rss
email
twitter
facebook

Monday, November 23, 2009

GUNLERDEN 17 NİSAN SAAT 12.12

Günlerden 17 Nisan 1991.
Günlerden 17 Nisan 1991’di.  Tam tamına 16 Nisanı onyediye bağlayan gece.  Saat 12:12.
 Sivas’ta Cumhuriyet Üniversite’sinin o zamanlar şehir içinde olan ve bakınca insanın içini karartan bir Tıp Fakültesi Hastanesinin dördüncü katında bir adam bekliyordu saatlerdir.  Öğleden beri yemek de yememişti.  Eşi hamileydi ve ultrasound vasıtasıyla cinsiyetini aylarca önce öğrendiği çocuğunun doğmasını bekliyordu.  Eşi doğum odasında artıp azalan doğum sancıları ile muztarip bir halde.  Onun yanına gidiyor arada, ve üzerine doktorların örttüğü yeşil ameliyathane örtüsüne bakarak “tipine gitmemiş bu renk,” diyor, “bu adamlar daha iyi bir dizayn renkte birşey bulamadılar mı?”  Eşi sırtüstü vaziyette yüzü buruşmuş ve adamın bu sözlerine once anlam vermeye çalışarak dinleme çabasında, sonra matraklığın yansıması yüzünde hayal meyal.  Zorla gülümsemeye çalışıyor.  Sanki “bu lafların sırası mı?” dercesine. 
Adam dışarı çıkıyor sancı odasından.  O zamanlar hastanede sigara içilebilen yerler var.  Koridordaki banklardan birine oturuyor ve bir sigara yakıyor:  Tekel 2000.  Ne güzel sigaraydı o zamanlar.  Belki hala güzel, ama ağız tadı değil mi herşeye anlam veren tad katan.  Sigarayı somururcasına içerken, adeta o da sancı çekiyor. Eşini doğum odasına alıyorlar. Zaman yaklaştı.  O anda bir şey yapamamanın, çaresizliğin verdiği yoğun duygu ve duygusuzluk arasında bir yerde sarkaca dönüşen yüreği ve kafası.  Sonra hastane kantininden kraker türü birşeyler alıyor.  Maksadı karnını doyurmak değil, sigara altı yapmak.  Sonra gene aynı banka oturup bir sigara daha yakıyor.  Saat gecenin 12 suları.  Adam yalnız, eşi yalnız.  Dur bir dakika hayır o yalnız değil, yavrusu var karnında.  Doğacak yavrusunun neye benzediğine olan merakı ile, doğum sancıları arasında bir telaş ve heyecan.  Arada sancılarını unutuyor. Bir bayramın akşamı akşamlardan, ramazan bayramı ve nöbetçi doktorlar haricinde hastanenin büyük kısmı izne çıkmış. Ve saat 12 yi 12 geçe, baba doğum odasından gelen sesi duyuyor.  Elindeki sigarayı o kocaman küllükte söndürmeye vakir kalmadan, kendini doğum odasının kapısında buluyor.  Sonra volta atıyor biraz orda.  Adamın en itaatkar anları o anlar belki.  Kapıyı birileri açmadan içeri girmiyor.  Sonra kapı açılıyor ve hemşire adama kundağa benzer beyaz örtüler içinde yavrusunu gösteriyor.  Yavrunun gözleri kapalı hala.  Alnının ortasında bir kırmızılık var, yüzü bembeyaz kartopu.  Ağlaması olmadığı için doktorlar telaşa kapılıyorlar içerde.  Doğanların kimi ağlıyor kimi ağlatıyor.  Kimi hem ağlıyor hem ağlatıyor ya!  Adamın gözlerinde biraz beklentinin sıkıntısı, biraz o yaşta üstüne aldığı yeni sorumluluğun ağırlığı, belki de anlamını hala bilemediği bir büyük sevincin belli belirsiz heyecanı ile, gözlerinde damlalar beliriyor.  Sanki toz kaçmış gözlerine.  Annesinin vefatını öğrenince belki şok etkisi ile ağlamayan adam, ağlıyor muydu oksa.  Yoksa gözüne toz mu kaçmıştı? 
Hemşiren yavrusunu emanet alırken, Allah’ın emanetinin ağırlığıydı belki sevincine katık olan göz yaşları.  Nasıl tutacağını bilemeyen adama hemşire akıl veriyor: “Başını ve omzunu dikkatli tutmanız lazım!” Ve adam kucağına alarak hafifçe bağrına basıyor emanetini.  Hayatında az ağlayan adam.  Sıkıntısı olunca içinin da derinliklerindeki zindanlara hapseden adam, ağlıyordu.  Anlaşılan bir eşiği aşmıştı hayatında.  Sonra yüzünde gülücüklerle kucağındaki yavrusunu hasta odalarından birine götürüyor.  Orda kalan bir başkası var, yeni doğum yapmış bir kadın.
Adam 3.7 kilo doğan yavrusunu korku ve rikkatle girişin sol yanındaki yatağa yatırıyor.  Kolunun biri yavrunun altında kalıyor şaşkınlığından.  Usulca ve incitmeden zatan kapalı olan gözü açılır endişesiyle kolunu santim hesabıyla döşeğe bastırarak çıkarıyor.  Sonra ezan ve kamet okuyor. “Yavrum!” diye içinden fışkırarcasına çıkan sevgisinin sıcaklığıyla, minicik yavrunun minicik dudaklarından öpüyor.  O da ne gözleri kapalı bebek babasının busesiyle hafifçe kafasını kaldırarak muhtemelen annesinden beslenme içgüdüsüyle cevap veriyor.  Yandaki bebeğine günlerdir süt vermekte  zorluk çeken kadın, şaşkına dönüyor yavrunun bu hareketi karşısında.  Doğumu yaptıran doctor bunu çocuğun “Kayserili” kökenlerine bağlıyor.  Açıkgöz Kayserili…
Sonra annesi geliyor çocuğun sedye ile.  Ve usulca uzanıyor yanına.  Allah’dan  sonra en yaratıcı ve onun inayeti ile “yaratma”ya dönüşen doğumun verdiği sıkıntı, halsizlik ve mutluluk yüzünde.  Erkeklerin kadınlarda ne kadar kıskansa eline geçiremeyeği doğurma gücünün timsali, fiziki olarak güçlü olduğunu sanan erkeklerin dayanması fiziken mümkün olmayan bir güçle doğuran kadın.  Öylesine uzanıyor yavrusunun yanına. Nasıl bir duygu kimbilir, yarım saat önce rahminde ve rahminin güvencesi ve sığınaklığından ayrılan yavrusunu yanında görmek.  Ona dokunabilmek. Hissedebilmek.  Daha once karnında ufak hareketlerine, tepinmelerine, belki muhayyilenin aldatması ile eline dokunduğu vehmettiği yavrunun ellerine gerçekten dokunabilmek, bir badem kadar ancak olan dudaklarına parmağını dokundurmak ve yavrusunun “acıktım artık hadiii” dercesine çıkardığı seslerini bir bülbülün şakımasını denk ahenk ve coşkuyla cevap vermek.  Artık sığınağından çıkan yavruyu yeniden sevgisinin yumağına bürümek.  “Örtün beni beni örtün beni!” diyen yüce peygamberinkine benzer tavırda, örtünmek melekler gibi.  Rahimden rahmete merhamete dönüşen yeni sığınağın tadına varmaktadır artık yavru.  Babanın eve gitmesi lazım artık.  Eşine bakarak gözleriyle konuşur. Sonra yavrusuna bakar, eğilip koklar, burcu burcu kokular burnundadır, burnundan beynine, yüreğinin en derinlerine işleyen yavrusunun kokusu.  Ey İbrahim ey İbrahim.  Seni sadece okumak değil yaşamak da varmış hayatta. Ve ey Hacer, “su su…!” diyen yavrununu suyunu bulamayınca, göğüslerinde kuyular açmak isteyeceğin aklıma geldi.
Ve adam evinde. Ev sessiz anlamsız.  Yabancı.  O güzelim kitaplar da neden suskun duruyor bu gece!  Dillerine biber süren mi var?  Yoksa kendi aralarında konuşmaktan, içeri giren bu yabancıyı farketmediler mi?  O adam ki, onlarla konuşmak için, cebindekini boşaltmaktan hiç çekinmez ve tek başına olmasınlar diye de onları kardeşlerinden ayırmak istemezcesine kucak dolusu alırdı kitapçıdan ve her taşınma da “başımın belaları!” derdi onlara.  Sonra yerleştirdikçe birbir raflara, her biri yeniden ciltlerini açardı kucaklarını acar gibi.  Sonra her mevsimde yaprak açarlardı.  Yaprak yaprak koklardı adam onları.  Selüloz kokusu rayihaların en güzeliydi. Hele raftaki çiçeklerin herbiri kendi kokusunu diğerleriyle yarışırcasına ortaya saldıkça.  Yanlarına yaklaşınca hissettiği koku da gitmişti şu an adeta.  Nem vardı biraz, nemli bakıyordular ve sessiz.
Nice saatler daldığı uyku ile uyanıklık arası halden uyandığında adam, sabahın erken saatleriydi.  Kalktı, adeti değildi ama fırına gitmek geldi içinden.  Sıcacık bir somun çekiyordu canı.  Bakkalı beklemeye sabrı da yoktu.  Sivasın soğuğunda burnunu tutarak, ama somunun sıcaklığını içindeki sıcaklığa katık edercesine  eve dönerken, Neco’nun bir şarkısı geldi aklına: “Mutluluk.”  Sevmezdi bu adamı aslında, biraz yavan bulurdu, cıvık bulurdu, ama o sabah diline dolanmıştı bu şarkı.  Eve girdiğinde farkına vardı, o eve “ekmek getiren” bir babaydı.  Her baba gibi, ama o yeni babaydı.  Ve her yeni baba da babalık ayrı bir anlam kazanıyordu.
Somunu soğutmadan kahvaltısını yapmaya çalıştı adam.  Ama katık istemiyordu canı. Biraz böldü somundan eliyle ağzına götürdü.  Çiğnemeye başladı, ama sanki lokma ağzında sakız olmuştu.  Bir türlü yutkunup midesine itemiyordu. Baktı olmayacak, sadece demli çayla kahvaltıya fit oldu adam.  Sonra Nüfüs dairesinin yolunun tutu.  Bereket o gün kuyruk yoktu pek. Yarım saat sonra sıra ona geldi. 
“Çocuğum oldu da kaydettirmek istiyorum nüfusa.”  Dediklerine yabancı gibiydi. 
“Doğum belgeleri yanınızda mı” dedi aksi bir nüfus memuru.
“Hayır, ama getirebilirim hemen”
Sonra tekrar hastaneye yöneldi adam.  Eşini ve yavrusunu gördü.  Doğum belgesini alarak tekrar Nüfus dairesine döndü.  Öğleye doğruydu, bu sefer beklemesi gerekmedi.
“Buyrun ”
“Çocuğunuzun adını kaydededem”
“Neden”
“Bu yasak isimler arasında, Türkçe değil”
“Ne demek yasak isim, ne demek Türkçe değil?”
“Elimdeki listed geçiyor.”
“Bak kardeşim.  Elindeki listedE ne var bilmem, ama ben çocuğumun adını “ASENA” koymak istiyorum.  O kadar!
“Ama beyfendi, o zaman size mahkemeye vermemiz gerekecek!”
“Siz isim hanesine “Asena” yazın.  Sonra isterseniz mahkemeye verin.  Önemli değil.  Ben öyle istiyorum.”
“Çattık belaya” dercesine homurdandı adam.  “Tamam gerisi siz kalmış.  Benden günah gitti!”
Ve Asena en büyük mutluluğu oldu adamın ondan sonra. En Ufak bir ağlaması, gazlanması, gazlanınca sıkıntılanması ona acıların en büyüğü ve onu çaresiz bırakan tek şey.  Babasını en mutlu ve  en mutsuz insan yapabilmeyi sırf varlığıyla becerebilen insan Asena.  RABBİM SANA NİCE HAYIRLI MUTLU UMUTLU BAŞARILI YILLAR NASİP ETSİN! YAR VE YARDIMCIN OLSUN. Yavrum Ergenekon’dan çıkma zamanı geldi.  Seni seviyorum.  Seni seviyorum.  Seni seviyorum.! Babiş.

0 comments:

Post a Comment