rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

IV. Bağımsız Gerçeklik

IV. Bağımsız Gerçeklik
Tarihte hem dini hem de felsefi olarak “                gerçek nedir?” tartışması yapılmıştır.  Diğer bir tartışma ise gerçeğe yaklaşırken insanın “objektif” olabilirliği konusudur.  Gadamer’in Gerçek ve Yöntem  (Truth and Method) adlı eserindeki tartışmanın konusu, insanın tarih ve kültürü aşarak bir toplumu “gerçek anlamda nesnel” bir bakışla incelemesinin mümkün olup olmadığıdır.  Gadamer konuya, Kakuzo’nun Çay Kitabı’nda (The Book of Tea) “dünyanın olmaklığında olmak” kavramına yakın bir bakışla eğilir. Dolayısıyla insanın olması ancak yaşadığı alemdeki evrilme süreciyle ve o sürecin kendi bireysel kimliğine yaptığı katkıyla oluşumuna delalet eder.  Ondokuzuncu asırdan beri bilimsel objektiflik adıyla gerçekleşen nice tartışmaların uzantısı gibi görünen bu bakış aslında muhali ortaya koymaktadır.  Bireyin içine doğduğu dil, din, kültür, medeniyet, yasa, iklim, coğrafya, çevre ve  zaman, aslında onu zaten kendi için hazırlanmış olan bir kalıp doğrultusunda yetiştirir.  Farkında olmadan onların bir  parçası olarak yetişir insan.  Eskilerin tabiriyle insan ancak “zamanın evladıdır.”  Zaman mekandan, o çevreden, değerlerden bağımsız olarak tarihte yerini almaz;  bizzat hem zaman hem de kader her türlü etkeni içinde barındırabilecek hayat etkilerine açıktır.  Nitekim insanın oluşturduğu hiçbirşey zamanlar üstü geçerliğe sahip değil, zamanla eskimeye başlar, yenilenir, değişir, yeniden kabul de görebilir. O halde, “nesnel” bakmak bu unsurların etkisiyle aslında imkansızdır.  Her öznel olma çabası, özne olanın da nesneleştiği süreç içinde, kendini nesneleştirenlerin kendilerine öğrettikleri öznellik statüsü ile avunur.  Truman Show’u burda hatırlamak da yarar var:  “Kendine” ait olduğunu sandığı bir hayatın aslında zaten kurgulanmış bir çerçeve ve yol haritasına dönüşmesi. Bunların farkında varana kadar Truman kendi halinde bağımsız ve kendine ait sandığı hayatı yaşamaktadır.  Aslında bu hayatın kendine “biçilmiş” bir hayat olduğunu anladığında ise, gerçekliğin diğer boyutunu anlamıştır.
Gadamer’in tüm bu geleneği arkasına alarak ve Kakuzo’ya yakındır.   Öte yandan, bir “metnin” yani “tekstin” doğru yorumunun, onu yazan müellifin gerçek maksadını ortaya koymakla mümkün olduğuna ve bilim adamının metnin tarihiyle “ufuklar”ın müktesebatlarını anlatmanın usülünü bulduğu “ufuklar kaynaşması”nı gerektirdiğine inanan Friedrich Schleiermacher and Wilhelm Dilthey’nin anlayışından uzak bir çabaya girişir. Bu aslında balıkların derya içinde olup deryayı tanımlamada sıkıntı çekmesi, ya da dünyanın deryadan ibaret olduğuna dair yanılsamalarına dair  tartışmaların da kapısını açmaktadır. Her kitap kendi içinde bir mahpes ya da fanus etkisi barındırır. Okunan her kitap ve hayat yorum aşamasında kendi gerçekliğini okuyan kabul ettirmeye yönelir ve okuyan bir anlamda yazarın kafasına tam nüfuz etmişçesine hareket etmiş ve içselleştirmiş olur.  Dilthey ve   Schleiermacher’in algısında ise, öncelikle yazarın her açıdan mutlak ve değişmez bir mantıkla eseri kaleme aldığı, sonra yine mutlak ve tek bir hedefe yönelik olarak “mesaj” yerleştirdiği ve anlama ihtiyacının ancak yazarın kafasında oluşturduğu mutlak ve sabir kodları deşifre etmek gerektiği anlamını taşımaktadır ki, felfesi olarak muhaldir.  Ne yazarın değişmezliği, ne yazılan eserin tek boyutlu bir anlama kilitlenmesi söz konusu değildir.  Ayrıca yazılan eseri okuyan her birey de kendi birikim ve yetenekleri doğrultusunda, kendi benliğinde oluşan perspektiften okuyacaktır.  Hem dini hem de seküler metinlerin yorumlanmasında ortaya çıkan farklılıkların bir nedeni de dilin kendisidir.   Metni yeniden yazarcasına yorumlamayla ortaya çıkan diğer konu ise “anlam”ı metne giydirmek şeklinde ortaya çıkar ki bu durumda bile aslında metne atfedilen bir mutlak anlam vardır. Hiçbir anlam her zaman aynı değildir.  Bunda yeni nesillerin yeni anlamlar çıkarmasındaki geleceğe matuf “sır”lı anlamların açılımı olduğu gibi, eşzamanlı yorumların ardından daha soğukkanlı yorum yapma olasılıkları da olabilir. 
Nesnel olma iddiası temelde her zaman ideolojiktir.  Her nesnel olma iddiası, bir beklentiye tekabül eder. Öncelikle nesnelliği üst değer olarak kabul etmek ve ettirmek ideolojiktir.  Nesnel bakmanın bir üst değer olması da, özellikle fen-laboratuar bilimlerinde var olduğu sanılan, gerçeği bulmaya çalışan kişinin, gerçeğe dahil olmadan, ona artı veya eksi katkıları olmadan, kendiliğinden gelişen süreci izlemeye, gözlemeye muktedir olduğu yanılsamasına dayanmaktadır.  Ondokuzuncu  asırda  “Deneysel Tıp,”  “Deneysel Roman,” Realist, Natüralist ve Pozitivist ekolün temel bakış açısını oluşturan kavramlar bu nesnel gerçeklik iddiasıyla ortaya çıktılar. Farklılaşan ilgi ve bilgi alanlarının, kendi “uzmanlık” alanları doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan ederek, bireysel adlarını almaya başladığı zamanlardı.  Daha önceleri, Tanrı’nın elinde ve kurumlarında olduğuna inanılan, sonra Rönesans ve Reform ve akabinde Aydınlanma teorilerine uzanan süreçte, insanın akıl ve mantığıyla bazen İlahi olanı tercüme, bazen de telif fikirlerle oluşturacağına inancın sarsıldığını da ifade eden dönem.  Resimden fotoğrafa geçiş aşamasında ressamın öznelliğini, kendini gerçeğe katmadığı sanılan nesnel fotoğrafçı edasıyla yaklaşma eğilimlerinin dönemi. Ellere değil, ellerin yaptığı makinaya önem veren gerçeklik. 1825’te çekilen ilk fotoğrafın, Eflatun’un taklit teorisini (mimesis) andırırcasına,  bir atı geminden tutan adam resmine ait olması da manidardır. 
Ve artık bilimsellik ve onunla aynı koşumları taşıyan nesnellik, öznelliğin korumasız alanlarına tasallutta bulunur ve değişen atom teorileri ve postmodern yaklaşımlara rağmen harcıalem her konuda, “tarafsızlık,” yani gerçeğe sadıklık, yani dürüstlük ve adil bakışla özdeş hale gelir.  Bu adil bakışta empatiden çok, farklı tarafların gerçekliklerinin birbirleriyle sağlamaya tabi tutulmasıdır ki bu da mutlak olarak tarafsızlık anlamına gelmez. Farklılaşan ilgi ve bilgi alanlarının, kendi “uzmanlık” alanları doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan ederek, bireysel adlarını almaya başladığı zamanlar ondokuzuncu asırdır.  Daha önceleri, gerçeğin Tanrı’nın elinde ve kurumlarında olduğuna inanılıyordu.  Sonra Rönesans ve Reformun  evrildiği Aydınlanma teorilerine uzanan süreçte, bu inanç kaybolmaya başladı.  İnsanın akıl ve mantığıyla bazen İlahi olanı anlama, akli olanla nakli olanı uzlaştırma çabalarının ardından, nakli olanı yeryüzünün diline tercüme etme çabası giderek tamamen telif fikirlerle akli gerçekliği oluşturma çabasına dönüştü.  Resimden fotoğrafa geçiş aşamasında ressamın öznelliğini, kendini gerçeğe katmadığı sanılan nesnel fotoğrafçı edasıyla yaklaşma eğilimlerinin dönemi.  Ellere değil, ellerin yaptığı makinaya önem veren gerçeklik.  Ve artık bilimsellik ve onunla aynı koşumları taşıyan nesnellik, öznelliğin korumasız alanlarına tasallutta bulunur ve değişen atom teorileri ve postmodern yaklaşımlara rağmen harcıalem her konuda, “tarafsızlık” yani dürüstlük ve adaletle bakışla özdeş hale gelir.
Hem bilimde hem de edebiyatta, bir dönem (mukallidi olduğu) mutlak gerçeğin not edicisi , yansıtıcısı sanılan insanın, gerçeği “yaratma” çabalarının olması ondokuzuncu asırdır.  Objektifle beraber anılan fotoğraf makinasının ilk modellerinin kullanımda olduğu,[1] sanayileşmenin, sömürü ve kolonizasyonun etkilerini Avrupa’da,  toplumun kendini koruyamayan her kesiminde hissettirdiği asır.  “Romantik” dönemin tasavvurlarında bile aslında artık nostaljiyle andığı  kırsal cennetlerin yerini, hayata ve edebiyata giren acı, soğuk, vahşi yaşantılara bırakması, cinselliğin alenilik kazanarak şuuraltından edebiyat ve sanata döküldüğü asır: Zola’nın seri romanları ve Gustave Courbet’in  Dünyanın Menşei adlı resmi. Türlerin Menşei ile başlayan süreçle,  insan toplumlarının “güçlü olanın” hayatta kalacağına dair Darvinist gözlemle tasvir edildiği, insanların “kader”i muğlak ve mücerred bir yön tayin edici olarak değil,  bir sürü farklı etkenle beraber yeniden anlama çabası ve arkasından gelen Marksist başkaldırıyla “tarih”ini, kendi eliyle yazma yönündeki çıkışları.  Hegel’in yaptığı gibi tarihi konuşmak ve yorumlamak değil, onu değiştirmek zamanı gelmiştir.  Sonradan Waiting for Godot  adlı eserde yansımasını bulan anlayışın özünde, vahşi kapitalizmle gelen ezilmişlik sürecinde insanların İsa’dan beklediklerinin gerçekleşmediğini görüp, ona göre davranma tavrıdır. Ya da Nietzsche’nin çok geçmeden ifade ettiği gibi, “Tanrı’ ölmüştür ve onu biz öldürdük.” Zaten bu nedenle Marks, gökyüzünde bir yerdeki cenneti konuşmak yerine, o cenneti yeryüzüne indirmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Bu anlamda sadece Hegel’e değil, İsa’ya da karşıdır. Onun reel algısında ise, kapitalizmin reel-materyalist kavramını yeniden tanımlamak değil, reel-materyal olanın üretim, kullanım yolu ve şekline aittir.
Edebiyat ve sanatta “Realizm (Gerçekçilik)” deki “real (gerçek)” kelimesinin “materyal (maddi)” olanla eşdüzeyliğine iman eden yeni bir anlayışın, Romantizm ve Sürrealizme tepki olarak çıkması ve akabinde gelen sembolizm ve ekpresyonizme kayması aslında, izafiyet teorisi öncesinde gelişen gerçeği anlama ve aktarmadaki bireysel tavırların, katkıların, hatta yansıtmanın (reflection) aksine, yansıyanı kırmayı (“refraction”) ve hatta “real” olana bir direnişi ifade eder.  Bunun öncül belirtileri, Aristo’nun Poetika’sını yanlış çevirilerden okuyan ya da yanlış yorumlardan çıkıp, sanatın amacının tabiatı güzelleştirmek olduğu iddiasını ortaya atan Sidney’de vardır.  Buna göre, sanat olanı taklit etmekten öte, olanı daha güzelleştirerek yeniden sunar.  Yanlış okuma sonucunda çıkan bu algı aslında, tabiatı olduğu gibi kabul eden Klasik dönem felsefesinden ayrılmaktadır. Evreni “güzel (=Kosmos)” görüp öyle adlandıran Eski Yunan anlayışının tersine, onu taklit ederek sanatı üreten EY algılamasının tersine, doğayı, evreni güzelleştirmek, güzelleştirerek aktarmak isteyen bir yaklaşım vardır.
1800’lerde Romantiklerin “Real” olana direnişinin özünde, “real” olanın, ona direnene verdiği acı ve kaçma hissi ve o tür gerçekliği yaratan unsurlara başkaldırı yatmaktadır: Kiliseyle yaptığı mücadeleyi kazanan aristokrasinin kademeli olarak yerini alan ticaret ve sanayi burjuvası ve onlarla yeniden şekillenen çevreye olan tepki.  Bazı nüvelerini Rousseau’un idealize ettiği “doğal konum” felsefesinden, duyguları dışlyan akılcı yaklaşımların dışına çıkma, eski edebi kalıpların dışında yazmak isteğinden, “Yeni Dünya” ile gelen yeniden başlangıç hayallerinden, Fichte ve Schelling’in muhayyileye dair teorilerinden aldı.  Bu tepkisel akım,  “alelade insan”lara  ait ya da halkın yaşam sahnelerini konu edinirken,  kendilerinden önce özellikle Pope ve Dryden gibi “Akıl Çağı” yazarlarının kullandıkları şiir türlerini bırakıp, “balad” gibi “halka” ait olan türleri tercih ettiler.  Willam Blake “Baca Temizleyicisi,” “Londra” gibi şiirleriyle Wordsworth ve Coleridge’in Lirik Baladlarda önsözlerindeki Manifesto’ya pratikte öncülük etmiştir. Thomas Hardy’nin Tess romanında Tess’in bir anlamda el değiştirmesi bu süreci sembolik olarak ifade eder. Eski aristokrasiyle illiyet oluşturmak suretiyle kişisel ve ailevi fakirliğine çare arayan Tess’in babası onun, artık burjuvayı temsil edenlerin elinde bir anlamda kurban ederken, Tess artık, duyguları olan bir kız değil, metalaşan değerler içinde bir yürüyen metadır. Benzer bir durumu Charles Dickens’ın Zor Zamanlar’ında daha ilk sayfalarda yer alan “gerçek, gerçek, gerçek!” diye mütemadi vurgu yapan okul hocası Gradgrind’ın  aslında bizzat kendi çocukları olan Tom ve Louisa’da ihmal ettiği başka gerçeklikler olduğunu geç ve acı bir şekilde öğrenir.  Direniş, bu dönemde direnileni muhayyilede, edebiyatta ve sanatta, onu yeniden şekillendirme şeklinde tezahür eder ve Bolşevik Devrimi’ne giden yeni bir gerçekliğe giden yol açılır.   
Yirminci asır başlarında, Eski Yunan’da beşinci asırda ortaya çıkan nispiyetçi sofistlerin yaklaşımları, gerçeği belagat ve ikna gücüne yakınlaştıran görüşleri, onyedinci asırda bilimsel anlamda Galileo’nun “tep tip hareket”lerin nispiyetine değinerek ele aldığı nispiyetçiliğe dönüşmüştür.[2]  Evren kitabını matematiksel bir şifre gibi gören Galileo’dan asırlar sonra, Einstein ile atoma ve sonra hayata uygularak yeniden tanımlanması, “bilimsel” verilerle desteklenmesi bir anlamda küresel “real” olana dair tekeli kırarken,  Kutsal Kitap’ın tanımladığı evren tekeli çoktan ortadan kalkmıştı.  Artık “evrensel, monistik, mutlakiyetçi, nesnel”lik iddiaları da yersiz olmuştu.
Başlangıçta Kutsal Kitabı Latinceden, İngilizce, Almanca gibi yerel dillere tercüme edilmesine karşı çıkılmış, teşebbüs edenler cezalandırılmış, sürgüne zorlanmıştı.  Herkesin kendi dilinde anlayacağı bir Kitap, aslında Katolik Kilisesi ve Papalık mensuplarının elinden kurumsal yorumlamayı, dolayısıyla da dini, siyasi ve iktisadi gücü koparmak anlamına geliyordu. Öte yandan bu Kilisenin baskıyla oluşturduğu bir bütünselliğin bozulması anlamına da geliyordu. T.S. Eliot’ın acı acı hatırladığı onaltıncı asırdaki kopuşun özünde bu vardır.  Ayrışan Kilise ve itikad ve muamelat farklılıkları, Kutsal Roma’nın yeni parçalar halinde milletler olarak meydana gelmesine ve Batı Kültürü’nün parçalanması anlamına geliyordu.  Kendi dilinde ve aracısız olarak Kutsal Kitab’ı okuyabilmek amacıyla yapılan tercümeler engellemelere rağmen amacına ulaşmış, komunal algı yerine bireysel yorumlara yol açmış ve nihayetinde Luther ve Calvin örneklerinde olduğu gibi Protestanlığın doğuşunu ve doğal olarak çıkar kavgalarını hazırladı. İronik bir şekilde daha önceleri hoş görülmeyen bir çeviri Kral James’in onayıyla otorite Kitap oldu.  Batı kültürünün başyapıtlarından biri oldu.  
Kutsal Kitap’ın artık Kilise mensupları dışındaki insanlara da açık olmasının çok büyük etkileri arasında, tercüme aşamasında yerel dillerini imkanlarının sonuna kadar kullanılması ve anadilin anlama ve tercüme kapasitesinin, semantik ve morfolojik yetkinliğe ulaşmasına katkılar yanında, Kitap’taki temalar, hikayeler, edebi anlatım özelliklerinin de yerel dillerdeki kurgusal eserlere kaynaklık etmesidir.  Bu anlamda tercümeler, insanlara Kitab’ı “kullanma” veya istihdam etme imkanı verdi.  Nitekim, Dante’den başlamak üzere yerel dillerde milli bir şuurlanma başlarken, Kitab’ın kendi içindeki zenginlikler ve çelişkiler de keşfedilmeye başlandı.  Kitab’ın anlaşılır hale gelmesinin bir yansıması da Kutsal Kitab’ın (Holy Book) Kitab’a (The Bible)dönüşmesi oldu. Öte yandan ıstılahi olarak    “kutsal yazılar” anlamındaki “scriptures” kullanımı azalarak devam etti.  Dikkat edilirse bu terimde yazılı olma özelliği, kutsallığından daha fazla bir vurguya sahiptir.  Anadilde yazılan eserlerde bu hemen gerçekleşmese de, hatta Thomas More Utopia’sını hala Latince yazmış da olsa, matbaa da bu sürece kitabın mekanik çoğaltılması sonucu bir tür metalaşmaya sürecine girdi ve bir anlamda muamelat ve itikadı bir yana bırakan, ama Kitab’ı hammadde olarak değerlendirip kendi telif eserlerini oluşturan yazarların çıkmasına yol açtı. Kriptik olmaktan kaynaklanan esrar çözülmüş, Kitab’ın sadece ruhbaların yorumlarına göreinanılması gereken değil bireysel okumalarının mümkün olması anlayışı zamanla da “tüm inananların papazlığı” yani ibadeti yönlendirmek için özel ruhbana ihtiyaç olmadığı, herkesin bunu yapabileceği anlayışını teşkil etti.
Kutsal Kitap’ta kilise vasıtasıyla okunan hayat ve evren artık bizzat insanların yazdıkları kitaplarla yorumlanmaya başlandı. Bu anlamda onaltıncı asırdan itibaren hem kilisede Kutsal Kitap temelli ayrışmalar hem de yeni coğrafi keşifler, gazetecilğin doğup gelişmesi, romanslardan romana geçiş Kitaptan belki ilhamları olan (Joseph Andrews gibi), ama insandan insana insanın çevre, diğer cins, insanlar, kültürler ve bazen de Tanrı olan ilişkisini anlatan okumanın ötesinde yazmaya geçen bir yeni realite alanın oluşturdu.  Bunu oluştururken hep gerçeklik iddiaları önemli yer etti.  Dünyanı bir anlamda yeniden kurgulama, modüler ve minyatür dünya yaratma ve sunma faktörü romanda ve genelde sanatın özünde olan Tanrı’ya öykünme eğilimlerine hız verdi.  “Author” kelimesinin hem yazar (müellif) hem de Yaratıcı (Halik) anlamında olması bu zımni gerçeğe atıftır.  Yirminci asrın özellikle ikinci yarısında “author” var mıdır yok mudur? (Stanley Fish vb.) tarzındaki tartışmalar inceden inceye diğer “Author”a dair yönelmektedir. Dolayısıyla bir kitabın müellifi ile evrenin müellifi arasındaki illiyeti sorgulama meselesi bir nesnellik ilişkisi kurmak istemektedir.
 Ayrıca ondokuzuncu asırda yazılan kurgu eserlere hakim olan “hakim” anlatıcı, yerini gitgide eserin karakterleri ve okurları arasında köprüden çekerek, kendini hissettirmeyen yeni bir anlatıcı türüne de bırakır.  Daha objektif, daha gerçekçi olma amacı bu sefer de Freud’un formülleştirdiği bilinçaltını dışa vuran anlatım teknikleriyle anlatılır.   Artık, mesela, Flaubert, Balzac’ta, Namık Kemal’in Cezmi’sinde, Ahmet Mithat Efendi’nin Hasan Mellah ve Hüseyin Fellah’ındaki tarzda anlatıcılar kaybolmaya yüz tutarken, Serbest Dolaysız Söylem (FID=Free Indirect Discourse) türünde anlatım ortaya çıkmaya başlar.  Yazar kendi yazdığı eseri, mesela anlatıcı vasıtasıyla bir de yorumlamak yerine, yorumu okuyucuya bırakacak tarzda, bazen eseri ucu açık tarzda bırakarak, okuyucuyu bir anlamda eseri yazma sürecine de katmıştır.  Henry James, Joyce, Proust vb. Belirgin örnekler sunacaktır. Her ne kadar, gerçeği anlatma, yerini sosyalist gerçekliğe doğru evrilse ve yirminci asrın ilk yarısında yazarlarda bir önceki asrın gerçekliğini “zamanın ruhu”ndan değil ideolojik ısrarla devam ettirse de, romanın genel gidişatında anlatıcı çok değişiklikler geçirmiştir. İlgin bir şekilde, bizzat anlatıcının gerçekliği, güvenirliği tartışma konusu  yapılmış, Zülfü Livaneli de bunun güzel bir örneğini Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm’de vermiştir. 
Takvim, zaman, zaman tüneli temaları  ile yazılan eserler ve yapılan filmlerde ortak nokta, bugün için de geçerli olan bir konuya eğilmektir:  Tarih 2009 olsa da her insan her ülke her medeniyet takvimdeki tarihi, o tarihte var olsa da yaşamaz.  EY mitolojisinde Gaia mekanı temsil ederken, Uranus, sonra Kronos (zaman) ve ona hükmederek başa geçen Zeus, hem zamana hem mekana hükmetmedi tanrısal gücü temsil eder. Bu nedenle, artık tarih Zeus’le başlayan bri süreçtir.  Gaia ve Kronos kaybolmuştur.  EY kültüründe “Atlantis” efsanesine yapıln atıflar, o dönemin mutsuzluklarını, idealize edilen bir eski dönemle karşılaştırmak ve mazi ile farklardan yola çıkarak hale dair yorumlar yapmaktadır. Altın çağ artık geride kalmıştır.  Nitekim, bu algılamayı Ovid’in tarih dönemlerinde bakışında da görmek mümkündür.  Kendi döneminin insanlarını bronz nesile  benzetir Ovid.   Zaman kavramındaki sıfır medeniyet noktaları, milatlar oluşturmak suretiyle dış “kültür” etkilerinden tamamen uzaklaşarak insanı doğa laboratuarındaki potansiyelini ölçmek isteyen eserler yazıldı, filmler yapıldı.  Özellikle Endülüs’ün yok edilmesi ve Amerika’nın keşfinden sonra, yeniden olma, yeniden başlama denemelerinin edebiyat eserlerine yansıdığı açıktır.  Oroonoko, Robinson Crusoe, Gulliver’s Travels, Tarzan, Lord of the Flies, Brave New World ve daha niceleri.
Daha önceki ütopyaların aksine, belki kutsal kitaplarda ki Aden Cenneti ve Cennet haricinde, Amerika’nın keşfi, yeni bir başlangıç temasını ilham olarak dünyaya sunarken, Amerikan kimliğine dair kimi teorilerin de temel dayanağı oldu.  Tarihçi Turner, “Amerikalı” yı,  “Amerika toprağı”nın oluşturduğu bir kimlikle tanımlarken (Frontier=Serhat), Creveccoeur’un coşkuyla ilan ettiği bu “yeni adamı”ı yine onun hatasını tekraren, Avrupa’dan miras aldıkları ön yargıları “geride bırakmış,“ yeni kıtada oluşmuş yepyeni bir kimlik olarak tanıtarak, zamanında kabul görmüş bir yanlışlığa imza atmıştır.  Halbuki, üstündeki giysilerden yanlarında getirdikleri alet ve tohumlara kadar buram buram kokan bir Eski Dünya vardı.  Robinson’un çıktığı adadaki hayatında en önemli unsurlar da, sık sık okuduğu Tevrat ve zaman fikri, gemiden kurtardığı, alet edevat, silah ve cephanedir.  Nuh’un gemisi ne kadar, eski dünya ile yeniden kurulan dünyayı birbirine daha minyatür boyutta da olsa bağlıyorsa, Robinson’un adadaki  hayatında da eski dünyayı hem ona dair teknoloji hem de onları kullanma bilgisine kadar bir sürü unsur vardır.  Belki onların başında da onu adanın en yüksek tepesine çıkıp “Ben adanın kralıyım” demesi ve Cuma ile ilişkisinde kurmak istediği paradigmadır: efendi ve köle ilişkisi. Bu açıdan Robinson için milad, gemisinin harab olmasından sonra adaya çıkışıyla başlar, adadan ayrılması, tekrar ama yeni biri olarak İngiltere’ye dönmesi de bir başka miladı ifade eder.
Her milad oluşturma isteği yeniden olmak isteği ve temelde oldurmaya yönelik bir ideolojik temayülü içerir.  Tarihin merkezine inmeyi değil, onu yeniden oluşturmak suretiyle, ta başına kendini koymak suretiyle, öncekinin reddini, silinmesini, hafızalardan ve tarihten “eski” ve “kokuşmuş”lar çöpüne atmayı  murat ederken, yeni miladı tek milad, bir “tabula rasa,”  tertemiz milad olarak görmek ister. “Milad”ın anlamının doğum zamanını ifade etmesi de yeni doğan bebekle özdeşleşen masumiyet ve temizlikle birleşir, milletlerin tarihindeki takvim değişiklikleri, kişilerin hayatlarında sorgu dönemleri tevbe anları ve Hac gibi ibadetlerin, “hidayete erme,” “ışığı bulma,” “yeniden doğma,”  “uyanış”  mantığının arkaplanını ifade eder. Kültür ve edebiyat  tarihi boyunca “uyku ve uykudan uyanış” teması her insana aşina gelen bir eylem, ama aynı derecede çarpıcı gelen sembolik çağrışımlarıyla,  sık rastlanan bir  anlatı mecazı olarak ortaya çıkar.  Özellikle felsefi, dini ve ideolojik devrim ve dönüşümlerin, kişisel değişimlerin, ihtida ve irtidat hadiselerinin, kimlik değişiklerinin, yani bir gerçek silsilesinden, bir ruh ve bilinç alanından diğerine  geçişin ya da intikalin olduğu anı ifade etmek için kullanılır.  Her inanç sistemi genel anlamıyla bir ideo-(=fikir sistemi) loji(=logos=söylem ve mantık silsilesi) olarak algılandığı için, A ideolojisi bir uyumayı ondan B ideolojisine geçiş ise uyanışı ifade edebilir.  Tersi de aynı derecede doğru olabilir. Uyanış illa boş, amaçsız ve “ideal” olmayandan gaye yüklü, hedefe yönelik ve ülkü eksenli bir anlayışa terfi anlamına gelmez.  Bakış açısının derinlik ve sabitliğine göre aynı tür bir dönüşüm bir tür tenzili de ifade edebilir. 
Ayrıca insanın tercihleri kendince daha uygun ve daha hayırlı saydığı yönde olacağı için bu tercih, süreç-sonuç değerlendirmesi bir yana ister vehim isterse fehim olsun veya uykudan uyanışa olduğu kadar bir uykudan diğerine geçiş anlamında olsun, iyi kabul edilmesi gereken bir durumdur.    Mesela bir hristiyanın ihtida etmesi müslümanların zaviyesinden bir teşerrüf ve terfi hadisesidir.  Öte yandan  irtidat eden bir  müslüman (diyelim ki hristiyan olsun) bir tenzil ile tezelzül (zillete düşme) ile muhatap olmuştur. Bu tür dönüşümlerin farklı tezahürleri olabilir elbette.  Öte yandan kimi ateistler de o zamana kadar var olduğuna inandığı bütün değerleri inkar sürecinin sarhoşluğu ile kendini bütün değerlerin üstünde, onlara müstehzi edayla “gafiller, siz hala uyumaya devam edin bakalım!” tavrıyla  kendini mutlu hissedebilir.  İnanma onun için esareti ifade ederken, inanan için mutluluk ve hatta hürriyetin temel unsuru olabilir.  Aynı ateist bir değer silsilesini inkar etmekle Allah’dan bağımsız bir düşünce sistemi içine girdiğini, artık “dehasıyla” her sınırı aşıp, bütün engelleri tepelediğini düşünürken, bizzat bir başka insanın inşa ettiği zihin ve kelam mahpesine kendini gönüllü zincirlemiş de olabilir.  Şeytan’ın Avukatı filminde Lucifer’in kendini Tanrı ile rekabette ve özgürlükçü olarak tanıtması buna delalet eder.  Her özgürlük bir limandan hürriyetle kopmayı ve bir başka limana esareti simgelemektedir. Her özgürlük bir sapmayı ifade eder I’ ya da dan L’ye U’ya veya Y’ye kadar değişen tarzda sapmaların hepsi kendi içinde özgürlükle beraber çizginin doğrusallığından ayrılan. Her sapmanın kendince sıkıntıları ve hazları da kendi iç dinamikleriyle avunur.
Schaeffer’in Equus adlı oyununun Türkiye’de solun sahiplenmesi, tercüme etmesi, sahnelemesi ve izlemesi, aslında oyundaki Hristiyan öğretilerine kindar bir intikam duygusuyla İsa’yı temsil eden atı kör ederek yaklaşan Oedipal “kahramanı” çok sevmeleri ya da Hristiyanlığın bugün kafası çalışan kendi mensuplarını da tatmin etmekten uzak doktrinleri değildi. Doğrudan yapamadıklarını özelde İslam’a genelde dini vurma işini, gölge oyunu taktikleri ve “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” şeklinde formülleştirilen, şarka özgü dolaylı stratejinin Batıcı müsteşrikçe yorumlamasıydı.  Bu şekilde bir bağımsızlık anıtı dikmişlerdi kendilerince, ama aynı sol (eğer oyunun çağrışımlarını anlayacak kadar zaman olduysa) Marksçı ya da Marksça sistemleri hiçbir zihinsel, kültürel filtreye tabi tutmadan kırkbayırda beklemeye alırlardı.  Ama Türkiye’dir burası, eski Yunan tiyatrosundaki gibi maskelerle çıkılır sahneye.  Ve “dünya bir tiyatrodur...”  İdea’nın kalkıp “logos” zihin cambazlığına dönüştüğü post-modern, ama pre-mortem.  Silinen hafızalar ve silinen tarih, formatlanan ve yeniden matrikslere oturtulup yeniden yazılan kültür.  Fecr-i kazible uyanan, ama fecr-i sadıkla “bu da yalan” diye uykuya dalan kültür.  Devrim, yeni bir tarih, yeni bir olma yeniden doğma ümidi olarak kaldı. Yeryüzündeki cennete ramak kala, cennetten kuraklık haberleri peyda etmişti.  Equus’la sol kesimin Türkiye’de yapmak istediğini, Minyeli Abdulllah isimli romanla da Hekimoğlu İsmail yapmıştır.  Dini inançlarından dolayı baskı çeken Abdullah başka mekanda ve başka adla ifade ediliyor olsa da, aslında Necp Fazıl’ın Din Mazlumları adlı eserindeki temanın kurgu diliyle anlatımından ibarettir.  Türkiye de iki kabilenin de hakim görünen kabileye ve rakip kabilelere olan tavrı hep bu tür bir kriptik, mecazi dil ve anlatımla çağrıştırma yoluyla olmuştur.  Alman işgali sırasında, EY’da yazılan Sophocles’in yazdığı bir eserin, hakkının gasbedildiğine inanan ve bu uğurda mücadele veren kahramanın adıyla (Antigone, Jean Anouilh) anılmasının nedeni, sansür ya da cezaya maruz kalmadan bir “mesaj” vermektir. 
Bu mesaj, Hamlet’te  Hamlet’in, babasının katili olduğunu düşündüğü  amcasının gerçekten katil olup olmadığı anlamak için bir oyuncu grubuna suikast sahnesini oynatması gibidir.  Amcası oyunu izlemekte ve oyunun kendini anlattığını bilmektedir, ama en ufak bir kızgınlık itiraf niteliği taşıyacaktır.  Bu nedenle susması ve sukunetle oyunu izlemesi ve kendi de dolaylı yoldan buna karşı önlem almalıdır.  Öyle de yapar, Amca-Kral Claudius Hamlet’i sürgüne gönderir.  Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal de bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre’yi yazdığında hafi dille zahiri oyununu yazmıştır.  Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiş olan oyun,  Namık Kemal Mağusa’da sürgündeyken yazdığı Gülnihal’de baskıya ve zulme karşı duyduğu tepkiyi dramatik bir biçimde dile getirmiştir.  Oyunun sahnelenmesinde pek çok bölüm sansür tarafından çıkarılmıştır. Namık Kemal Kıbrıs Mağusa’da sürgün günlerini geçirdiği zamanlarda diyet öder ve bir yandan Moğollar’a karşı İslam dünyasını koruyan Celaleddin Harzemşah’ın kişiliği çevresinde gelişen İslam Birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergileyen eserinin yazar.  Olmaklığın oldurmak için çabası.



[1] Photography is the result of combining several technical discoveries. Long before the first photographs were made, Chinese philosopher Mo Ti described a pinhole camera in the 5th century B.C.E,[1] Ibn al-Haytham (Alhazen) (965–1040) studied the camera obscura and pinhole camera,[1][2] Albertus Magnus (1139-1238) discovered silver nitrate, and Georges Fabricius (1516-1571) discovered silver chloride. Daniel Barbaro described a diaphragm in 1568. Wilhelm Homberg described how light darkened some chemicals (photochemical effect) in 1694. The fiction book Giphantie (by the French Tiphaigne de la Roche, 1729-1774) described what can be interpreted as photography.
For years images have been projected onto surfaces. According to the Hockney–Falco thesis as argued by artist David Hockney,[3] some artists used the camera obscura and camera lucida to trace scenes as early as the 16th century. However, this theory is heavily disputed by today's contemporary realist artists who are able to create high levels of realism without optical aids.[4] These early cameras did not record an image, but only projected images from an opening in the wall of a darkened room onto a surface, turning the room into a large pinhole camera. The phrase camera obscura literally means dark chamber. While this early prototype of today's modern camera may have had modest usage in its time, it was an important step in the evolution of the invention.The first permanent photograph was an image produced in 1825 by the French inventor Joseph Nicéphore Niépce on a polished pewter plate covered with a petroleum derivative called bitumen of Judea. Produced with a camera, the image required an eight-hour exposure in bright sunshine. Bitumen hardens with exposure to light. The unhardened material may then be washed away and the metal plate polished, rendering a negative image which then may be coated with ink and impressed upon paper, producing a print. Niépce then began experimenting with silver compounds based on a Johann Heinrich Schultz discovery in 1724 that a silver and chalk mixture darkens when exposed to light.
In partnership, Niépce (in Chalon-sur-Saône) and Louis Daguerre (in Paris) refined the existing silver process.[5] In 1833 Niépce died of a stroke, leaving his notes to Daguerre. While he had no scientific background, Daguerre made two pivotal contributions to the process. He discovered that exposing the silver first to iodine vapour before exposure to light, and then to mercury fumes after the photograph was taken, could form a latent image. Bathing the plate in a salt bath then fixes the image. On January 7, 1839 Daguerre announced that he had invented a process using silver on a copper plate called the daguerreotype.[6] A similar process is still used today for Polaroid photos. The French government bought the patent and immediately made it public domain.
[2] On 15 January 1633, Galileo wrote to his friend Ella Diodati setting out his views on why the Bible should not be treated as literally true. At this time he was in deep trouble over his claims that the earth moved and was facing a trial which took place a few months later. We give a translation:


When I ask: whose work is the Sun, the Moon, the Earth, the Stars, their motions and dispositions, I shall probably be told that they are God's work. When I continue to ask whose work is Holy Scripture, I shall certainly be told that it is the work of the Holy Ghost, i.e., God's work also. If now I ask if the Holy Ghost uses words which are manifest contradictions of the truth so as to satisfy the understanding of the - generally uneducated - masses, I am convinced that I shall be told, with many citations from all the sanctified writers, that this is indeed the custom of Holy Scripture, containing as it does hundreds of passages that taken literally would be nothing but heresy and blasphemy, for in them God appears as a Being full of hatred, guilt and forgetfulness. If now I ask whether God, so as to be understood by the masses, had ever altered His works, or else if Nature, unchangeable and inaccessible as it is to human desires, has always retained the same kinds of motion, forms and divisions of the Universe, I am certain to be told that the Moon has always been round, even though it was long considered to be flat. To condense all this into one phrase: Nobody will maintain that Nature has ever changed in order to make its works palatable to men. If this be the case, then I ask why it is that, in order to arrive at an understanding of the different parts of the world, we must begin with the investigation of the Words of God, rather than of His Works. Is then the Work less venerable than the Word? If someone had held it to be heresy to say that the Earth moves, and if later verification and experiments were to show us that it does indeed do so, what difficulties would the church not encounter! If, on the contrary, whenever the works and the Word cannot be made to agree, we consider Holy Scripture as secondary, no harm will befall it, for it has often been modified to suit the masses and has frequently attributed false qualities to God. Therefore I must ask why it is that we insist that whenever it speaks of the Sun or of the Earth, Holy Scripture be considered as quite infallible?

On 22 June 1633 Galileo, having been found guilty at his trial, was forced to make a 'confession' to the Cardinals of the Holy Office of the Church. He read from the text of which a translation is given below:


I, Galileo Galilei, son of the late Vincenzio Galilei of Florence, aged seventy years, being brought personally to judgment, and kneeling before you, Most Eminent and Most Reverend Lords Cardinals, General Inquisitors of the Universal Christian Commonwealth against heretical depravity, having before my eyes the Holy Gospels which I touch with my own hands, swear that I have always believed, and, with the help of God, will in future believe, every article which the Holy Catholic and Apostolic Church of Rome holds, teaches, and preaches. But because I have been enjoined, by this Holy Office, altogether to abandon the false opinion which maintains that the Sun is the centre and immovable, and forbidden to hold, defend, or teach, the said false doctrine in any manner ... I am willing to remove from the minds of your Eminences, and of every Catholic Christian, this vehement suspicion rightly entertained towards me, therefore, with a sincere heart and unfeigned faith, I abjure, curse, and detest the said errors and heresies, and generally every other error and sect contrary to the said Holy Church; and I swear that I will never more in future say, or assert anything, verbally or in writing, which may give rise to a similar suspicion of me; but that if I shall know any heretic, or any one suspected of heresy, I will denounce him to this Holy Office, or to the Inquisitor and Ordinary of the place in which I may be. I swear, moreover, and promise that I will fulfil and observe fully all the penances which have been or shall be laid on me by this Holy Office. But if it shall happen that I violate any of my said promises, oaths, and protestations (which God avert!), I subject myself to all the pains and punishments which have been decreed and promulgated by the sacred canons and other general and particular constitutions against delinquents of this description. So, may God help me, and His Holy Gospels, which I touch with my own hands, I, the above named Galileo Galilei, have abjured, sworn, promised, and bound myself as above; and, in witness thereof, with my own hand have subscribed this present writing of my abjuration, which I have recited word for word.

0 comments:

Post a Comment