başlandı.  Kitab’ın anlaşılır hale gelmesinin bir yansıması da Kutsal Kitab’ın (Holy Book) Kitab’a (The Bible)dönüşmesi oldu. Öte yandan ıstılahi olarak “kutsal yazılar” anlamındaki “scriptures” kullanımı azalarak devam etti.  Dikkat edilirse bu terimde yazılı olma özelliği, kutsallığından daha fazla bir vurguya sahiptir.  Anadilde yazılan eserlerde bu hemen gerçekleşmese de, hatta Thomas More Utopia’sını hala Latince yazmış da olsa, matbaa da bu sürece kitabın mekanik çoğaltılması sonucu bir tür metalaşmaya sürecine girdi ve bir anlamda muamelat ve itikadı bir yana bırakan, ama Kitab’ı hammadde olarak değerlendirip kendi telif eserlerini oluşturan yazarların çıkmasına yol açtı. Kriptik olmaktan kaynaklanan esrar çözülmüş, Kitab’ın sadece ruhbaların yorumlarına göreinanılması gereken değil bireysel okumalarının mümkün olması anlayışı zamanla da “tüm inananların papazlığı” yani ibadeti yönlendirmek için özel ruhbana ihtiyaç olmadığı, herkesin bunu yapabileceği anlayışını teşkil etti.
Kutsal Kitap’ta kilise vasıtasıyla okunan hayat ve evren artık bizzat insanların yazdıkları kitaplarla yorumlanmaya başlandı. Bu anlamda onaltıncı asırdan itibaren hem kilisede Kutsal Kitap temelli ayrışmalar hem de yeni coğrafi keşifler, gazetecilğin doğup gelişmesi, romanslardan romana geçiş Kitaptan belki ilhamları olan (Joseph Andrews gibi), ama insandan insana insanın çevre, diğer cins, insanlar, kültürler ve bazen de Tanrı olan ilişkisini anlatan okumanın ötesinde yazmaya geçen bir yeni realite alanın oluşturdu.  Bunu oluştururken hep gerçeklik iddiaları önemli yer etti.  Dünyanı bir anlamda yeniden kurgulama, modüler ve minyatür dünya yaratma ve sunma faktörü romanda ve genelde sanatın özünde olan Tanrı’ya öykünme eğilimlerine hız verdi.  “Author” kelimesinin hem yazar (müellif) hem de Yaratıcı (Halik) anlamında olması bu zımni gerçeğe atıftır.  Yirminci asrın özellikle ikinci yarısında “author” var mıdır yok mudur? (Stanley Fish vb.) tarzındaki tartışmalar inceden inceye diğer “Author”a dair yönelmektedir. Dolayısıyla bir kitabın müellifi ile evrenin müellifi arasındaki illiyeti sorgulama meselesi bir nesnellik ilişkisi kurmak istemektedir.
 Ayrıca ondokuzuncu asırda yazılan kurgu eserlere hakim olan “hakim” anlatıcı, yerini gitgide eserin karakterleri ve okurları arasında köprüden çekerek, kendini hissettirmeyen yeni bir anlatıcı türüne de bırakır.  Daha objektif, daha gerçekçi olma amacı bu sefer de Freud’un formülleştirdiği bilinçaltını dışa vuran anlatım teknikleriyle anlatılır.   Artık, mesela, Flaubert, Balzac’ta, Namık Kemal’in Cezmi’sinde, Ahmet Mithat Efendi’nin Hasan Mellah ve Hüseyin Fellah’ındaki tarzda anlatıcılar kaybolmaya yüz tutarken, Serbest Dolaysız Söylem (FID=Free Indirect Discourse) türünde anlatım ortaya çıkmaya başlar.  Yazar kendi yazdığı eseri, mesela anlatıcı vasıtasıyla bir de yorumlamak yerine, yorumu okuyucuya bırakacak tarzda, bazen eseri ucu açık tarzda bırakarak, okuyucuyu bir anlamda eseri yazma sürecine de katmıştır.  Henry James, Joyce, Proust vb. Belirgin örnekler sunacaktır. Her ne kadar, gerçeği anlatma, yerini sosyalist gerçekliğe doğru evrilse ve yirminci asrın ilk yarısında yazarlarda bir önceki asrın gerçekliğini “zamanın ruhu”ndan değil ideolojik ısrarla devam ettirse de, romanın genel gidişatında anlatıcı çok değişiklikler geçirmiştir. İlgin bir şekilde, bizzat anlatıcının gerçekliği, güvenirliği tartışma konusu  yapılmış, Zülfü Livaneli de bunun güzel bir örneğini Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm’de vermiştir. 
Takvim, zaman, zaman tüneli temaları  ile yazılan eserler ve yapılan filmlerde ortak nokta, bugün için de geçerli olan bir konuya eğilmektir:  Tarih 2009 olsa da her insan her ülke her medeniyet takvimdeki tarihi, o tarihte var olsa da yaşamaz.  EY mitolojisinde Gaia mekanı temsil ederken, Uranus, sonra Kronos (zaman) ve ona hükmederek başa geçen Zeus, hem zamana hem mekana hükmetmedi tanrısal gücü temsil eder. Bu nedenle, artık tarih Zeus’le başlayan bri süreçtir.  Gaia ve Kronos kaybolmuştur.  EY kültüründe “Atlantis” efsanesine yapıln atıflar, o dönemin mutsuzluklarını, idealize edilen bir eski dönemle karşılaştırmak ve mazi ile farklardan yola çıkarak hale dair yorumlar yapmaktadır. Altın çağ artık geride kalmıştır.  Nitekim, bu algılamayı Ovid’in tarih dönemlerinde bakışında da görmek mümkündür.  Kendi döneminin insanlarını bronz nesile  benzetir Ovid.   Zaman kavramındaki sıfır medeniyet noktaları, milatlar oluşturmak suretiyle dış “kültür” etkilerinden tamamen uzaklaşarak insanı doğa laboratuarındaki potansiyelini ölçmek isteyen eserler yazıldı, filmler yapıldı.  Özellikle Endülüs’ün yok edilmesi ve Amerika’nın keşfinden sonra, yeniden olma, yeniden başlama denemelerinin edebiyat eserlerine yansıdığı açıktır.  Oroonoko, Robinson Crusoe, Gulliver’s Travels, Tarzan, Lord of the Flies, Brave New World ve daha niceleri.
Daha önceki ütopyaların aksine, belki kutsal kitaplarda ki Aden Cenneti ve Cennet haricinde, Amerika’nın keşfi, yeni bir başlangıç temasını ilham olarak dünyaya sunarken, Amerikan kimliğine dair kimi teorilerin de temel dayanağı oldu.  Tarihçi Turner, “Amerikalı” yı,  “Amerika toprağı”nın oluşturduğu bir kimlikle tanımlarken (Frontier=Serhat), Creveccoeur’un coşkuyla ilan ettiği bu “yeni adamı”ı yine onun hatasını tekraren, Avrupa’dan miras aldıkları ön yargıları “geride bırakmış,“ yeni kıtada oluşmuş yepyeni bir kimlik olarak tanıtarak, zamanında kabul görmüş bir yanlışlığa imza atmıştır.  Halbuki, üstündeki giysilerden yanlarında getirdikleri alet ve tohumlara kadar buram buram kokan bir Eski Dünya vardı.  Robinson’un çıktığı adadaki hayatında en önemli unsurlar da, sık sık okuduğu Tevrat ve zaman fikri, gemiden kurtardığı, alet edevat, silah ve cephanedir.  Nuh’un gemisi ne kadar, eski dünya ile yeniden kurulan dünyayı birbirine daha minyatür boyutta da olsa bağlıyorsa, Robinson’un adadaki  hayatında da eski dünyayı hem ona dair teknoloji hem de onları kullanma bilgisine kadar bir sürü unsur vardır.  Belki onların başında da onu adanın en yüksek tepesine çıkıp “Ben adanın kralıyım” demesi ve Cuma ile ilişkisinde kurmak istediği paradigmadır: efendi ve köle ilişkisi. Bu açıdan Robinson için milad, gemisinin harab olmasından sonra adaya çıkışıyla başlar, adadan ayrılması, tekrar ama yeni biri olarak İngiltere’ye dönmesi de bir başka miladı ifade eder.
Her milad oluşturma isteği yeniden olmak isteği ve temelde oldurmaya yönelik bir ideolojik temayülü içerir.  Tarihin merkezine inmeyi değil, onu yeniden oluşturmak suretiyle, ta başına kendini koymak suretiyle, öncekinin reddini, silinmesini, hafızalardan ve tarihten “eski” ve “kokuşmuş”lar çöpüne atmayı  murat ederken, yeni miladı tek milad, bir “tabula rasa,”  tertemiz milad olarak görmek ister. “Milad”ın anlamının doğum zamanını ifade etmesi de yeni doğan bebekle özdeşleşen masumiyet ve temizlikle birleşir, milletlerin tarihindeki takvim değişiklikleri, kişilerin hayatlarında sorgu dönemleri tevbe anları ve Hac gibi ibadetlerin, “hidayete erme,” “ışığı bulma,” “yeniden doğma,”  “uyanış”  mantığının arkaplanını ifade eder. Kültür ve edebiyat  tarihi boyunca “uyku ve uykudan uyanış” teması her insana aşina gelen bir eylem, ama aynı derecede çarpıcı gelen sembolik çağrışımlarıyla,  sık rastlanan bir  anlatı mecazı olarak ortaya çıkar.  Özellikle felsefi, dini ve ideolojik devrim ve dönüşümlerin, kişisel değişimlerin, ihtida ve irtidat hadiselerinin, kimlik değişiklerinin, yani bir gerçek silsilesinden, bir ruh ve bilinç alanından diğerine  geçişin ya da intikalin olduğu anı ifade etmek için kullanılır.  Her inanç sistemi genel anlamıyla bir ideo-(=fikir sistemi) loji(=logos=söylem ve mantık silsilesi) olarak algılandığı için, A ideolojisi bir uyumayı ondan B ideolojisine geçiş ise uyanışı ifade edebilir.  Tersi de aynı derecede doğru olabilir. Uyanış illa boş, amaçsız ve “ideal” olmayandan gaye yüklü, hedefe yönelik ve ülkü eksenli bir anlayışa terfi anlamına gelmez.  Bakış açısının derinlik ve sabitliğine göre aynı tür bir dönüşüm bir tür tenzili de ifade edebilir. 
Ayrıca insanın tercihleri kendince daha uygun ve daha hayırlı saydığı yönde olacağı için bu tercih, süreç-sonuç değerlendirmesi bir yana ister vehim isterse fehim olsun veya uykudan uyanışa olduğu kadar bir uykudan diğerine geçiş anlamında olsun, iyi kabul edilmesi gereken bir durumdur.    Mesela bir hristiyanın ihtida etmesi müslümanların zaviyesinden bir teşerrüf ve terfi hadisesidir.  Öte yandan  irtidat eden bir  müslüman (diyelim ki hristiyan olsun) bir tenzil ile tezelzül (zillete düşme) ile muhatap olmuştur. Bu tür dönüşümlerin farklı tezahürleri olabilir elbette.  Öte yandan kimi ateistler de o zamana kadar var olduğuna inandığı bütün değerleri inkar sürecinin sarhoşluğu ile kendini bütün değerlerin üstünde, onlara müstehzi edayla “gafiller, siz hala uyumaya devam edin bakalım!” tavrıyla  kendini mutlu hissedebilir.  İnanma onun için esareti ifade ederken, inanan için mutluluk ve hatta hürriyetin temel unsuru olabilir.  Aynı ateist bir değer silsilesini inkar etmekle Allah’dan bağımsız bir düşünce sistemi içine girdiğini, artık “dehasıyla” her sınırı aşıp, bütün engelleri tepelediğini düşünürken, bizzat bir başka insanın inşa ettiği zihin ve kelam mahpesine kendini gönüllü zincirlemiş de olabilir.  Şeytan’ın Avukatı filminde Lucifer’in kendini Tanrı ile rekabette ve özgürlükçü olarak tanıtması buna delalet eder.  Her özgürlük bir limandan hürriyetle kopmayı ve bir başka limana esareti simgelemektedir. Her özgürlük bir sapmayı ifade eder I’ ya da dan L’ye U’ya veya Y’ye kadar değişen tarzda sapmaların hepsi kendi içinde özgürlükle beraber çizginin doğrusallığından ayrılan. Her sapmanın kendince sıkıntıları ve hazları da kendi iç dinamikleriyle avunur.
Schaeffer’in Equus adlı oyununun Türkiye’de solun sahiplenmesi, tercüme etmesi, sahnelemesi ve izlemesi, aslında oyundaki Hristiyan öğretilerine kindar bir intikam duygusuyla İsa’yı temsil eden atı kör ederek yaklaşan Oedipal “kahramanı” çok sevmeleri ya da Hristiyanlığın bugün kafası çalışan kendi mensuplarını da tatmin etmekten uzak doktrinleri değildi. Doğrudan yapamadıklarını özelde İslam’a genelde dini vurma işini, gölge oyunu taktikleri ve “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” şeklinde formülleştirilen, şarka özgü dolaylı stratejinin Batıcı müsteşrikçe yorumlamasıydı.  Bu şekilde bir bağımsızlık anıtı dikmişlerdi kendilerince, ama aynı sol (eğer oyunun çağrışımlarını anlayacak kadar zaman olduysa) Marksçı ya da Marksça sistemleri hiçbir zihinsel, kültürel filtreye tabi tutmadan kırkbayırda beklemeye alırlardı.  Ama Türkiye’dir burası, eski Yunan tiyatrosundaki gibi maskelerle çıkılır sahneye.  Ve “dünya bir tiyatrodur...”  İdea’nın kalkıp “logos” zihin cambazlığına dönüştüğü post-modern, ama pre-mortem.  Silinen hafızalar ve silinen tarih, formatlanan ve yeniden matrikslere oturtulup yeniden yazılan kültür.  Fecr-i kazible uyanan, ama fecr-i sadıkla “bu da yalan” diye uykuya dalan kültür.  Devrim, yeni bir tarih, yeni bir olma yeniden doğma ümidi olarak kaldı. Yeryüzündeki cennete ramak kala, cennetten kuraklık haberleri peyda etmişti.  Equus’la sol kesimin Türkiye’de yapmak istediğini, Minyeli Abdulllah isimli romanla da Hekimoğlu İsmail yapmıştır.  Dini inançlarından dolayı baskı çeken Abdullah başka mekanda ve başka adla ifade ediliyor olsa da, aslında Necp Fazıl’ın Din Mazlumları adlı eserindeki temanın kurgu diliyle anlatımından ibarettir.  Türkiye de iki kabilenin de hakim görünen kabileye ve rakip kabilelere olan tavrı hep bu tür bir kriptik, mecazi dil ve anlatımla çağrıştırma yoluyla olmuştur.  Alman işgali sırasında, EY’da yazılan Sophocles’in yazdığı bir eserin, hakkının gasbedildiğine inanan ve bu uğurda mücadele veren kahramanın adıyla (Antigone, Jean Anouilh) anılmasının nedeni, sansür ya da cezaya maruz kalmadan bir “mesaj” vermektir. 
Bu mesaj, Hamlet’te  Hamlet’in, babasının katili olduğunu düşündüğü  amcasının gerçekten katil olup olmadığı anlamak için bir oyuncu grubuna suikast sahnesini oynatması gibidir.  Amcası oyunu izlemekte ve oyunun kendini anlattığını bilmektedir, ama en ufak bir kızgınlık itiraf niteliği taşıyacaktır.  Bu nedenle susması ve sukunetle oyunu izlemesi ve kendi de dolaylı yoldan buna karşı önlem almalıdır.  Öyle de yapar, Amca-Kral Claudius Hamlet’i sürgüne gönderir.  Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal de bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre’yi yazdığında hafi dille zahiri oyununu yazmıştır.  Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiş olan oyun,  Namık Kemal Mağusa’da sürgündeyken yazdığı Gülnihal’de baskıya ve zulme karşı duyduğu tepkiyi dramatik bir biçimde dile getirmiştir.  Oyunun sahnelenmesinde pek çok bölüm sansür tarafından çıkarılmıştır. Namık Kemal Kıbrıs Mağusa’da sürgün günlerini geçirdiği zamanlarda diyet öder ve bir yandan Moğollar’a karşı İslam dünyasını koruyan Celaleddin Harzemşah’ın kişiliği çevresinde gelişen İslam Birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergileyen eserinin yazar.  Olmaklığın oldurmak için çabası.
Okyanusya toplumu, Büyük Biraderin her şeye gücünün yettiğine ve Partinin değişmezliği inancına dayanır. Ama bu inançların aslı yoktur ve bu nedenle olayları ele alırken, Parti üyesi, bir an bile gevşemeyen bir koşullara uyma yeteneğine gereksinim gösterir. Burada yol gösterici, siyah-beyaz sözcüğüdür. Tüm Yenikonuş sözcükleri gibi, bu da iki karşıt anlamı içermektedir.

Düşmana uygulandığı zaman apaçık gerçeklere karşın, siyahın beyaz olduğunu öne sürmektir.

Bir Parti üyesine uygulandığı zamansa, Parti disiplini gerektirdiği için, bağlılıkla siyaha beyaz diyebilmek anlamını taşır. Aynı zamanda, siyahın beyaz olduğuna gerçekten inanma yeteneğidir, daha da ötede, siyahın beyaz olduğunu bilmek ve sonra karşıtına inandığını unutmak, demektir.

Bu, geçmişin sürekli değiştirilmesini gerektirir. Bu da, Yenikonuşta çiftdüşün adı verilen ve her şeyi içeren bir düşünce sistemiyle sağlanmıştır.

Geçmişin değiştirilmesi için iki neden vardır; bunların birincisi, yardımcı, yani, önlemsel niteliktedir.

Yardımcı neden, Parti üyesinin de, proleter gibi, eşleştirmeye yönelik olmasıdır. Atalarından daha iyi durumda olduğuna ve ortalama yaşama düzeylerinin yükseldiğine inanması için, öteki ülkelerle olduğu gibi, geçmişle de ilgisi kesilmelidir. Ama geçmişin değiştirilmesi için çok daha önemli bir neden, Partinin yanlış yapmayacağı savıdır. Parti tahminlerinin hep doğru çıktığını göstermek için, bütün söylevlerin, istatistiklerin ve her türlü kayıtın sürekli değiştirilmesi gerekir. Bunun yanı sıra, öğretide bir değişiklik onaylanmaz. Çünkü birinin düşüncesini hatta siyasetini değiştirmesi, zayıflığını açığa vurması demektir.

Örneğin, eğer Avrasya ya da Doğu Asya (hangisi olursa) bugün düşmansa, hep düşman olmuş olması gerekir.

Eğer olaylar tersini gösteriyorsa, olaylar değiştirilmelidir.

Bu nedenle tarih sürekli yeniden yazılmaktadır.

Geçmişin günden güne değiştirilmesi, Doğruluk Bakanlığı tarafından yazılır ve bu düzenin dengede kalması için, Sevgi Bakanlığı tarafından yürütülen baskı ve casusluk etkinlikleri kadar önem taşır. Geçmişin değişebilirliği, İngsos'un temel ilkelerindendir. Geçmiş olayların, nesnel gerçekliğinin olmadığı, yalnızca yazılı kayıtlarda ve insan belleğinde yaşayabileceği kabul edilir. Geçmiş kayıtlar ve insan belleği nede birleşiyorsa, gerçek odur. Parti tüm kayıtları ve üyelerinin belleklerini denetim altında bulundurduğu için, geçmişe de istediği biçimi verebilir. Her ne kadar geçmiş değiştirilebilirse bile, ortada değişmiş olduğu düşünülen bir olay yoktur. Çünkü istenilen anda yeni biçimine sokulan geçmiş, yürürlüktedir, ondan önce başka bir geçmiş varolmuş olamaz.

Birçok kereler olduğu gibi, aynı olay bir yıl süresince defalarca değiştirilebilir. Parti her zaman mutlak gerçeği bilir, o halde mutlak gerçeğin şimdikinden farklı olamayacağı açıktır. Görüldüğü gibi, geçmişin denetlenmesi, belleğin eğitilmesi üzerine kurulmuştur. Yazılı kayıtları, o anki durumlara uydurmak, yalnızca mekanik bir işlemdir.

Ancak, olayların istenildiği biçimde geliştiğini hatırlamak da gerekir. İnsanın anılarını yeniden düzene soktuktan ya da yazılı kayıtları değiştirdikten sonra yapılmış olan bu işlemler de unutulmalıdır. Bunun için belirli bir düşünce tekniği gerekir. Bu, Parti üyelerinin çoğunun ve hele, bağnaz oldukları kadar akıllı olanların öğrendikleri bir şeydir. Eski dilde buna 'gerçeğin denetlenmesi' adı verilir. Yenikonuşta ise çiftdü-şün denir.

Çiftdüşün başka şeyleri de kapsar.

Çiftdüşün insanın iki çelişik düşünceyi aynı anda kabullenmesidir. Parti aydını, anılarının hangi yönde değiştirilmesi gerektiğini bilir; bu nedenle gerçekle oynadığını da bilir. Çiftdüşün yöntemiyle, gerçeğin zedelenmediğine kendini inandırır. Bu işlem bilinçli yapılmalıdır, yoksa kesinliğini yitirir; ama aynı zamanda bilinçsiz de olmalıdır, yoksa bir düzenbazlık ve dolayısıyla bir suçluluk duygusu uyandırır.

Çiftdüşün, İngsos ilkelerinin püf noktasıdır, çünkü Partinin temel işlevi, tam bir dürüstlük taşıyan amacın yıkılmasını önlemek için bilinçli yanılmayı kullanmaktır. Bile bile söylenen yalanlara yürekten inanmak, zararlı görülmeye başlanan bir gerçeği unutmak, nesnel gerçeklerin varlığını yadsırken bu gerçekleri sürekli göz önünde bulundurmak, gerekli şeylerdir.

Çiftdüşün sözcüğünün kullanımı bile, çiftdüşün'ü gerektirir.

Bu sözcüğü kullanmakla, insan gerçekleri zedelediğini kabullenmektedir, yeni bir çiftdüşün'le, bu, kafadan silinir. Bitip tükenmeksizin süren bu işlem yardımıyla gerçek, sürekli geride bırakılmaktadır. Parti çiftdüşün yardımıyla tarihi durdurmak olanağını bulmuştur, belki daha binlerce yıl, bunu başarıyla sürdürecektir.

1984 - George Orwell


0 comments:

Post a Comment