rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

KISKANÇLIK ÜZERİNE

Kıskançlık Üzerine
Üstad Neşet Ertaş’ın bir sevgiliye duyulan kıskançlığın türlerini ve derinliğini  ifade eden “Mühür Gözlüm” türküsünü herkes dinlemiştir.  Hem bestesi  hem de güftesiyle en güzel türkülerden biridir.  Neşet Ertaş, “el”den, havadaki turnalardan, yağan kardan, su içilen kurnalardan, giyinilen urbalardan, beşikte yatan yavrudan bile bir sevenin sevdiğini kıskanma halini ifade ederken, sadece Türk şiir ve müziğinde değil, dünya çapında bir sade ve güçlü anlatımla, kıskanma duygusununun estetik yansımasını,  duygusal bir kıskaca dönüşmesini anlatmaktadır.   İnsan duygularının belki de en güçlüsü kıskançlıktır.  Çünkü kıskançlık içinde hem nefreti  hem de aşkı barındıran bir yapıya sahip olup öfkenin tüm katmanlarını da yan etki olarak ortaya koyar. Ardından intikam ve yok etme duygusuna dönüşebilir.  Bu bizzat kıskanılan kişi ya da özellikleri ya da şeye veya o şeyim özelliklerin yönelen bir intikam duygusu da olabilir.  İnsan neyi ya da kimi kıskanır?  Neden kıskanır?  Ne kadar kıskanır?  Kıskanmak ne kadar sahiplenme ne kadar mülk edinmeyi  temsil eder?   Cevapları çok zor ve o kadar da basit olan sorular bunlar.  Bunların cevaplarını da biraz toplumsal, kültürel, ama epey de fıtri unsurlar ortaya koyuyor.  Mesela kişiler temelinde olduğu kadar, milletler açısından da kıskançlık konusu  değerler de vardır. 
 Hem dini hem seküler literatürde, kıskançlık hakkında hikayeler, hikmetler, hükümler zikredilmiştir. Aristo’dan Gazali’ye, onlardan modern çağ düşünürlerine kadar bir entellektüel tayfın varlığı “Kıskançlık kültürel midir? Yoksa “evrensel midir?” konusunu karmaşık argümanlarla beslemektedir.   Sokolof 'a göre "Kıskançlık, insanın en az bilinen duygusu ve üzerinde en az konuşulan davranışıdır. Bir muammadır."  Descartes ise, "Kıskançlık, sahip olduklarını koruma isteğinden kaynaklanan bir tür korkudur." diyor.  Her insanda az veya çok kıskançlık duygusu vardır.  Karşısındakini ya sevgiden dolayı, ya da ona çok gördüklerinden dolayı ya da "sende var bende niçin yok" diye kıskanır insanlar.  Bir başka ifadeyle, genelde insanlar, birini ya da bir şeyi, ya kendinde az olduğunu ya olmadığını düşündüğü özellikler, güzelliklerden, güçlerinden dolayı kıskanırlar. Buna kendinde olduğunu düşündüğü şeyleri kaybetme korkusunu da eklemek lazımdır.  “Ya benimsim, ya toprağın”  tarzının arkasında olan, sahiplenme, mülk edinme hissinden başkası değildir.  Romantik kıskanmaların özünde yatan budur.  Farklı yorumlarına rağmen, Tevrat ve Kur’andaki Yusuf ve Züleyha hikayesi, Euripides’İn Hippolytus adlı trajedisi ve Racine’nin Phedre gibi eserler bu duygunun farklı zamanlar ve kültürlerdeki yansımalarını anlatmaktadır.  Bunu oyuncağı elinden alınan çocukta da görmek mümkündür, sevgilisini aradaki problemlerden değil, üçüncü şahıslar cihetinde kaybetme korkusu yaşayanlarda da.  O noktada “kaybetmek” ten gelen sancı değil, asıl olan “başkasına kaptırma” duygusudur hakim olan.  Sonuçta, sevgi ve beğeni alanından çok bir sevilmeme, beğenilmeme hissi ve iktidar kaybı hissidir.  İkisi arasında da çok fark vardır.  Rekabetle gelen öfke çoktan sevginin huzurundan uzaklaşmış, öfkenin ateşine kaptırmıştır kendini.  
Hayattaki mutluluk ve mutsuzlukların özünde farkındalıklar yatar. Anlamını kazanma ve anlamını kaybetme farkındalıkla olan süreçlerdir.  Kıskançlık da böyledir.  Kıskanan kişi, temelde kıskandığında gördüklerinin kendinde neden olmadığının farkındalığı sonucu öfkeye kapılmaktadır.  Daha önce belki farkına varmadığı, hissetmediği, ya da kendine hissettirilmeyen eksiklik hissi, insanda ayağının altından değil hal yeryüzünün kayması gibi bir etki yaparak, özgüven hissinin yitmesine, ya da öfke ile özgüveni intikam alma hissine itebilir.  İnsanların eşit olmadığı, olmayacağı mantığını zaten kabullenmek bir yana, bu eşitsizliğinin adaletsizlik olarak algılanması ve buna isyanı da içeren bir duygudur bu. Bu açıdan, sözkonusu olan aslında sevgi değil, kaybetme endişesi ve hükmetme psikozudur.  Temelde sahiplenme ve hatta aidiyet ötesi bir mülkiyet anlayışını barındıran bu anlayış, parçalanmışlık hissiyle tamamen irrasyonel bir zihin kilitlenmesine yol açabilir.  Fatal Attraction bu durumu en iyi anlatan yapımlardan biri olmuştur.
   İnsan-insan, insan-eşya, insan-hayvan arasında farklı özellik ve “üstünlük”lerden dolayı kıskanmalar olduğu gibi, kendi kudret alanına başkasının girmemesi, başkalarına kendinden fazla itibar edilmesi anlamında Tanrı-insan cihetinde de bu tür kıskançlıklar olabilir.  Burda kültürlerin insanı ve Tanrıyı nasıl algıladığı da önem kazanmaktadır.  Tevrat’taki Tanrı Yahova’nın da “kıskanç bir Tanrı olduğunu ifade etmesi” ve sadece kendini tanınması yönünde bir telkinde bulunması, aslında öte yandan 12 yahudi kabilesinin zamanla birleşik krallık haline dönüşürken totemik özellikleri olan Tanrıları bir anlamda kendi şahsı ve kendine tapınan kabile nezdinde bire indirmek suretiyle ve fakat tüm yahudi kabilelerinin Tanrısı olurken, öte yandan hala sadece yahudilerin Tanrısı olarak kalması da bir başka boyut katmaktadır bu duyguya.  Ayrıca hem yahudi hem de Greko-Latin (GL) geleneklerinde Tanrıların (ve Tanrıçaların), insan suretinde algılanmaları sonucunda ortaya çıkan insanbiçimsel özellikleri de bariz olarak ortaya çıkmaktadır.  Hatta Eski Yunanda (EY) aslında Truva Savaşının temelinde olduğu varsayılan Helen efsanesi, yine önceleri Tanrıçalar ve bir ölümlü arasında yapılan kimin daha güzel olduğunu belirleyen seçimde Paris, Eski Yunandaki yeryüzündelik boyutundaki güzelliği ortaya koyarken, Tanrıçaları kızdırmış ve müteakip sorunlara yol açmıştır.  Kozmos (güzellik) kelimesini evreni adlandırmada kullanan EY, aynı zamanda güzelliğin kaynağından çok İlahi saydıkları ile ölümlüler arasında bir rekabeti tahayyül etmiştir. Batı geleneğindeki güzellik  yarışmasının ilki ve rekabet ve ardından gelen maşeri savaş böyle başlar.  EY kafasında  Athena ve Hera’nın denizleri köpürten öfkeleri o meşhur Truva Savaşının özündeki tetikleme unsuru olmuştur.  Helen kazanır, ama EY kafasındaki algı gereği, bir “kadın yüzünden”  nice şehirler yok olur ve nice erkek erkek ölecek, kadınlar çocuklar acı çekecektir.  Pandora efsanesi ile birleşince EY kafasındaki kadının yeri daha onaylanmış bir veri olarak asırlarca devam edecektir. Tabii onlarla beraber de gelişen yeni kıskançlıkların türleri. 
EY’daki kıskançlık türleri sadece güzellikle ve sadece kadınlar arasında değil tabiiki.  Erkekler arasındaki kıskançlıklar da sözkonusu ve güç-iktidar ilişkisi bağlamında ortaya çıkıyor.  Tanrılar ve Tanrıçalar arasındaki kıskanmalar ve kendileri doğrudan mücadele edemedikleri için insanlar üzerinden bu mücadeleleri sürdürmeleri hakim bir var.  Daha önemlisi, Zeus’un baş Tanrı olarak ortaya çıkması da aslında böyle bir duruma işaret ediyor.  Kainatın nasıl yaratıldığını anlatan Hesiod’un M.Ö 9. asırda kaleme aldığı Theogony isimli eser, Tabiat Ana Gaia ve önce Uranos sonra Kronos/zaman arasındaki patriyarkal hükümranlık  unsurlarını başlatırken, mücadele Kronos’un Gaia’ya ya da matriyarkal düzene üstünlüğü ile biter.   Ama orda kalmaz, Gaiya oğlu Zeus’la işbirliği yaparak, Kronos’u alteder, ama bu başlayan patriyarkal sürecin hakimiyetini etkilemez.   Tarihteki, Freud daha kavramı kullanmadan ve hatta Oedipus ortada yokken böyle bir Oedipal savaşın varlığı yine kıskançlıkla bağlantılı olarak ifade etmektedir.  Defne ve Apollo arasındaki ilişki ve arkasından gelen cezalardırma ve Cassandra ile ona geleceği okuma yetisi veren Tanrı Apollo arasındaki ilişki de EY mitolojisindeki örneklerden sadece birkaçıdır.  İbrahim’in karı Hacer ile onun kuması arasındaki kıskançlık da ayrı bir konu.
Yahudi-Hristiyan (YH) geleneğindeki, “asli günah” kavramının özünde olan da aslında aynı şeydir.  Eski Ahidin Tekvin bölümünde, cennetteki yılan Havva’yı mealen en çok “ Tanrı sizin kendisi gibi ölümsüz” olmasını istemiyor, ondan dolayı size iyilik ve şer ağacının meyvesini yasakladı” derken, Havva’nın bu yöndeki iştahını kabartarak ve Adem’i de ayı minval üzere etki altına alarak başarılı olur.  Bu anlamda Adem’in, onun Yahova yasakladığı alana teşvik eden Havva ile Yahova arasında tercih konusunda sıkışması, yılan (şeytan)ın dolaylı olarak galibiyetini ifade etmektedir.  Zerdüştlük etkisiyle özellikle hristiyanlıkta öne çıkan şeytanın  Tanrı kadar güçlü olduğuna dair inanış aslında bu hikaye de nüvesini de barındırmaktadır.  Adem’in “o senin benim olsun diye verdiğin kadın var ya, o verdi ben de yedim!” derken hem Tanrıyı hem de Havva’yı suçlaması, günah keçisi oluşumunda tarihsel bir başlangıç yaparken, bu anlamda şeytanın insanların gözünde kıskandırıcı olan ölümsüzlük ve bilgi problematiğini ortaya koyarak, aslında bilgi ile farkındalıkların da nasıl büyük bir mahkumiyete yol açtığını da ifade etmektedir.  Tanrı Yahova’nın burdaki öfkesi altında yatan şey, yasaklarının çiğnenmiş olması kadar, yılana ikna ve iktidar alanını kaptırmış olması da yatmaktadır.
Tevratın özellikle ilk iki kitabında Yahova çok değişik kıskanma ve kudret alanını kaptırmama eylemlerine başvurur.  Bunu yaparken bir tanrısal otorite olarak değil, adeta meşruiyetine kendi inanmayan ve tahtını/iktidarını kaybetme korkusu yaşayan otokrat bir dünyevi kral olarak olarak davranır.  İnsanın kendi gibi olmasını istemezken, insanları kendine tehdit olarak da görür.  Bunların en belirgin tezahürü ise Babil hikayesindedir.  İnsanlar (Yahova’nın istediği gibi) çoğalmış arzı kaplamıştır.  Medeniyet katmanları ve kurumları oluşmuştur.  Ne ki yükselen binalar ve çoğalan insanlar, Yahovayı endişeye teşvik eder.  İnsanlar onu unutacak ve hatta Tanrılık gücünü eline alacak endişesi ile şehri yok ederken, insanların da birlikteliklerinin, iletişimlerinin en başlıca unsuru olan dillerini karıştırır ki insanlar birbirini anlamasın ve kendine karşı güç birliği yapamasınlar.  Dildeki kaos toplumdaki diğer her türlü hiyerarşiyi de yok eder ve kalan sadece Yahova ve insanlar arasındaki hiyerarşi olur.
Tevrattaki asli günah sonrasında işlenen ilk katl eylemi de kıskançlık yüzünden vuku bulmuştur.  Burada fitnenin özünde  adaletli davranmayan ve neden adil olmadığını da açıklamayan Yahovanın kendi davranışı yatmaktadır.  Şöyle ki, Yahova Habil ve Kabilden kendine adak sunmalarını ister ve her iki kardeş de adaklarını yaptıkları faaliyetler üzerinden ürettikleriyle yapar.  Yahova’nın isteği üzerine Habil, kendi ürettiklerinden hayvan adağında bulunurken, Kabil de ziraat ürünlerinden adak sunar ve her ne hikmetse Yahova kabul etmez.  Bunun sonucunda, kinlenen Kabil Habil’i öldürerek kanını ziraat yaptığı toprağa döker ki bu iki kardeş arasında kavga aslında insan toplumlarında avcılık ve hayvan yetiştirme aşamasından daha yerleşik bir kültür olan ziraat toplumuna geçişi de simgesel olarak dile getirir.  İnsan toplumunda bir dönem kapanır ve yeni bir dönem başlar.  Katil olan Kabil,önce lanet sonra da koruma altına girerek aslında bir tür ödüllendirmeye muhatap olur.
Tevrat’ta kıskançlık konusunu en iyi işleyen surelerden biri yine Tekvin’in devamında, Yusuf ile kardeşleri arasında ve daha sonra da Yusuf ile Naib’in Karısı arasında geçer.  Babası Yusuf’u çok sevdiği için ona tuzak kuracak ve fakat Yusur yine de Yahudi kabilelerini temsil eden kardeşlerini unutmayacak, hatta sonra kazandığı başarılar sonucunda onlara yardım da edecektir.  Mısır’daki başarıları onu pek çok açıdan terfi ettirecektir, ama bu sefer de Naib’in karısının kendine yaptığı teklifi kabul etmeyip (bir anlamda dedesi Adem’in hatasını tekrar etmekten kurtulurken) bu seferde onun sıkıntısı çekmesi gerecektir.  Ama Yusuf’un zindana düşmesi, Adem ve Havva’nın “düşmes”si gibi olamayaktır.  Onun rüya yorumuyla kendinine duyularn ihtiyaca ve sonra gelecek kıtlığı iyi okuması sonucunda aldığı terbirler onu tekrar iktidar alanına taşıyacaktır. 
İslam tarihindebakıldığında, Kur’an da yaradılışı anlatan ayetler ilk insan Hz. Adem’İn yaratılmasını Tevrat’tan çok farklı bir şekilde anlatmaktadır. Allah Hz. Ademi yaratmaya karar verince konuyu meleklere açar ve onların meraklı bakışları altında topraktan yaratır.  İnsana secde etmelerini emreder sonra da.  Hepsi eder, sadece İblis etmez secde.  Bu konuda İblis’in kibri olduğu kadar, İblis’in Allah’ın sevgisini insanla paylaşmak istememesi de temel bir tema olarak ortaya çıkar. Yani insana düşman olur iblis kıskançlığından, Allah’a değil.  O Yahudi-Hristiyan (YH) geleneğindeki şeytan gibi gücü Allah’a denk bir mevkide görmez kendine.  Husumete dönen kıskançlığı sonucunda,  yine Allah’ın izniyle insanı yoldan çıkarmak için çaba harcamaya başlayacaktır, ama hiçbir zaman dualistik bir mantıkla olmayacaktır bu.  Bu açıdan bakınca İblis’în kaybı insanın kaybından daha fazladır.  İnsanın affa kavuşması çabucak gelirken, İblis edebiyen lanetli olacaktır. Bunu göre kimi alimler, itaati Adem’den aşkı şeytandan” öğrenmek gerektiğini ifade etmişlerdir.  Çünkü Adem’in Havva’ya olan aşkı, Allah’ın Hz. Adem’e olan iltifat ve sevgisinden geri kalmıştır. Şeytan ise, Allah’ın sevgisini paylaşmamak adına Hz.Adem’e husumetini ifade ederek, huzurdan kovulmuştur.  Bu  arada Hz.Adem ve Havva da daha önce Rableriyle paylaştığı alandan uzak tenzli rutbeye uğramışlardır.  Ama onların soyundan gelenler günah işlemeyi seşmedikçe günahkar da olmamışlardır.  Şeytan bu anlamda insandaki hem en iyiye hem en kötüye olan kapasite ve eğilimin “şer” olan kısmını aktif ataletten kuvveye dönüşütüren bir unsur olarak yerini almıştır tarihte. Allahu alem.
İslam geleneğindeki bu iil kıskançlık hadisesinden sonra Habil ve Kabil ve Yusuf ile Züleyha meselesi de Kur’an da çok farklı geçer.  Züleyha Kur’anda, Tevrat’ta “hadi benimle yat” diye girmez sahneye.  Ayrıca, onu ayıplayanlar da aslında Züleyha’nın düştüğü duruma düşünce, ve hatta bazı meallerde saklanır tarzda ifade edilse de Hz. Yusuf’un da gönlünde bir gül tomurcuklanmış, ama Allah onu daha ileri gitmekten alıkoymuştur. Bunu aslında iyi okuyan Halk kendilerince o ikisini biribirine layık görmek suretiyle hikayelerde evlendirmişlerdir de.  Sonra da bazı mutasavvıflar buna da bir değişik açı getirerek, kendilerince, Yusuf nezdinde Züleyha’nın aslında Allah’ı sevdiğini ifade etmişler, Züleyha’nın farkındalık düzeyinin başlarda az olduğu için bazı hatalar yaptığını ifade etmişlerdir bizzat onun ağzından.
Hz. Peygamberin ilk eşi Hz. Hatice’yi çok sevdiği herkesin malumudur.  Sonraki yaptığı çeşitli evliliklerden sonra da ona hep andığı vakidir.  Çok sevdiği Hz. Ayşe’ye bazen Hz. Hatice’yi anlatır ve fakat Hz. Ayşe, yaşı genç, zeki, aktif bir insan, onu hem dinler hem de kıskanma alametleri gösterir.  O hayattaki her temel hususla muhatap olarak insanlara almaları gereken tavırları şahsında evlenerek de gösteren Yüce insan ve Rasul, dinler onu, gülümser.  O Ayşe’ki Rasul eşi, onun su içtiği bardağı alıp onun içtiği taraftan su içerek içindeki samimi sevginin derecesini göstermiştir.  İslam sonrasında bile kabileler arasında kıskanma neticesi fitneleri halletme yönünde hareket eden Peygamber hem insan hem rasul olarak ne güzel yapmıştır!
Öte yandan, Şems ile Mevlana’nın birbirlerine olan aşklarını anlamayan Batılı kimileri, etnosantik okumayla onların eşcinsellik ilişkisi içinde olduklarını ifade etmişlerdir.  Hatta kimi şiirlerinden yola çıkarak, bizzat Mesnevi’den yola çıkarak ispatlamaya çalışmışlardır.  Bunların başında da Hüsamettin ile konuşmaları olup, Mevlana’nın müritleri arasında, Şemş ile ile bazen günlerce bir odaya kapanmalarının fitneye yol açtığını ifade ederler.  Hüsammetin’e de fazla bu aşkı açamayan Mevlana, dolaylı olarak kendini sevenler arasında bir karışıklığın da nedeni olmuş gibidir.  Şems’i anlayan zaten Mevlana olmuştur.    Mevla’nın Şemsi Mevlana’nı Şems’i. Şems’in Mevlanası, aynanın sırrı, aşkın sırrı, tevhit edilmenin sırrı olunmanın sırrı.  Bir arada olduklarında dünyayı unutan iki kişi, aslında bir anlamda birbirlerinde ruhlarını makeslerini bulmuşlar, tevriyeli şekilde Mesnevi de geçtiği gibi, Mevlana güneşi (Şems) görmüş, gözleri kamaşmış, gönlü kamaşmış ve iki beden ortadan kalkarcasına muhabbet içinde erimiş yek vücut olmuşlardır. Brokeback Mountain filimideki kovboylar bunun neresinde olabilirler ki?  Onca iletişim araçların ellerde, ceplerde, evlerd ofislerde olmasına rağmen insanların bu kadar iletişim sıkıntısı çekmelerinde acaba daha başka hangi amiller vardır? Hayatı, insanı, onlardan yola çıkarak Allah’ı okumaktaki sıkıntı mıdır?  O’na yönelmesi gerektiği söylenen sevginin, varlığın özüne onu koymak suretiyle, onun yarattıklarında tezahür etmesi acaba birbirine tezat olan şeyler midir?
Biraz fastforward yapacak olursak, Mustafa Kemal Atatürk’ün de eşi Latife Hanım’la ilgli yaşadıkları problemlerin bir kısmı da kıskançlık yüzünden olmuştur.  Onun başkalarıyla geçirdiği zamanı kendisine ayırmasını isteyen Latife Hanım, dönem dönem yanında başkaları da varken Mustafa Kemal’i sıkıntıya sokacak tarzda davranmıştır.  Daha sonra ayrılıklarına kadar giden süreçte mühim bir kırılma noktası olan bu tavır, Latife Hanım’ın hafızasında travmalara yol açan birikimlere yol açmıştır.
Son olarak kültürler arası, milletlerarası, rejimler, siyasal sistemler, ideolojiler ve sınıflar arası kıskançlıklar da tarihin akışında önemli dönüm noktaları oluşturmuştur.  Devrimciler en çok devirdiklerinde gördükleri güce ve kudrete hayrandırlar. SSBC dağıldıktan sonra bireysel ülkelerdeki devlet başkanlarının en zımnen ya da aleni en çok taklit ettikleri insan, Stalin olmuştur.  Çarlık Rusya’sının bitmesi aslında Çarı da bitirmemiştir.  Amerikan Bağımsızlık Savaşı da İngilizleri bitirmek yerine, onları Amerikan toprağında ihya etmiş hatta İngilizlerin kotardığı ön çalışmaların uygulayıcısı en çok Amerikalılar olmuştur.  Siyasi olarak Osmanlının son dönemiyle Cumhuriyet döneminde klasik Osmanlıya tavırdak en önemli amil olan parlak Osmanlı döneminin ihtişamı altında ezilme hissi hem o yükün ağırlığı hem de erişilmez görünmesi, hem de yeni dönemin kendini onun yerine ikame etmek için devreye soktuğu bir propaganda görünümlü hasettir de.   Mesela, Endülüs Emevilerinden öğrendikleri onca şeylere rağmen, Haçlı seferlerinin bir kısmını da onlara Reconquista olarak yönelten Haçlıların beynini kemiren, aslında onların farklı dinlerden olmaları, kendileri Tanrının oğlu ve Tanrı olan İsa’ya inanmalarına rağmen, onların neden daha temiz, , daha müreffeh, mutluluk ve düzen içinde yaşamalarıdır.  Tarihteki ilk sokak lambalarını kullanan ve İspanya ve civarını sanat, bilim, edebiyat ve mimari şaheserleriyle donatan bu kültürün insanlarını yok etmek istemeleri kimin Tanrısının kim olduğu değil, onun arkasına gizlenmiş kilise destekli bir kıskanma hissiydi. Aksi halde en azında kendi Hristiyan kardeşlerine ve başka kiliselere yönelik talan hareketler, katliamlar, tecavüzler olmazdı.    Bu Haçlı seferlerinde müslümanlar kadar Roma Kilisesi dışındaki Hristiyanlar da zarar gördüler.  Ermeni ve Rum Ortodoks Kilisesi ise zaten ezelden beri husumet ve rekabet içinde olmuşlardı.
Marks 1844 yılında Komunist Manifesto’yu yayımladığında, kapitalist çocuğu Engels’in destekleri her türlü olmuştu kendisine.  Aslında Komunizmin, onu hayal ettiği “adaletli” sosyal paylaşım mantığında kapital ve kapitalin getirdiği güç odaklarından çok, kapitalist olamamanın getirdiği bir kıskanma yatıyordu.  Maddeye bakışı bu anlamda Kapitalizmden farklı değil, ama kapitalin kimlerin elinde şekillenmesi gerektiği konusunda antitezler sunuyordu Marks.  1917 Bolşevik Devrimin’de neler oldu aslında?  Kimlerin hayatı değişti?  Kimlerin artıları oldu?  Çarlık öncesi ve sonrasında, aristokrasiden yeni bir bürokrasiye aktarılan iktidar, aslında iki dönemde de sıkıntı çeken insanlara  avunma hislerinden ve belki süper güç psikozu ile kendilerini kandıran kitlerere mensubiyet fikrinin getirdiği yalnızlık hissinden uzaklaşmadan ibaret oldu.  1989 yılında başlayan Varşova Paktının çökmesi, Doğu Almanların Batı Almanyadan getirilen muz dolu kamyonlara saldırması, Moskova’da açılan ilk McDonalds’ın önünde iki saat bekleyip fast olarak food yemek isteyen Ruslar...
Türkiye’deki ideolojik kavgaların özünde yatan şey de aslında bu bağlamda anlamlıdır.  Vaktiyle sosyalist-komunist ekolden gelenlerin, İzmir’de Tariş tesislerini, sokakta lüks arabaları yakma çabalarının arkasında garip bir çelişki aslında kıskanma hissinin boyutlarındaki ideolojik sosyal kavgalara ışık tutmaktadır.  Bu “fırın yıkma” hadisesinin ötesinde bir durum olarak ortaya çıktı ve devam etti. Feminist hareketlerin de özünde olan patriyarkal yapısını sistem problematiğinin kendisi olmadı, olamadı.  Sadece o yapıya, o yapının kurallarına biatle ortak olma çabasından ibaret kaldı. Feminist ekollerin ancak bir kısmında hem entellektüel derinlikte hem de çıkar-bağımsız tenkitlerin olması, yani feminizmi kişisel problemlere duygusal yastık ya da dayanak yapmanın ötesinde bir yeni ışık olma durumu kısıtlı bir evrim olarak kaldı.  
Komunist akımların hem siyasal açıdan hem sanat ve spor olaylarıyla çekim merkezi olduğu dönemlerde, hem Batı karşıtlığı hem de Komunist karşılığına tekabül eden, ama onu bir şekilde İslam’la da yakın bulan İslamcı akımların özünde yatan da farklı şeyler olmadı. Bazen “yeşil kuşak” tamponu, bazen “yeşil kitap” türü reçeteler Marksist sloganları kullanmadan, ama Marksın değindiği yaralara değinerek köklerini oluşturdu.  Bunlara tarihsel hesaplaşma mantığı da eklenince İslamcılık, aslında bazen Yahudi dediği, bazen Sabetay dediği, bazen Kemalist, ehl-i dünya diye yaftaladığı kesimlerin yaptıkları ne varsa, aslında fena şeyler olmadığını  gördü.  Tevratta geçen ifade ile, he saw that it was good.  Bundan sonraki kısımda İslamcı alt kesimler ile İslamcı burjuva arasında olacak gibi.  Bunun küresel yansıması da başladı zaten, Marksı ağzına almadan, alınca küfürler alanların aslında nasıl da kapitalist, materyalizmi içselleştirmiş olduklarını koruk olmaktan çıkan üzüm haline gelen imkanlar, hatta üzümler şaraba dönüşünce ortaya çıktı, şaraba döküldü.  Açılan şarap şişesi ise ancak damarlarda özelliğini devam ettirir. Damarların fıtratına, cibilliyetine göre. 




0 comments:

Post a Comment