rss
email
twitter
facebook

Monday, November 23, 2009

Muhafazakarlığın Anlamı

Muhafazakarlığın Anlamı
Owen Harries
Çeviren:  Metin Boşnak


            Muhafazakarlık konusunda yazı yazmak hiç de kolay bir iş değildir.  Öncelikle, eğer okuyucu kitleniz eğitimli orta sınıfın mümessil bir numunesi değilse muhtemelen başlığınıza hsumet besleyecek ya za en azından başlığınızın ciddi bir entellektüel dikkate değip değmediğinde şüphe edecektir.  Uzun süre önce, John Stuart Mill o meşhur yaftasıyla Muhafazakar Partiyi “aptal parti” ilan etmişti.  Elbetteki Mill bir liberaldi, bu durumda entellektüellerin çoğu da öyle zaten (tabii ki küçük “e”).  İngiliz muhafazakar Roger Scruton kısa süre önce 20. yüzyılın ortasında büyüklerine dünyasına adım attığı  zamanlardaki tecrübesini yazdı: “...İngiliz entellektüellerin neredeyse tamamı “mufazakar” kavramına hakaret nazarıyla bakıyorlardı...muhazakar olmak yaşlılarla beraber olup gençliğe, mazinin yanında olup geleceğe, otoritenin yanında olup yeniliğe, spontanlığa ve hayata karşı çıkmak anlamına geliyordu.” 
            Avustralya cephesinden bakıldığında, Don Bradman hakkındaki bir kaç yeni kitabın yakınlardaki yorumlarını bir kenara koyarsanız, pek bir şeyin değişmediğini görürsünüz.  Bir yerde yazar (Graeme Blundell) Bradman’ın mevhum başarısızlıklarını sıraladı: Bradman müşkül durumlarla başa çıkamazmış, aniden çıkan durumlarda sarsılırmış ve (titreyin) bir sosyal muhafazakar”mış!
            Husumet olduğu kadar muhtemelen cehalette var.  Bunun sorumlusu kısmen muhafazakarlık ve muhafazakarların kendileri:  canavarın tabiatından kaynaklanıyor. Çünkü muhafazakarlık kolay kolay kendini şematik, didaktik açıklamalarla ortaya koymaz ve muhafazakarlar hemen bu işe kendilerini vermezler. En iyi mufazakar yazarlar konuya kısmen ve müphem olarak dağınık denemelerde ya da belli bir mesele hakkında tartışma koptuğunda örnekleri sıralayarak yaklaşma eğilimindedirler.  R.J. White Muhafazakar Gelenek adlı antolojinin girişinde savunma tarzında (ya da küstahça ya da gol atmanın verdiği hazla denebilir) şu iddiada bulunmaktadır: “Muhafazakarlığı şişeye koyup etiketlemek atmosferi sıvılaştırmak ya da Anglikan Klisesine mensup birinin inançlarını tamı tamına tasvir etmeye çalışmak gibidir.  Müşkülat bu işin tabiatından kaynaklanmaktadır.  Çünkü muhafazakarlık politik bir doktrinden çok bir zihin alışkanlığı, bir hissediş şekli, bir yaşam tarzıdır.”
            Aynı şekilde, Michael Oakeshott—muhtemelen geçen asrın en tesirli düşünürü—“Muhafazakarlığa Dair” adlı denemesine “muhafazakar fiillerin hemen genel fikirlerin diliyle kendini telaffuz etmediği ve sonuç olarak bu tür bir açıklamaya karşı isteksizlik olduğu doğrudur” diye itirafla başlamaktadır.  Hemen ardından da bu eksikliği düzeltmek için değil  ama muhafazakar tavrı yani bir fikirler silsilesi değil bir isimler listesini tanıtmak için yola çıktığını ifade etmektedir.
            Mahalli seviyede 25 yıllık neşriyat tarihçesi olan Quardant antolojisindeki makalelere başvurdum.  Quadrant Avustralya’nın önde gelen muhafazakar dergisidir.  Ama antoloji muhafazakarlığın temen unsurlarını sistematk olarak açıklamaya gayret eden tek bir makale içermiyor: hassaten muhafazakar argümanları kullanan bir sürü makale var, ama “Muhafazakarlık nedir?” sorusuna tutarlı bir cevap verme çabasında  tek bir makale  yok.
            Şekli muameleye direnişi akılda tutarak, hem muhafazakarların hem de diğerlerince genelinde, muhafazakar bakışın en muktedir and etkilisi olarak kabul gören Edmund Burke’nin “Fransa’daki Devrim Hakkında Düşünceler” adlı eseri  bir duruşun sistematik ifadesi değil, özel bir siyasi duruma tepkiden ilhamını almış polemiktir: yani Avrupadaki en güçlü ve renkli ülkedeki eşi benzeri görülmemiş  bir büyük karmaşaya.  
            Bu polemiğe sistematik olmayan bir tarzda siyaset felsefesinin unsurları giydirilmiştir. Birini diğerinden ayıklamak okuyucuya bırakılmıştır.  Benim hülasam ise çok seçici olacak ve eserin tamamına karşı adil olmak kaygısı gütmeyecektir.
            Siyasetin Sınırları
Öncelikle iki temel konu: Birincisi, Burke’nin Düşünceler’i 1790’da basılmıştır yani Devrimin en şiddetli tezahürlerinden, terörden, kral katlinden, Devrimin kendini yavrularını  yemesinden ve askeri bir diktatörlüğün ortaya çıkmasından önce. Dolayısıyla, Burke geriye değil ileriye bakarak yazıyordu.
            İkincisi, kitap basıldığı zaman, Devrim İngilterede hala çok popülerdi ve günün münevver fikirlerinin insanlığı hürriyete bir adım daha yaklaştırması olarak algılanıyordu.  Çoğumuz Wordsworth’un “Yaşamak saadetti o zaman” tepkisini biliriz.  Aynı şekilde Charles James Fox’ın “Dünyada bu zamana kadar vuku bulmuş en büyük olay! Ve en iyisi!” dediğini.  O halde Devrimi yererken Burke İngilizler arasında popüler olan bir anlayışı yansıtmıyordu, akıntıya kürek çekiyordu. Katlanğı diğer maliyeleri yanında Fox ile yakın dostluğunu kaybetmek de olacaktı.
            Burke’nin Devrim olan tepkisinin temelinde, “spekülasyon,” “metafizik,” toplumsal ve siyasi olaylara uygulandığı şekilde “farazi düşünce” gibi çeşitli şekillerde  adlandırdığı ve böyle uygulamaların tehlikesine dair inancından dolayı şeylere karşı köklü bir düşmanlık yatıyordu.  Hatırınızdadır, o Fransadaki devrimcilerin ciddi ciddi genel ve soyut prencipleri uygulamak suretiyle dünyayı sıfırdan yeniden oluşturacaklarına, hatta bu yeni aydınlık dünyanın miladını ifade etmek için yeni bir takvim bile ihdas  inandıkları bir dönemde yazıyordu.  Ve bu inanca sahip olduklarından kendilerinin istisnai değil zamanlarının en sofistike fikrinin temsilcisi olduklarına ve önceki on yıllarda Aydınlanmanı mümessilleri tarafından hararetle propagandası yapılan aklın gücünün devreye sokulmasına dair inançlarını devreye sokuyorlardı.
            Burke bu inanca iki sebepten karşı çıkıyordu: birincisi toplumun ve siyasetin doğasıyla ilgiliydi, diğeri de insanlar ve düşünce yetilerinin doğasıyla.
            Düşünceler’i yazdığında Burke 30 yıldır yüksek düzeyde sıkı fıkı idi siyasetle.  Bu faaliyeti son derece karmaşık, zor ve hassas görüyordu.  Devreye giren unsur çok ve aralarındaki ilinti giriftti.  Siyasetçilerin soyut ve genel değil, somut, hususi alanlarda faal olmaları gerekiyordu:
Bir ulus kur ya da onu yenileme onu yeniden şekillendirme bilimi diğer deneysel bilimlerde olduğu gibi a priori olarak öğretilmez.  Bu en karamaşık ve hassas bir hünerdir.  Bir devlet adamı üniversites hocasından farklıdır.  Hoca toplıum hakkında genel bilgilere sahiptir; devlet adamı ise bu genel bilgilerle birleştireceği ve dikakti alması gereken bir sürü şarltla karşı karşıyadır.  Şartlar sonsuz ve sonsuz derecede ilintili, değişken ve geçicidir.  Bunları dikkate almayan sadece hatalı değil zır delidir; metafizik anlamda delidir.
Bir başka deyişle şartlar açısından tefrik etme melekesi, prensip ve mantık açısından joker gibidir ve şartlar ve sonuçlar ne olursa olsun istikrarlı olmakta ısrar muhtemelen bir felakete yol açar.  Bu açıdan ifade edilirse durum aşikardır.  Bir de diğer türlü, yani birinin X ülkesine karşı tek bir tarzda (mesela insan haklarına saygı göstererek) davranmakta ısrar ettiğini düşünün o zaman iki ülke arasındaki farklar ve bizim bunlarla ilişkilerimizin farklılığı olsun olmasın Y ülkesine aynı tarzda davranmamak riyakarlık ve yanlış olacaktır.  Amerikanın en büyük devlet bakanlarından Dean Acheson’un bir keresinde ifade ettiği gibi, “eğer biri çıkp da “Yunanistan hakkında şunu şunu dediniz,  peki aynı şeyler neden Çin için geçerli değil?” derse zerre kadar üzülmem.  Elbette nazik olurum.  Sabırlı olurum ve ona Yunanistan’ın neden Çin olmadığını açıklarım.  Ama yüreğim hiç de sancılara gark olmaz.”
            Sosyolog Max Weber daha genelk ifadelerle “Meslek olarak Siyaset”e dair denemesinde aynı noktayı vurguluyor ve ahlaki icraata dair taban tabana zıt iki vecize arasında ayrımlar yapıyordu.  Öncelikle “nihai hedefin ahlakı” diye tanımladığı şey vardır ki, prensibe mutlak ve koşulsuz  sadakati emreder.  (dini ifadesiyle, Hristiyan doğruyu yapar, sonucu Tanrıya bırakır,” seküler ifadeisyle “İnsan sonuçlarına bakmaksızın aklın ve ahlakın emrettiğine bağlı kalmalıdır.”) İkinci olarak insanın yüklendiği sorumluluklarda elinden geldiğince hareketlerinin görülebilen şart ve sonuçlarını dikkate almasını emreden “sorumluluk ahlakı” vardır.  Be bu ikincisinin siyasi hayata doğru yaklaşım olduğunu düşünüyuordu.  Siyasi bir liderin sorumluluğu halkının refahıyla  ilgilidir, ruhunun safiyetiyle ilgili değil.  Bu ikisinin illa her zaman aynı yerde buluşmaları da gerekmez.
            Burke’ye göre, toplum  ne gevşek bağlarla bağlı fertler koleksiyornudur ne de aradalarında değiştirilebilir parçaları olan bir mekanizmadır.  O bir canlı organizmadır ve bir kısmının iyiliğine etkileyen şey  tamamını da etkiler. Bu nedenle o “sonsuz bir dikkatle yüzyıllarca tahammül edilir derecede toplumun amacına  cevap verebilmiş bir şaheseri herhangi biririnin alaşağı etme macerasına atılması” konusunda ısrar eder.  Reçete bir kurum ya da uygulama lehine somut bir argümandır.
            Terminolojiyi kullanmasa da Burke ve ondan sonraki muhafazakarların derinden haberdar oldukları iki mesele vardır.  Birincisi, niyette olmayan sonuçlardır ki, müphem ölçekte değişim başlatmanın şaşmaz bir şekilde eşyanın karmaşıklığı ve giriftliğinden dolayı, hemen hiç şaşmaz bir şekilde başlatatanın  aklında olandan çok daha fazlası devereye girer ve sonuç beklenetilerden çok farklı tezahür edebilir. Bu nedenle, Burke’nin ifadesiyle “çok takdiri şayan  ve memnun edici başlangıçların çoğu zaman utanç verici ve üzücü sonuçları olur.”
            Ya da daha utanç verici olmasa da en azından hüsran ya da karmaşayla sonuçlanabilir.  Yakın bir örnek: John Howard ilk defa ev alanları sübvanse etmeye karar verir.  Peki sonuç?  Parasal destek sermaye olarak ev fiyatlarına yansır ve evler daha da pahalanır, ilk defa ev alanların durumu daha  kötü olur.   Iktisadi İşler Enstitüsü bir başka örneği ortaya koymaktadır: dişleri için fillerin öldürülmesini engellemek amacıyla, fildişi ticareti yasaklanır.  Bu sefer fildişi nadirattan olur.  Fiyatlar hemen yükselir kaçakcılık ödüllendirilmiş olur. Daha çok insan kaçakçılığa girer ve sonunda yasak konulmadan önceki dönemden daha fazla fil öldürülmesi ile karşılaşırız. 
            İkinci ve müteakip problem, zimni işlev problemidir.  Aşikar ve zahir işlevlerinin yanında kurumların çok önemli gizli işlevleri vardır ki bu, kurumlar ortadan kalkışını tecrübe etmedikçe  ortaya çıkmaz. Burke’den iktibas edecek olursak “Devletlerde ilk bakışta üstünde durulmayan ama başarı ya da felaketlerin çoğunu temelini oluşturan bazı müphem ve zımni amaçlar vardır.”  Burke’nin sezgisel ve pragmatik anladığı şey yirminci yüzyılda antropolji ve sosyolojide önemli bir görüş olarak ciddi bir amacı yokmuş ya da sadece dekoratif hatta nuh nebiden kalma görünen kurumlar ve uygulamaların zimni işlevlerinin araştırılmasının bir temel bir temel büyüme sanayiine dönüşmesinde olduğu gibi  ortaya çıkacaktır.
            Avustralya tarihiyle ilintisi olan bir örnek: 1959’yayımlanan ve alanında bir klasik olarak görülen Siyasi İnsan adlı eserinde sosyolog Seymour Martin Lipset “saçma bir hakikat” (kendi sözleri) olduğu aşikar olan şu gözlemi yapmaktadır: Ayrupalı ve İngilizce konuşan demokrasiler monarşidir (İngiltere; İskandinav ve Hollanda gibi ülkeler; Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada).  Lipset’in anlayışına göre bu tesadüf olamaz ve bunun açıklamasını bulma çabasındadır. Lipset Monarşik kurumları açıkça anlamsızlaştıran ve miyadını dolduran son yüzyıldaki hızlı ve mühim toplumsal ve iktisadi değişimler, bu değişimler sonucunda aristokratlar, klise mensupları ve kırsal sektöler gibi kaybeden grupların bağlılıklarını temin ve devam ettirmede  kurumların korunmasının hayati bir rol  oynadığına kanısına varmaktadır.  Monarşini merkezi kurumunun devamlılığı insanların bilip değer verdikleri dünyanın tamamının kaybolmadığı, bir devamlılık olduğu ve yeni toplumsal ve siyasi düzene ayak uydurulabileceği o nunla yaşanabileceğine dair bir teminat anlamına geliyordu.  Öte yandan, şu veya bu şekilde monarşiyi bir kenara atmış olan Fransa, Almanya ve Birinci dünya Savaşı sonunda Habsburg İmparatorluğunun halefi olan ülkelerde uzlaşma ve istikrarın daha nadir özelliklerdir. 
            Bu nedenle, Lipset’e göre belirgin bir şekilde monarşiyi köhne  ve yararsız kılan değişimler bazı açılardan onun meşruiyet kaynağı ve “geçiş  döneminde önemli bir geleneksel birleştirici kurum olarak” önemini artırmıştır. Lipset bunları yarım yüzyıl önce kaleme alıyordu ve monarşilerin bu önemli zimni işlevi yerine geririp getirmediği mesela Avustralya’da son on yıllardaki büyük toplumsal ve iktisadi değişikler neticesinde kaybedenlere güvence verip vermediği cevap bekleyen bir sorudur. Lakin Burkeci muhafazakar hala bunu uzun süren bir kurum olarak bu öngörünün kendi lehine olduğuna dair inancı tamdır.
            Diğer bir örnek, nikah dışı yani gayr-i meşru çocukların gördüğü tarihsel muameledir. Bir kaç nesil önceki liberal bir çift  epey haklı sebeplerden gayr-i meşru çocuklar ve annelerine takınılar tavrın katı, gereksiz ve yanlış olduğunu düşünürdü. Muhafazakarlar gayr-i meşruluğun belgelenmesini katı, ama toplumun en temel ve hayati kurumu olan ailenin bütünlüğünü korumak  için gerekli olduğunu düşünmeye meyyaldiler. Liberaller kazandı ve onların görüşleri hakim oldu.  Kara leke etkin olarak meşrulaştı.  Çok kısa zamanda babası olmayan aileler mantar gibi bitti.  1990ların ortalarına gelindiğinde Birleşik Devletlerde bazı rahatsızlık veren istatistiklere yer verilmeye başlandı:  tecavüzcülerin üçte ikisi ve erişkin canilerin dörtte üçü babasız büyümüşlerdi.  Dahası, yuvada baba olan ailelerde 13-18 yaş arası kızlar olmayan ailelere oranla yüzde elli daha az hamile kalıyorlardı. Çoğu muhafazakarın verdiği hükme göre gayr-i meşru olanın meşrulaştırılmasının toplumsal maliyeti çok yüksek olmuştu.
            Muhafazakarlar zımni işlev anlamaya liberallerden daha yatkındırlar çünkü istikrar ve onu bozabilecek şeyler ile daha çok ilgilenmeye meyillidirler  ve onlarda herşeyin ilintiliş olduğu anlayışını vurgulaya organik bir toplum anlayışı vardır. Öte yandan insanın ilgi odağı bireysel haklar ve ihtiyaçlar ise akılcı kalıplarla düşünüyorsa o zaman zımni işlevler konusunda teyakkuzda olmayacaktır.
            İnsan tabiatının İnkarı
             Burke’nin radikal ve hızlı değişiklerden korkusunun nedeni toplum ve siyasi düzen ise ikinci ve aynı derecede güçlü bir neden ortaya adılan değişim makinasına dair tereddütlerinde yani insan aklının insan işlerinde ki rolünde yatıyordu.  Burke Aydınlanmanın insan görüşüne fazla akılcı, hesap kitapçı ve mantıklı bulduğu için karşıydı.  Kendininin akılcı tarafları vardır, ama makyajının tamanının küçük bir parçasıdır. “Biz insanın kendi aklıyla yaşaması ve ticaret yapmasından korkarız” der “çünkü kişi başına düşen akıl melekesi azdır.”  Alışkanlıklar, adetler, inanç, saygı, önyargı gibi tecrübe ile bilinçl ya da bilinçsiz kazanılan ptarik bilgi birikimi sour düşünceden daha iyidir.  İyi ya da kötü kollektif olarak insanın, onun insanının tabiatını oluşturuyordu.
            Bu fikirleri izhar edene tek kişi değildi Burke.Büyük İskoç filozofu david Hume Burke bir nesi önce insan tabiatını oluşturmada alışkanlık ve adetlerin öneminden dem vurmuştu.  Dahası Burke’den bir ya da iki yıl önce Atlantik’in ötes yakasında Amerikan anayasasını şekillendirenler ve Federalist Paper’ın yazarları olan Alexander Hamilton ve James Madison siyasi düzen oluştururken insan tabiatının saldırgan, bencil ve menfaatçi insan yanlarının  iyice dikkate alınmasında ayak diriyorlardı. “İnsanoğlu Ütopyacı faraziyelere öyle dalmış olmalı ki” diye düşünüyordu Hamilton, “insanların muhteris, intikamcı ve aç gözlü olduğunu unutmuş görünüyor.”
            Onların hepsi devrin yaygın entellektüel akışına karşı fikirler ileri sürüyorlardı. Bu devir Aydınlanma Çağı idi ve aklın üstünlüğünde ısrar ediyor adetler, alışkanlıklar ve önyargıların, insan aklının o başlangıçtaki haline yani tabula rasa’ya geri dönebilmesi için süpürülüp kenara atılması mümkün ve mecbur engeller olarak görüyorlardı ki akıl oraya mesajımı yazabilsindi.  Burke’nin Devrime yönelik cevabını kaleme aldığı sıralarda artık unutulmuş, ama döneminde etkili ve mümessil bir kişi olan çağdaşı radikal-anarşist William Godwin çocuklardan “elimize verilmiş bir tür ham madde” ve beyinlerinden “tertemiz bir beyaz kağıt” diye bahsediyordu.  Erişkinlerle uğraşırken görev, zamanla bozulmuş olan beyaz kağıdı silmekti.  Fransız devrimcileri kendilerini bu işi yapmakla vazifeli görüyorlardı. Onlara göre, insan tabiatı adına aktarılan şeyler hüsnü kabulle kale alınmamalı, Federalist Papers inandıkları gibi, içselleştirilmiş ya da engellenmiş olsun değiştirilmeliydi.
            Amerikan fikir tarihçisi Thomas Sowell bu konuda genelleme yapmıştır: sosyal ve siyasi yaklaşımlşarında akla ve insan aklının terbiye edileceğine inananlar --ki insanların mükemmelliği yakalama ihtimaline inanıyorlardı--  meselelere çözüm bulma ve çözüme engel olarak görülen herşeyi ortadan kaldırma konusunda ısrarlıdırlar.  Öte yandan, insan tabiatıyla güvenilmezliği bir veri olarak kabul edip akın her zaman ve illa da meseleleri çözeceğine, rekabet halindeki istekler ve çıkarlar arasındaki çatışmayı kaldıracağına inanmayan muhafazakar duruş uzlaşma  ve  al gülüm ver gülüm açısından ele alır meseleleri ve çözümden çok ıslahı ve insanın kusurlarını aşma yönünde hareket eder.
            İşte Fransız devrimcileri ile Amerikan devrimcileri arasındaki temel fark budur: Fransızlar tarihe bir günden başlayıp tamamen sıfırdan bütün bütüne akılcı siyasi kurumlar yaratmakta fikriyle hareket eder, Amerikan devrimcileri ise,  mesele anayasa oluşturmaya gelince insanın saldırgan, menfaatçi, rekabetçi ilgi alanlarını hesaba katmak suretiyle Hristianların “asli günah” dedikleri ve tamamen değişmesi mümkün olmayan etkilerine inanıp  karşılıklı dengeler ve güçlerin ayrılığına gittiler.
            Tabula rasa geleneği ile insan tabiatı geleceği arasındaki çatışma ta başlangıçtan beri süregelmiş ve sosyal ve siyasi çoğu tartışmanın temelini oluşturmuştur. Evrim psikolojisi, davranış genetiği, bilişsel sinirbilim gibi insan davranışları bilimlerinin çoğu buna dayanır. Oyunun durumu hakkında akıcı ve bilgi yüklü yeni bir tarihçe için Steven Pinker’ın çok satan kitabı Boş Kitabe: İnsan tabiatını Modern İnkarı adlı kitabına başvurabilirsiniz.  Masaçüset Teknoloji Entstitüsünde Psikoloji kürsüsü profesörü olan Pinker, önsözünde şöyle demektedir:

Mesele insan düşüncesi ve davranışını açıklamay gelince kalıtsallığın rolünün olma ihtimali hala hayrete düşürecek kadar güçlüdür. Çokları insan tabiatını ikrar etmenin ırkçılığa, cinsiyet ayrımcılığına, savaşa, aç gözlülüğe, katliama, yıkıcılığa, gerici siyasete, çocukların ve garibanların ihmaline payanda olmak anlamına geldiğini düşünür.  İnsan kafasının doğuştan bir organizasyonu olduğunu iddia etmek insanlara bir yanlış olması muhtemel bir hipotez değil düşünülmesi ahlaksızca olan bir fikir gibi gelmektedir.

Bu kitabın değerini bir kısmı bu ifadeleri destekleyecek sürüyle örnek ortaya koymasındadır.  Yüzlerce sayfa sonra yazar, “yeni insan tabiatı bilimleri aslında tarihsel açıdan soldan daha çok sağa yakın olan faraziyelerle yankılanmaktadır” diye bir nticeye varıyor.  Bunun doğru olması muhtemelse de kesin doğru oan bir şey daha var ki  sosyal siyaset  ve sosyal bilimlerin çoğunda hala boş kitabe düşüncesi hakimdir.

Devamlılık ve Değişim
Burke ye dönecek olursak bugünün muhafazakarlığı dair bir iki kelam etmeden önce üç noktaya parmak basmak isterim. 
            Birincisi, her şeyin Pariste yoğunlaştığı Fransa’da olanların aksine Burke mahalli, yakın ve özel olana vurgu yapar: “alt gruplara bağlı kalmak, toplumda ait olduğumuz müfrezeyi sevmek birinci ilkedir çünkü o halk sevgisinin temel hücresidir.”  Burke’nin  burada devletin aksine sivil toplum ve aracı gönüllü katılımcı derneklerin önemini vurgulaması,  Devrimin desteklediği Genel İradenin aksine hususi hayatlarını yürüten  insanların günlük isteklerini vurgulaması açısından Tocqueville’e önderlik yaptığı görülebilir.
            İkincisi Devrimin ortaya koyduğu soyut İnsan Hakları'nın aksine Burke hususi aslında insanın gerçekten sahiplendiği mevcut haklardan dem vuruyordu.  Bazen doğal haklar kavramın kullandı, ama bununla kasdettiği hususi toplumlarda ve yasal sistemler bağlamında tevarüs eden tarihi, reçete türünden haklardı: soyut anlamda “İnsan” hakkı değil İngilizlerin hakkı, Fransızların, Yerlilerin, Amerikalı ya da hakkı gibi.  Dahası, özel olan genel olanla, tarihsel olan teorik ve soyut olanla kıyaslanmaktadır.  Haklar, ortaya konan iddialar değil sahip olunan güçlerdir.
Burke ye göre, tarihsel devamlılık kendi toplum anlayışının odak noktasıydı.  En çarpıcı ve en çok iktibas edilen cümlelerinden birinde toplumu “sadece yaşayanlar değil ölüler ve hayata henüz gelecek olanlar arasındaki ortaklık” diye tarif ediyordu.  Yani, hal yaşayanların mülikiyetinde değildir, kafalarına göre tasarrufta bulunamazlar.  Kendisine güvenilen bir akardır o; ahlaki açıdan onu elinde bulunduranlar onu iyi durumda devretme vekaletininin sorumluluğuna da taşırlar. (Dikkat edilirse bu ve diğer bazı önemli açılardan muhafazakarlar ve Yeşilciler arasında beklenmedik bir bağlantı vardır.) Devrimcilerin ihanet etme aşamasında olduklları işte bu güvendi.  Akıl, hürriyet, ve eşitli adına meşru otoritenin bütün tarihsel kurumlarını yok ediyorlardı.
            Otorite kaybolunca, sonuç hürriyet değil, itaate zorlamak ve düzeni temin için kaba kuvvete artan bir bağımlılık olacaktı.  Harikulade bir öngörü ile Burke ve önünde kendine rehber tarihsel öncüler olmadan, daha totaliter kavramı icat edilmeden, devrimin ta başlangıcında henüz zafer sarhoşluğu, idealizm ve iyimserlik hakim olduğu dönemde  gidişatın ya terör ya da diktatörlük olacağını sezinleyip bunda ısrar etti.
            Üçüncüsü Burke sık sık gerici yaftası yemiştir.  Bir keresinde Isaiah Berlin bile onun gerici olduğunu ilan etmiş, ama Burke nin biyografya yazarı  hemşehrisi İrlandalı Conor Cruise O’Brien’den haklı ve şiddetli bir zılgıt yemiştir. Burke aristokratik ya da monarşik bir düzene dönmenin savunucusu ya da avukatı değildi.  Kendi zamanında İngilterede olan aristokratik,  ticari, oligarşik ve demokratik unsurları meczeden karma sistemi savunuyordu.  Bu Sanayi Devriminin epey mesafe aldığı bir toplumdu ve Burke Adam Smith’in hem dostu hem hayranıydı.  Bu hayranlık karşılıklıydı: Bir keresinde Smith Milletlerin Zenginliği adlı eserini Burke kadar anlayan çıkmadığını söylemiş Burke de “mutlak sonuçları itibariyle” kitabın o zamana kadar yazılmış en önemli kitap” olduğundan bahsetmişti.

            Dahası Burke Amerikan kolonilerini İngiliz idaresine karşı beliğ bir üslupla savunmuş ve onların tüm isteklerinin, haklı isteklerinin İngilizlerin  geleneksel hakları oılduğu üzerinde ısrarla durmuştur. Aynı belagat ve büyük kararlılıkla Hind Alt kıtasındaki nüfusun hak ve adetlerini Warren Hastings ve Doğu Hint Şirketinin yağma, yozlaşma ve aç gözlülüğü diye ifade ettiği unsurlara karşı mücadele vermiştir. Tabii ki Muhafazakar olarak Üçüncü George’un monarşik iktidarı tekrar temin ve güçlendirme çabalarında muhalifti.
            Bütün reformlara karşı çıkmak şöyle dursun, “Değişim için bir kısım vasıtası olmayan devlet kendini muhafaza vasıtası olmayan devlettir” diye ısrar ediyordu.  Mesele reform yapmak ya da ona karşı olmak değil, ama reformun kolay vebasit bir mesele olduğu ihtiras ve toptancı mantıkla olacağı görüşü ile bunun byüzyılet gerektirdiği ve en iyi tedrici olarak ve ilerledikçe zemini yoklayarak yapılması gerektiği görüşü arasındaydı.
            Burke’nin bazen erki elinde tutanların bazen erke karşı olanların hatta ona başkaldıranların  tarafını tuttuğu, onun tutarsız ve fırsatçı olduğu suçlamalarına yol açmıştır.  Özellikle bu suçlama ço temelsizdir. Burke sonunda kadar istikrarlıydı: kim suistimal ederse etsin iktidarın suistimal edilmesinin karşısındaydı; ister kral olsun, ister ahlaksız bir şirket, isterse entellektüel veya kuru kalabalıklar farketmezdi.  Diğer bir biyografya yazarı liberal John Morley onun cephesini sık sık değiştirdiğini, ama durduğu yeri hiç değiştimediğini söylemekle bunu en iyi şekilde anlatmıştır.     
            Muhafazakarlık Yeni-muhafazakarlık
            Ne zaman ve ne gibi durumlarda muhafazakar fikirler tutarlı ve cazip olurlar? Bu soruya alışılagelmiş ve aşikar cevabı Michael Oakeshott vermektedir:  Tadına varacak şeyler çok olduğu ve tadın tadına vardığınız şeylerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu hissiyle birleştiği zaman. İşte bu tadların ve muhafazakarlığı harekete geçiren korkunun bileşkesidir.
            Bu bakış inandırıcı gelir insana taki  şunları hesaba kadar: Eğer birisi diyelin liberal, sosyal demokrat ya da kapitalist toplumda yaşıyor ve bundan hoşlanıyorsa; ve o toplum aniden bir tehdide maruz kalırsa insan neden onu liberal, sosyal demokrat veya kapitalist argümanlarla savunamasın? Muhafazakar argümanlara insanın neden ihtiyacı olsun?
            Bu soruya ilginç bir cevabı, kendisini akademik çevrelerin ötesinde bir şöhrete kavuşturan Medeniyetler Çatışmasını yazmadan  kırk yıl kadar önce çiçeği burnunda olan Samuel Huntington geliştirdi.  American Political Science Review da 1957 de yayımlanan “Bir İdeoloji Olarak Muhafazakarlık” adlı makalesinde Huntingtonşu gözlemi yapmaktadır: hemen hemen diğer bütün ideoljilerin aksine muhafazakarlık ideal bir toplum anlayışı sunmaz.  Muhafazakar bir tek Ütopya yoktur.  Aslında muhafazakarlığın şağlam bir kurumsal muhtevası da yoktur.  Muhafazakarlık gelenekselden feodale ondan liberal ve kapitalist ve sosyaş demokrata olana kadar her türlü farklı kurumsal düzenleme çeşitlerini savunmak için kullanıla gelmiştir ve kullanılabilir.  Çünkü muhafazakarlık muhteva ile usulle ilgilidir; özellikle siyasi kurumları etkiledikleri zaman değişim ve istikrar ilgilidir. Sıklıkla ifade edildiğinin aksine, onun tersi liberalizm değil kendisi de değişim isteyen radikalizmdir. Muhafazakarlık ortaya ani değişikliklerin zolruk ve tehlikesini, istikrar, devamlılık ve tasarrufun önemini  vurgulayan argümanlar sürer, radikalizm ise yenileşmeye ve değişimi kucaklama cüretkarlığına dair heyecan ve iyimserlik ifade ederler. 
            Peki muhafazakar ne zaman minasip bir ideoloji olur?  Huntington bunun yoğun ideolojik ve sosyal çatışmasın bir mahsulü olduğunu, uzlaşmanın çatladığı ve mevcut kurumsal düzenin artık kendi yapısıyla savunulamadığı durumlarda olduğunu savunmaktadır. “Muhalifler mevcdu ideoloji ile esasta ters düşer ve daha temelde fatlık değerler konusunda bastırırlarsa, ortak müzakere zemini yok olur.”  Mesela diyelim ki reddeilen değerler liberal değerler ve kurumların ta kendisi olsun.  O halde  bu değerleri savunmak için onlara müracaat etmenin anlamı yoktur.  İşte burada, sırf yerleşmiş olduğu için yerleşik kurumları savunan bizi zararlı etkilere ve onları alaşağı etmenin beklenmedik sonuçlarına karşı uyaran muhafazakar argümanlar burada vazgeçilmezdir.
            Radikalizm hüküm sürmeye başlayınca, onlara karşı durmak için muhafazakar argümanlara müracaaat etmelidir.  Hatırlarsanız Huntington’un 1950 lerde ileri sürdüğü fikirde hassten önemli olan nokta 1960 ların hemen akabinde olacakları hem öncesinde neredeyse birebir tahmin etmesidir.  O yıllarda başlangıçta Vatandaşlık Hakları Hareketi ve Vietnam Savaşına karşı çıkan protesto hareketleriyle bağlantılı ani ve güçlü radikal hareketler vardı.  Fakat hızla mecrasında çıkarak Amerikan toplumunun dokusunu tamamen reddetmeye yöneldi (Amerika büyük K ile yazılıyordu).  Amerikan Yeni Düzen Liberalizmi “Soğuk Savaş Liberalizmi” yaftasıyla reddedildi ya da daha kötüsü radikaller marş marş diye kurumlara yöneldiler. 
            İşte bu durum karşısında çoğu New York’taki entellektüel Yahudi cemaatinin önemli üyelerinden olan hemen tamamı Demokrat Partili üyelerden müteşekkil liberal entellektüel bir grup radikal hareketler klasik muhafazakar argümanlarla Amerikan kurum ve değerlerini savunmak için muhalefet ettiler.  Böyle yaptıkları için sol cenahtan eleştirilere maruz kaldılar ve  “Yeni Muhafazakar” yaftası yediler.  Bu hakaret anlamı taşıyordu, fakat Yeni Muhafazakarlığı babası Irving Kristol ve meslekdaşları tarafından hüsn-ü kabul gördü. 
            Nasıl tanımlandıkları önemli değil, ama gerçek olan bir şey var ki, Amerikan siyasetinde önemli bir güç oldular ve öyle kaldılar.  Çokları Cumhuriyetçi Partiye katıldı.  Washington’un düşünce havuzuna (think tank) yerleştiler.  Sağda az rastlana bir özellik olan entellektüel ve polemik hünerlerini beraberlerinde getirdiler ve 1980lere gelindiğinde soldaki entellektüel girişim gücünü ellerine geçirdiler.  Huntington’un olduğu gibi, bir siyaset bilimcinin tezlerini böylesine güçlü delillerle destekleyen duruma az rastlanır.  
            Peki din ve muhafazakarlık arasında ne gibi bir illiyet vardır.  Bütün muhafazakarlar dindar değildir.  Burke dindardı, ama Hume değildi. Oakeshott dindar değildi, ama Kristol öyledir.  Ama ister inamsın ister inanmasın muhafazakarların heme tamamı dine bir istikrar unsuru olarak büyük önem atfederler ki öyledir ya da olabilir.  Mevcu düzen kutsallaştırıldığı ve Tanrının iradesinin bir tecellisi olarak görüldüğü sürece açıktır ki kendi de güçlenecektir.  Ahirette ödüller vaat ettiği ölçüde insanların saldıran ve bencil içgüdülerine gem vurabilir ve insanların bu mukadderat çizgisine konumuna isyan etmik yerine onunla barışık yaşamalarını sağlayabilir.  Çokları Irvin Kristol’le muhafazakarlığın en önemli direğinin din olduğu konusunda hemfikirdirler.  Çünkü uzun vadede “insanların karakterinim şekillendiren ve motaivasyonlarına yön çizen tek güçtür o.”
            Bütün toplumun dini aynı olduğu sürece bu gerçekten güçlü bir illiyet bağı olabilir. Bunların yanında tarihin bazı dönemlerinde dinin istikrar bozucu bir etkisi olduğunu ve özellikle dini ayrılıklar olduğunda bunu geçerlik kazandığı hatırlamakta yarar vardır.  Yirminci yüzyıla kadar Avrupanın yaşadığı en korkunç olanı Otuz Yıl Savaşlarıydı.  İngilterdeki 17 yüzyıldaki iç savaşta ve monarşinin geçici olarak ilga edilmesinde önemli bir rol oynadı. Dini ciddiye alırsanıza ave biren fazla din yorumu varsa, din birleştirici olmak bir yana korkunç bir karmaşa nedeni olabilir.  Avrupa topluluklarının Müslüman unsurları önem kazandıkçaş Avrudaki mülüman nüfus Hristiyan Avrupalılardan daha çok arttıkça bunu akılda tutmakta yarar vardır. 
            Çöok dindar ve muhafazakar olan T. S. Eliot bir keresinde şunu düşünmüştür: “Mutlak oalrak hasım dinler hasım kültürler anlamına gelir; mutlak anlamda dinler uzlaştırılamazlar.”
            Genelde muhafazakarlar ve özelde yeni muhafazakarlar bugün bir başka meseleyle karşı karşıyadırlar.  Muhafaza ve müdaafaa etmek için kafa patlattıkları toplum kapitalist toplumdur.  Kapitalizm devasa fırsatlar sunar.  Kapitalizm aynı zamanda büyük bir değşim makinasıdır.  David Schumpeter’ın meşhur ifadesiyle “yaratıcı bir yıkım”a dayanır ve öyle çalışır.  Yeni sanayiler ve neredeyse bir gecede eski sanayileri yok eder ve dolayısıyla eski toplumları. İsrikrar değil, hareket ister.  Fiziki çevreye zarar verir.  Çoğu açıdan geleneksel toplumsal yapısıyla uyuşmayan bir pop kültürü yaratmış ve kendi güvüyle beslemiştir.  Bütün siyasi ve sosyal kurumları karıştırır ve yoğun bir sorgulamaya tabi tutar. 
            Böylesine bir sistem ve muhafazakarlık  nasıl uyum sağlar?  Bu Amerikalı muhafazakarların mütemadiyen cedelleştikleri bir meseledir.  Amerikan kapitalizmini işlevsel idealini kutlarken bile etrafında onun ürünlerini görüp üzülmektedirler.  Sanırım güzel Amerikanın çirkin ve rüküş Amerikaya eninde sonunda galebe çalacağına dair bir inançtır temelde bu.  Topluımdaki kendini düzelte mekanizmalarının kendini vakfetmiş bir destekle sorunu çözeceği inancı.      
               Fakat çözmese de muhafazakarlar fıtrat itibariyle uzatmalı kayıp davalarla savaşmaya meyillidirler.  Fıtraten karamsar oldukları için karamsarlığa alışıktırlar ve “eğer ilk defada  beceremiyorsan koyver gitsin” anlayışını kabule yanaşmazlar.  Mütemadiyen deneyeceklerdir.
            Peli bugünün dünyasınd muhafazakarlığıngeçerli olduğu başka yönler var mıdır?  Avustralyaya bakıldığında ülkenin son on yıllık dilimlerde ekonomiden kültürel siyasetine yasal sistemin işleyişinden bu değişiklerin uygulanmasına, göçömen siyaseetine, nüfus yapısında özellikle büyük şehirlerde çok büyük değişiklikler geçirdiği açıkça görülecektir.  Bu noktaya kadar Avustralya siyasi sistemi ve kurumları bu değişikliklerle iyi başa çıkacak gibi görünüyor.  Bazı gerilim noktaları var tabii: bir tarafta Hansonist kaba sağcı radikaliz ve diğer tarafta  ise “Avustralyalı olmaktan utanç duyuyorum” taifesi.  Fakat sistemi tehdit eden kayda değer birşey yok.
            Peki dünyanın diğer taraflarında ahval nasıldır?  Bir tarafta Avrupa Birliği var.  Kıtanın siyasi yapısını tamanın ve kıta milli devletlerinin niteliğini, yasalarını, parasını, kurumlarını inanılmaz bir cüretkarlıkla ve radikal hamleler yaparak değiştirip teknokrat ve bürokratların hayal ve empoze ettikleri tek bir sistemi  yerine ikame etmeye çalışmaktadır.  Bütün bunlar çok farklı gelenekleri ve sistemleri, ortak dili olmayan bir kıtada olmaktadır.  Projenin tamamı demokratik kontrol ve halk desteği olmayan  seçkinler mühendisliğinin bazen Avrupa halkına projenin esası yalanlar söyleyerek teşkil edilmiştir.  Bazı ülkelerde, özellikle İngiltere’de güçlü bir dreniş olmuştur, fakat işler ciddi manada kötü giderse muhalefet öyle zaptedilmez boyutlara ulaşırsa sorumlu seçkinlerin kredisi tamamen sıfıra inebilir ve tepedeki erki geçersiz kılabilir.
            Günümüze gelecek olursak, şimdilerde ülkesini Irak’ta “millet oluşturma”nın yanında Ordadoğu’da “bölge oluşturma”ya yani mevcut yapılarda demokratik sistemlerin yaratılmasıyla değişime adamış bir Amerika başkanımız var.  Demokratik kurum, davranış ve düşünc şekillerinin bu tür gelenekleri ve tecrübeleri olmayan ülkelerde hem de birkaç yıl içinde tesis edilmesini kanısı baştan sona muhafazakarlıktan uzak hatta radikal bir kanıdır.  Muhafazakarlar geleneksel olarak siyasi kurumların yavaş ve dışardan empoze ederek değil organik olarak olgunlaşması gerektiğine inanmışladır.  Lakin demokrasi ihraç etmenin en ateşli savunucuları Amerikalı yeni muhafazakarlardır ki bu belki de onların geçmişteki düşünce tarzlarından kopmalarının gereğinden az olduğu anlamına gelmektedir.
            Amerika ve “imparatorluk” kelimesi artan oranda aynı cümle içinde ve büyüyen küskünlükle beraber anılırken, Edmund Burke’nin İngiliz İmparatorluğu 1770lerde gücünün zirvesindeysken, İngiltere Kısa zaman önce Kuzey Amerikayı ve Hindistanı imparatorluğunu katmış ve ekonomisi dünyada en büyük iken ve denizlere hakimken söylediği bir şeyi hatırlamakta yarar vardır.  Yani İngiltyere bugün Amerikanın işgal ettiği mevkiden çok da farklı olmayan bir mevkideyken. Bütün bu gücü düşünerek Burke bugünkü durum için de geçerli görünen bir ikazını telaffuz eder:

Hırsa karşı terbirler arasında, kendi hırsımıza karşı da tedbir almak yanlış olmaz.  Adil bir şekilde derim ki ben kendi gücümüzden ve hırsımızdan çekiniyorum. Birilerinin bizden çekinmelerinden çekiniuyorum...Diyebiliriz ki bu şu ana kadar eşi menendi görülmemiş  hayret uyandıran gücü kötüye kullanlayacağız.  Ama her millet öyle yapacağımızı düşünecek.  Ama er ya da geç bu hal ve gidişat bize karşı bizim felaketimizle sonuçlanacak bir birlik teşkil edecektir diye düşünmek hiç de mantıksızca düşünmek değildir.     
              




             


  

0 comments:

Post a Comment