rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

KÜRESELLEŞME VE ABD

GLOBALİZM VE AMERİKA’YI ÜÇÜNCÜ DÜNYADA GÖRMEK
METİN BOŞNAK
14 EYLÜL 2001

“Tarih ne rakkamla başlar ne rakkamla biter; takvimler biribirine dönüşür sadece.” MB
            I.
1990 yılında komunist ideolojinin Sovyet kanadının çöktüğünü adeta mücessem olarak ifade eden tarihi gelişmelerden biri Berlin duvarının yıkılması, ikincisi bu duvarın parçalarının, “yeni dünya düzeni” yani globalizmin herşeyi  metalaştırıp mevcut sermayeye eklemlemek amacına uygun olarak albenili paketlere konulup Avrupa ülkeleri ve Amerika’da bir zafer nişanesi, ganimeti ve hatıra olarak büyük marketlerde satışa sunulması idi.  Satışa sunulan pekçok şeya arasında Kızılordu üniformaları, rütbeler, nişanlar ve hatta bayraklarda vardı ki bu vaktiyle yapılan büyük propaganda ve karşı-propagandalarla dünyayı titreten Sovyetlerin harbi kaybettikleri ve kıymet-i harbiyelerinin kalkmadığı anlamına geliyordu. Ardından gelen, 1988’de seçilerek başkan olan, Reagan’ın dünya kovboyluğu temasına kendini kaptırmış Başkan Bush’un ezeli rakip ve düşman “Sovyet İmparatorluğunun” yıkılmasıyla kendinden geçmiş vaziyette artık “Yeni Dünya Düzeni”nin başladığını ilan etti.  Bir üçüncü gelişme ise yine 1990 yılı içinde Moskova’da bir McDonalds lokantası açılması idi ki burada Ruslar iki saat kuyrukta bekledikten sonra “fast” olarak “food” yiyorlardı. 
Bu olaylar özellikle Amerikan yönetimi ve halkı için artık büyük şeytanın bacağını kırmak, kendi yaşam tarzlarının dünyada kabullenildiği anlamına gelirken, Rusya ve Doğu Bloku için yeni bir dünyaya açılmanın keyfini ve aslında o nefret ettirilikleri sistemin güzel sayılacak bazı tarafları olduğu anlamına geliyordu.  Diğer ülkelerde ise daha bunun anlamını kavramadan oluşan bir iyimserlik havası, artık barış, hürriyet, demokrasi, dostluk vs. Unsurların yerleşeceğine dair 19. yy.daki iyimserliğe benzer bir  hava oluşmuştu.   Türkiye’de sağ “Moskof psikozu” ndan kurtulmanın sevincini yaşarken, sol babasız kalmış evlat gibi bir burukluığa garkoldu.  Özal’ın çikolataya buladığı liberalizmin taraftarları ise sevinçten uçuyor, “bakın bizim dediğimize geldiniz” demenin keyfini yaşıyordu.  Çok geçmeden bazı solcular ise, “babamız öldü, yaşasın yeni babamız!” dercesine eski babalarının yanlış uygulama ve yorumlarından şikayetle yeni babanın yani Çin’in erdemlerinden bahsetmeye başladılar.  Çin ise zaten on yıllardır Amerika’nın “favorite trade partner”i rolünü iyi oynayıp Rusya’dan kurtulmuş ve fakat kapalı ve ketum devlet geleneği ile bundan sonra olabilecekleri Tiananmen Meydanı gösterilerinden aldığı açık dersle değerlendirmeye almıştı.  Japonya’dan sonra kendi ülkesinde başlayan muhalefetin etkileri ortaya çıktıkça pusuda puslu havayı koklamaya koyulmuştu.

II.
            Amerikan’ın Pentagon’dan aldığı direktifler doğrultusunda hem muhtemel uzaylılar hem de ezeli ideolojik rakibi Sovyetlere karşı geliştirmek istediği Uzay Savaşları projesi Reagan’dan beri Amerikan’ın hem “yeni frontier” alanı oluşturmak hem de 19. asırdan beri sürdürdüğü dünya hakimiyeti hedefinin bir parçası idi.  Moral açıdan bütük önemi olan bu proje, ekonomik olarak da çok büyük meblağlara ulaşmış ve hem ülke dışındaki üslerin maliyeti hem de federal bütçeden güvenlik sistemlerine ayrılan bütçesi Baba Bush döneminde ortalama 400 milyar dolar açık vermesine neden olmuştu.  Bu gerçek aslında Soveytlerle mücadele ederken Sovyetleşmenin de bir göstergesiydi çünkü Sovyetler de halkın ürettiğini ona refah olarak değil silahlanmaya yönelik bir ağır sanayiye kaydırarak tercihini kullanmıştı.  1980lerde çeşitli vesileler ile yapılan silahsızlanma görüşmeleri ve andlaşmaları aslında bir gelecekte bir felakete hem maddi hem manevi yatırım yapmak anlamına gelen bu deliliğe dur deyip milli kaynakları halka yönlendirmek olduğu kadar ve belki daha da önemlisi Rusyanı aşırı merkeziyetçi ağır sanayiye dayalı ekonomisini de çökertmek amacı taşıyordu.  Dünya halkları ise bu olaylara artık daha rahat nefes alma zamanının geldiğine dair ümitlerle katıldı.
            Nitekim, aslında Rus ideolojisine de aykırı olan ihtiyaçtan fazlasını üretmek ve ihraç etme mantığı hantallaşan makinalar ve zaten hantal olan idari yapılanmanı üzerine Rusya’nın en güçlü olduğu devlet menfaati amaçlı ağır sanayisi üretmeyi esasen çok yavaşlattığı gibi, mevcut silahların imha yoluyla azaltılması andlaşmalarına Gorbaçov’un koyduğu imza ile de belkemiğine ağır bir darbe aldı.  Mevcut sanayini insan bazlı üretime dönüşümü ya çok pahalı ya da imkansızdı.  Zaten orta ölçekli işletmeler yok denecek kadar azdı ve küçük işletmeler ise hiç yoktu.  Buna Sovyetlerin mezkezden yönetim ve halkarın hiç ayrılmaması için mutlak entegrasyon adına izlediği hammaddenin bir kardeş Sovyet ülkeden alınıp alınması, üretimin ise bütün unsurlarıyla bir başka kardeş ülkede yapılandırılması, sonra tekrar bütün kardeşlere (kardeşçe olmasa da) dağıtılması sonucu Sovyetlerin kan kaybı arttı Glasnost ve Perestroyka ile de Batı kapitalizminin kapılarını araladı.  Bütün bunlara ne ülke ne de insanları hazır değildi ve nitekim hasta kalbini tedavi için masaya yatan Rusya’ya yapay kalp takılmış oldu, ama yerine doku uyuşmazlığı her halde aşikardı.  Bunlar yapılırken, daha önceleri tek kanallı devlet televizyonunun siyah beyaz ekranından dünyadaki en müreffeh halk olarak kendilerini görüp gösteren devlet mekanizması, özellikle Avrupa’daki uzantıları yoluyla Batı’nın kendilerine gösterildiği gibi sürünen aç biilaç insanlardan oluşmadığı zaten gören halklara şimdi “açılmak” yoluyla onlar gibi yaşama imkanlarını doğacağını anlatmaya başladı. 
Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra kamyonlarla doğu Berlin’e götürülüp Helmut Kohl’u da birleşmeden dolayı politikacıdan devlet adamlığına terfi ettiren süreç böylece başladı.  Yoldaşlar artık birbirlerini ezercesine Çitika muz yağmalıyorlardı kamyonlardan.  Ayrıca Doğu Avrupadaki Sovyet askerleri unutulmamış, onlara ülkelerine dönünce Alman parasıyla binlerce lojman sözü verilmiş ve hala komunist olanlara müellefe-i kulup  fonundan paralar ayrılmış ellerinde rubleler birebir oranda Batı Alman markları ile değiştirilmişti.  Rusya’nın olan bitenleri anlaması bir kaç yıl aldı tabii ve akabinde hem sanayi tesislerinin darmadağın olarak rantable olmayan şekilde hem de şuurlanmasının getirdiği endişe  ile Rusya IMF ile de tanışınca SSCB yeni bir ad ve Batılı bir mantıkla Commonwealth olarak eski Sovyet cumhuriyetlerini tekrar kanatları altına almaya girişti, ama ne Rusya ne de KGB ve Kızılordu -ki uzun zamandan beri Clinton’dan aldığı ilhamla olsa gerek konserler veriyor- eskisi gibi değildi.  İnsanlar artık Azeybaycan’da çektiği fotoğraf negatiflerini Moskovaya göndermek zorunda değildiler, ama ne eski sistem kalmıştı ne de yerine yeni bir sistem kurulmuştu.  Temel ihtiyaç maddelerini dahi bulamayan halk kuyruklara girmeye başlamış, Rusyanın 1917 model traktörüne 1990 model bir arabanın lastiği takması onu hızlandırmamıştı.  Eskiden mal olmadığı için tasarruf etmek zorunda kaldıkları Rubleler şimdilerde ne kira ne de ihtiyaç maddelerine yetiyordu.  Artık nadiren de olsa vitrinlere kapitalizmin nimetleri-ağırlıklı olarak, son model Mercedes ve BMW gibi arabalar dahil olmak üzere  lüks tüketim ve kozmetik maddeleri- girerken  Rusya’da özelleşen ilk kurumlar Mafya ve Fuhuş oldu.  Liberal olmak isteyen Rusya libertine olarak başladı işe. Devlet mafyası özel sektör oldu ve özellikle kontrol boşlıkları olan yerlerde kaçakçılık ve haraç kesmeye başladılar. Kurnazların bir kısmı Almanya’da yaşamamalarına rağmen Birleşik Almanya sürecinde ruble verip DM aldılar, diğerleri de Marxist ideoloji bile yeri olmayan fuhuş sektörüne girerek yeni Rusya’nın ilk müteşebbisleri olarak yabancı sermaye çekmeye ve ülke içinde küçük ve orta ölçekli ticari işletmeler kurmaya başladılar.   Enflasyonla tanışan halk birikimlerinin erimesi karşısında nostaljik toplantılar da yaptılar, ama zaten Çernobil’e gömülmüştü Rus teknoloji ve ekonomisi.  Bu da daha sonraları Yeltsin’i, bir kahrman kukla olarak tarih sahnesine çıkaran olaylarda asıl hedefin açılım ve demokrasi karşıtı olmak değil, halkın muhatap bulamadığı açlık müşkülatını dillendirmek için yapılmış protesto göterilerine komunist özlemlerle yanığp tutuşan insanlarmış gibi tanıtıldı.  Gorbaçov yıpranmış, miyadını doldurmuştu, yerine Yeltsin böylece bir demokrasi kahramanı askerin tankına meydan okuyan votka şövalyesi olarak oturdu.  Rusya’nın halk açısından yüzü ile iktidardaki yeni oligarşik yüzü medya kozmetiği ve parfümleri ile böylece kapatıldı.  Vinçle ve alkışlar eşliğinde kaidesine yerleştirilen Lenin ise uzun yıllardır ayakta kalmanın getirdiği yorgunlukla daldığı uykudan kalkacak durumda değildi.                 
III.
            SSCB’nin dağılma sürecine girmesinde en büyük katkısı olanlar Helmut Kohl ve Bush idi.  Bu süreçten Rusya’ya yönelik endişeleri olan Çin ve Japonya da memnundu esasen.  Japonya kimi Rus adalarını parayla satın alma talebine kadar işi götürürken, Çin tarihsel Marxist yorumların farklılıkları ve jeo-politik endişeleri nedeniyle sevincini saklamazken diğer yandan da buradaki “karşı-devrim” parıltılarından korkularını kendi içindeki farklılıklarından dolayı zaten bastırdığı ırk ve anlayışları daha da baskı almak yoluna gitti.  Uygun Türkleri, Tibet meselesi ve 1999 yılında İngiltere’den devraldığı Honk Kong, Çin için bugün de üzerine titrediği kozalardır.  Kültürel ve ticari etkileşimin artması ve sermayenin fertler bazında birikimi, artan boş zaman ve yeni talepler, ayrıca özellikle Amerika’nın muhalif unsurlara veregeldiği destek Çin’in  kabusları arasında yer almaya devam edecektir.  Maoist yaklaşım zaten uzun zamandan beri kapitalizmle flört halinde, hatta arasıra gizli tehlikeli lakalar kuragelmişti. Afganistan’ın Rus işgalinden sonraki yapılanmasında Amerika kadar olmasa da Çin’in rolü vardır ve Kazakistan’la beraber Afganistan’ı da ejderhanın dişlerine emanet etmeyecektir ABD.  Japonya’nın hem ekonomik sıkıntıları hem de iç siyasi çekişmeleri ve dünyanın yapılanmasında siyasi manada etkin olmaması da ABD lehine bir koz olarak ortada durmaktadır.  Ayrıca Japonya’da yüksek gelir düzeylerine rağmen, halkın yönetimde demokratik etkin olmaması, kendi kültür yapısından gelen İmparator’a tanrısal bir itaatle bağlılık hissi patrona ve devlete sorgusuz itaati getirdiğinden, halk daha farkına varmadan pekçok şeyin siyasilerce Amerika ve Japon kapitalizmi lehine kotarılmasına zemin hazırlamaktadır.  
IV.
            Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Baba Bush, Yeni Dünya Düzeninin başladığına dair zafer sarhoşluğuyla karışık bir heyecanı bütün dünyaya ilan etti.  Bu açılışın kurdelasını Bush Körfez Savaşı ile kesti.  Buradan alacağı yedek destekle Bush ikinci defa seçilmeyi garanti edecekti, fakat uzun süredir ülkede yıllık ortlama 400 milyar dolarlık bütçe açığı Japonya ve Avrupa ülkeleri lehine büyümekte idi.  Amerikan halkı Vietnam psikozunu atmak amacıyla elde edilen bu tek kale maç zaferinden memnundu, ama  öyte yandan vergiler, sağlık ve eğitim konusunda yani kendilerine materyal anlamda daha doğrudan ulaşacak imkanlara da susamışlardı.  Alım gücü ve ücretleri uzun zamandan beri düşen halkı Saddam’ım Kuveytteki “demokrasiye” yaptığı saldırıyı önlemek için sergilenen askeri kahramanlıklar da avutmuyordu.   İşin bir ilginç yanı da yapılan bazı anketlerde Amerikalı kadınların azımsanmayacak bir oranda Saddam Hüseyin’i “yakışıklı” veya “sexy” buldukları ortaya çıkıyor, CNN de bunları açıklıyordu. Savaş yüzünden artan petrol fiyatları ve onların genel fiyatlara yansıması zaten epey rahatına düşkün Amerikan halkını rahatsız etmişti.  Bu nedenle herşeye rağmen Bush değil Clinton’u başkan seçtiler.  Saddam Hüseyin savaşı, Bush da seçimleri kaybetti.  Baba Bush’un seçimleri kaybetmesinde 1989 yılında Savings and Loans Bank’taki birkaç milyar dolarlık yolsuzlukta oğlunun payının da var olduğunu sanıyorum.   Bir başka etken de Bush’un İsrail’i iyiden iyiye himaye etmesi ve bunun vergi mükelleflerinde rahatsızlık yaratması.
Zaten apolitik bir toplum olan Amerikan halkının Clinton’a aslında toplam nüfusun yüzde 10-13 arasında bir yere oturan seçmen kitlesi talip oldu.  Bu durum sinematik Reaganizmin uluslararası reel politik Reaganizme dönüşen Amerikan  emellerinden vazgeçmek anlamına gelmiyordu.  Uluslararası hatta gezengenlerarası  kovboyluk projesinin askıya alınması değildi mesele.  Clinton silah ve askeri yatırımlarını azaltmak daha rantable olarak güvenlik bütçesini kullanmak yönünde hareket ederek bütçede doğrudan halka yarayacak bütçelere ağırlık verdi.  Zaten oy kullanma oranı seçmen nüfusunun yüzde kırkbeşini geçmeyen Amerika’da onun sunduğu bu model Amerikan jandarmalığı hülyasını reddetmek değildi, ama vergi mükelleflerine daha çok göz kırpmak, gelirlerin çalışanlar lehine kullanılmasından bahsederek, başkanlık yarışlarında daha genç ve dinamik görüntü vererek, daha önce Dukakis’in düştüğü hatalara düşmeden, kendisine yöneltilen sorulara şerbetin dozunu iyi ayarlayarak cevaplar verdi.  Daha halkçı bir başkan modeli çizdi kanvaslara.  Eşindeki kozmetik değişiklikleri de stilist ve estetisyenler vasıtasısla halledip daha bir imaj tamamladı.  Ne de olsa Amerikan halkında bu çifte standartlar vardı.  Kendileri ayrı, çocuksuz ve yerine göre “liberal” ve “libertine”hayatlar” sürseler de Başkanlarından hep “american values,”  “family values,” ve tarih şuuruna sahip olmalarını isterdi.  Hatta “George Washinton hayatında hiç yalan söylemediği” için   Başkanlarının da bu sünneti takip edenlerden olmasını isterlerdi.  Yalan ile politik konuşmalar, retorik ve tedbir istihdamını ise karıştırmamak lazımdı.  Ayrıca Clinton’da J.F. Kennedy’i andıran bir şeyler vardı sanki. Gerçi Kennedy’ler Katolik’ti ve seçim kampanyalarında bu konuda epey tacizlerle karşılaşmışlardı, ama Kennedy bu salvoları atlatmış ve başkanlığı sırasında da Rusya ile yapılacak  muhtemel bir savaşı makul ve soğukkanlı bir tavırla politik ve stratejik manevralarla engellemişti. 

            Bir tarafta ekonomik anlamda çökmüş, politik anlamda can çekişen eski Sovyetler bir tarafta staflasyona kendini kaptıran, siyasal yolsuzluklarla boğuşan Japonya, yılda yüzde sekizlik ortalama kalkınma hızıyla Çin, Helmut  Kohl’un büyük çabalarıyla hızlanan Avrupa Birliği, geri kalmışlığın bacağını kırdığı sanılan Uzak Doğu Kaplanlarına dair haberlerle umut saçan ülkeler, Petro-dolarları silaha ve savaşın faturasına tahvil eden bir ortadoğu ile geçti 1990’lı yıllar.   Amerikan ideolojisinin evrensel boyutlara ulaşması için adına globalizm denilen bir yeni dünya düzeni dünyayı kültürel halı bombardımanına tutmaya başladı bu yıllarda.  En etkili silahları Amerikan yeme içme alışkanlıkları ve Amerikan sineması ve internet teknolojisi oldu.  Bir taraftan kimi kolaylıkları beraberinde getirdi bu oluşumlar, diğer taraftan ise sinsi bir popüler kültürün kutsal hazinelerini taşıdılar dünyaya.   Ya bu kültür aynen ithal edilmeli ya da onların yerlileştirilmiş uygulamaları yoluyla kabul ettirilmeli idi.   Global köy kavramı etrafına dolanan çitlerden örülü bir korumalı alan oluştu.  Bu dönemde retoriğin önemi iyice artmaya başladı.  Yeni dünya düzeni ile dünyanın daha iyi bir düzene akan billur sularda kulaç atması değil, suların akışkanlığı itibarı ile, aynı retorikte iki defa yıkanılmyacağı anlamında idi.  Bu düzen dünyanın seçtiği değil Amerika’nın dünyaya dayattığı bir düzen idi.  Artık bütün dünya Romantik sosyalizmde ve pastoral islamcılıkta olduğu gibi aslında Fransız devriminden beri anıtlaşan, ama Fransızların da mutluluğuna vesile olmayan bir özgürlük, eşitlik, refah paylaşımı, milli devletlerin ortadan kalkması, uluslararası sermayenin engelsiz dolaşımına zemin hazırlayacak bir mantıkla milli hükümetlerin diskalifiye edilmesi, düşmanlıkların ortadan kalkacağına dair naif argümanları berber getirdi.  Ne de olsa Amerika Rusya’dan daha demokratik bir tarihe sahipti. İyi Kötü ve Çirkin’in aktörleri devletlere tekabül ediyordu aslında. Kimin kim olduğuna dair fikri salınım ve entellektüel kaldıraçlar ve tahtırevalliler milli ve ferdi ideolojik oryantasyonlarla alakalıydı.  Bu argümaları da popüler kültürün tarihçileri popüler olarak veriyordu. 
Kavramın seçilmesinde başka etkenler de vardı elbette.  Öncelikle “Globalizm” in kavram olarak bir kavrayıcılığı vardı.  Bütüncül bir eksen anlayışını ifade ediyordu.  Eskiden var olan kutupları yok sayıyordu.  Fakat zimnen “kutb-ul aktab” olarak Amerikayı gösteriyordu.  İkincisi dünyanın küçüklüğüne işaret ederken bu küçüklüğü aslında herkes için geçerli bir gelişme olarak pazarlamıyordu.  Kurtlardan arta kalan ceylan karkasında sırtlanların semirmesini meşrulaştırıyordu.    Öte yandan “Batılılışma” kavramı  hem eskimiş hem de daha bir Avrupa’ya dönük bir tarihi istikameti yine tarihsel kalıntıları ve çağrışımlarıyla ifade ediyordu.  Kolonizasyon ise yazıla çizile  epey itici bir kavram haline gelmiş, Batı’da  bile yer yer eleştirilerle  gölgelenmiş, hatta kirlenmişti.  Özelllikle sosyalist-çevreci-yeşilci mantıkta insanlarca “asli günah”ı haline dönüştürülmüştü.  Post-struktüralist düşünce, önce Marxism, sonra Feminizm, Yeni Marxizm ve yeni Freudianizmin verilerini, modernizmle gelen anlayışları yıkmak için kullanırken bu teoriler milli ve ferdi olan uyugulama sahalarından çıkarılmış milletlerarası bir platforma taşınan unsurlarıyla Doğu-Batı, Ben-Öteki kavramlarıyla yenş disiplinlerin oluşmasına da yol açmıştı. Milli ve milletlerarası Darwinizm tayfları taşıyan  bu denklemde Batı, Patron, Beyaz Protestan erkek bir tarafta Doğu, emekçi, Beyaz kadın ve her cinsten  siyah ırk ve ırk gözetmeksizin bütün “öteki” unsurlar diğer tarafta idi. Alt tabakalarında ekonomik, cinsi ve medeni, mezhebi ve kültürel ayrımları da olan  bu denklemin bir ucu da Tevrattaki tanrı Yehova, diğer tarafta ise Yılan=Şeytan vardı.   Bunları görenlerin ve zihinsel tomografi cihazı--elektriğini Amerikan elektrik şirketinden alsa da-iyi çalışan  Edward Said gibi Araf’taki sığınağında çile dolduran bir akademisyen vardı.  Onlar da ne İsa ya ne Musa’ya yaranabildiler.[1]    
            Globalizmin üzerinde önemle durduğu bir başka husus da bir gün yeraltı kaynakları, özellikle enerji kaynaklarının bir tükeneceği düşüncesi ile gelen bir irkilişle bu kaynakların, ülke haritalarını yine Batılı ülkelerin cetvelle çizdikleri ülkelerin şeyhlerine ve buralarda daha köklü kültürel ve siyasi geçmişi olan başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerine bırakılmaması idi.  Daha 19. asırda nüfus artışı ve kaynakların bir gün biteceğine dair tezler John Stuart Mill vb. Yazarlar tarafından ifade edilmişti.  O halde geriye ya “yeniden dönüşüm” yani “recycle” yöntemiyle kaynakların yeniden değerlendirilip işlenmesi, ya alternatif kaynaklara yönelme ya da bu kaynakların kullanımında ya da bu kaynakların kullananların azaltılması kalıyordu.  Enerji güç demekti, yeni sermaye demekti, hakimiyet demekti.   1970lerde Arapların petrol konusunda çıkardıkları problemler unutulmamış idi.  Önceleri Batılı şirketlerin işlettiği petrol yatakları, onların mutlak hakimiyetlerinden çıkmasa da millileştirmeler ve şeyhlerin daha çok elde edebileceklerine dair yanılsamaları ile birleşmeleri, OPEC ülkelerinde fiyat artırmaları neticesi Amerika ve diğer ülkelerden daha tasarruflu arabalar üretimi ve kullanılmasını gündeme getirmiş, alternatif enerjiler denenmeye başlanmıştı, ama en azından şimdilik pettol en rantable enerji türü idi.  Kapilalazmin ruhuna aslında aykırı olan tasarruf politikaları da ödenen dolarları makul düzeye çekmiş, öte yandan uluslararası aktörler ilgili ülkeleri yumuşak usullerle zapt u rapt altına alamayı başarmışlardı.   
            Ortadoğu politikalarının ekonomik olarak önemli ayağının yanında hem politik hem de ideolojik yanları da vardı zaten.  ABD ve Avrupa arasında güç savaşı ve her ikisine karşı olarak gelişen Rus ideolojisi.  Rusya en azından şimdilik devreen çıkmıştı.  O halde bu beynelmilel satrançın iki taraf arasında oynanması almanına geliyordu.  Öte yandan petrol hammaddesini bölgeden kaşılayan Japonya’nın siyaseti daha çok Amerika endeksli yürüyordu.  Nitekim Körfez Savaşı sırasında Japonların esas kaygısı siyasi değil ekonomikk olandı.  Ama Japaonların gözardı etiği bir faktör Amerika’nın buradaki müdahil konumunda etken bir başka unsurun bölgede özellikle 1940lardan sonra gelişen İsrail ve yaılmacı politikası idi.  Filistin toprakları  ve Türkiye’nin Güneydoğusu Yahudi şeriatına göre Arz-ı Mev’ud olması hasebiyle, bekleyen fakat vazgeçmeyen bir müstakbel fetih hedefine işaret ediyordu.  Kenan ülkesindeki Babil’in Evlatları (BE) önceleri acındırma, sonra siyasi güç ve savaş araçları kullanmak suretiyle uzun vadeli bir yayılma politikasını heef yapmışlardı.  Hem tarihten gelen hem de Teodor Hertz’in akitleştiştirdiği planlar devredeydi.  1920lere kadar BE’nın yönü Amerika idi ve İngiltere’den göçler bu şekilde tevvik ediliyordu.  1920lerin başlarında Amerika artık göçmenlere vize koymaya başlayınca,  İngilteredeki BE yönlerini ağırlıklı Filistine çevirmişler, II. Dünya Savaşı akabinde ise biraz kültürel vicdan azabı, biraz  siyasi  karakol olarak kullanmak amacıyla İsrail’de bir devlet kurma çabaları, İngiltere’nin uzun zamandır naif müttefiki olan Arap devletlerinin muhalefetine rağmen kurulmuş ve 1948den itibaren de zaten dur durak bilmeyen bölge sorunları debisini değiştirerek artmaya devam etmişti.  Klasik İngiliz siyasetinin ürünü olan bu durum, 1970lerde İran-Irak savaşlarıyla bir anlamda İsrail’in nefes almasına vesile olmuş, Suriye’nin parçalı bulutlu havası da korkuluk vazifesinde öteye gitmemişti.  1980lerin sonlarında ise petro-dolarların  karşılığında Batı kapitalizmine tekrar dönüşmesini sağlayacak olan bölge ülkelerindeki silahlanma yarışı 1990daki Körfez Krizi ile had safhaya ulaşmıştı.  Bu arada eski bir Fransız sömürgesi olan Lübnan tarümar olmuş, Komunistinden, Faşistine, İslamcısından İslam düşmanına,  Doğulusundan Batılısına kadar farklı grupların eğitim alanı, atış poligonu oluvermişti.  Irak ise yenilerde aratan silah ve asker potansiyeliyle İsrail için açık bir tehdit olmaya başlamıştı.  İşte bunların akabinde Sovyet bloku çöktü ve Globalizm Şekspir’in Globe tiyatrosu gibi yeni oyunların prologlarına sahne olmaya başladı.
V.
            İran-Irak savaşında her iki taraf da aslında mağlup çıktı.  Bu arada Batıdan alınan silhla nisbeten tüketilmiş oldu.  Bu da yeniden, hem de daha fazlasıyla silah tüketmek anlamına geliyordu.  Ayrıca bölge ülkeleri arasında devamlı körüklenen bir karşılıklı güvensizlik psikozu işin tuzu biberi oluyordu.  Bu durumu gören Suudistan ve Kuveyt de hem İsrail hem de Irak’a karşı silahlanma yarışına girdi.  Eşeğine gücü yetmeyen Saddam Hüseyin, politikada üç top bilardo  mantığını bilmediğinden, Kuveyt’i işgale kalkınca Batı ve İsrail birkaç kazancı biden elde etti.  Öncelikle Kuveyt ve Suudistan, 1973ten sonra anormal derecede fiyat artışlarıyla oluşan servetlerinin bir kısmını (100 milyar dolar civarında) Batı’dan aldıkları ve daha kullanmayı bilmedikleri yüksek teknoloji silahları almak suretiyle tekrar batıya iade etmiş oldu.  Kalanını ise bölgedeki istikrarsızlıktan dolayı Batı banka ve ekonomilerine aktardılar.    Ayrıca bu silahların kriz sonrasında imha edilmesi de Suudistan, Kuveyt ve Irak’ın kendisine fatura edildi.  Ayrıca bu ülkeler arasındaki ihtilaf ve savaşları kullaan İsrail dünyanın her tarafından—Rusya ve Afrika dahil—yahudi göçmen ithal etti.  BE çoğalmalı ve arzı tahakküm altına almalıydılar.  Yahova öyle istiyordu.  Bunun finansmanını ise ABD’den verfi mükelleflerinden tahsil ettiği  yıllık standart yardımlarla ve iyi değerlendirdiği tarihsel ve aktüel mazlumiyet ve mağduriyet psikozunu kullanarak yaptı.  Yerleşimin genişlemesi yeni alanlarla olacaktı ve onu da İsrail Filistin aleyhine  yeni alanlar açarak yaptı. Savaşı da iyi kullanan İsrail Irak’tan gelen üç Scud füzesine sessiz kalmak karşılığında fazladan bir 10 milyar daha kopardı ABD’den.  Yıllık standart 3 milyar dolarlık ödeme ve savaştan dolayı 7 milyar dolarlık borç silinmesi de cabası idi—ki Mısır da bu imkandan yararlandı. 
Körfez Savaşından en karlı çıkan ülke İsrail oldu.  Hem Irak belasından uzun dönemli olarak kurtulmuş, Suriye ve Türkiye ile siyasi durumunu tahkim etmiş ve ekonomik olarak da sıçrama yapmıştı.   Bu arada Erbakan hükümeti ile çok stratejik anlaşmalar yaptı İsrail.   Öylesine ileri gittiki İsrail aradan geçen yarım asırlık süreye rağmen Almanya’da 8 milyar marklık tazminat koparma çabalarında etkin rol oynadı.  Ayrıca Ermenilere tarihsel taktiklerini öğreterek kendilerinin muvaffak olduğu katliam iddialarını ve tazminat meselesini onların da alması için perde gerisinde destekledi.  Bunun sonucu Ermenistan yine aldığı taktiklerle işgal ettiği Karabağ’da müstahkem oldu.  Karadağ’da ise daha başka oyunlar devam ederken Türkiye sadık bir NATO üyesi olarak ne bir yardım talebinde bulundu ne de en azından BM’den uğradığı zararları tazmin edebildi.  Batı’ya gözünü diken Türkiye’nin prestijperest Doğu’lu tarafı nüksetmişti.   Özal’ın ifadesiyle biz “yardım değil, ticaret yapmak istiyor” idik.  Pirinçle beraber bulgurdan da olduğumuz gibi, Arz-ı Mev’ud’un Türkiye’nin güney-doğusunu da kapsadığını ya bilmeyecek kadar gafil ya da maksatlı olarak o ifadeyi BE’nı selamlarken kullanacak kadar hain bir tini mini hanım başbakanla Kenan ülkesinden Kenan ülkesine muhabbetler taşıdık.  Bu arada Demirel döneminde Azeriler’i bırakıp Ermenistan’a yiyecek ve enerji yardımında bulunduk.  Bunların arkasında elbette bizim gibi ahmakların anlayamayacağı kadar büyük hikmetler vardır.  Büyük devlet böyle olunur herhalde.  İsevileşen bir dış siyaseti Musevileşen bir bölgenin emrine vermek demekti bu.  İkinci bir filistin, ikinci bir Ortadoğu meselesi böylece kendi canımızdan kendi kanımızdan  insanlara Lenin özentili, aslında büyük Matruşka Lenin’in küçüğü bir Azeri çobanın da katkılarıyla giydirildi.  Ve bunun yapanlar elbetteki haysiyetli, şerefli ve hikmetli insanlardır.   Türkiye’nin daha önceleri olduğu gibi 1,5 milyon peşmergeye ev sahipliği yapması, Irak ile artık yapamadığı ticaretinden ve petrol boru hattından hem kira bedeli olarak hem de petrol alımlarından hem de alacaklı olduğu paraları tahsil edememekten kaynaklanan birkaç on milyar dolarlık zararını tazmin için üç kadar önce belirlenen tutar, basının es geçtiği tutar ise 5 milyon doların da altında bir miktar oldu.  Özal’ın ruhu şad olsun, büyük adamlar büyük hatalar ile maluldürler!  Hüseyin’in yerinde kalması ise muhtemelen İngiliz önerileri doğrultusunda Irak’ın çobanını imha etmek sonucu bizzat sürü ile uğraşmak zorunda kalma endişesi ile oldu.  Eski Sovyet cumhuriyetlerinde ise ABD ve İsrail Türkiye kartının getirdiği kolaylıklarla rahatça cirit ve polo oynadı.   Özetle 90lı yıllarda kazananlar Balkanlar ve Ortadoğudaki “ötekiler”le beraber Türkiyenin de kayıp ettiği, Amerikan siyasetinin kazandığı, fakat Amerikan vergi mükellefinin kaybettiği ve Amerikan siyaseti ve ekonomisi ve siyasetini kullanan İsrail’in kazandığı yıllar oldu.  Bu arada Almanya belirgin bir şekilde eski Roma sınırlarını siyaseti ve ekonomisini kullanarak zorlamaya başlamış ve Irak’taki yönetim boşluğundan yararlanan savaş sonrası de facto durum itibariyle ortaya çıkan bir iki  kürtçü kuklanın  oyun bahçelerini genişletmesi de bir başka gelişme idi. 
Özetle Globalizmle ortaya çıkan durum bunlar oldu.  Balkanlarda 100 binlerce insanın katliam ve zulümlere maruz kalması akabinde önce Avrupa’yı aciz konumuna indirgeyip sonra müdahale ederek “deus ex machina” rolüyle hem savaşları azaltıp sonra da Balkanlarda mevzilenme işini gerçekleştiren Amerika oldu.   Öyleki vaktiyle Kanada ve baba ocağı İngiltere dahi Amerikan güdümünde gel-gitlerle siyaset güderek, kaybolan prestij ve etkinlik alanlarını genişletme çabasına giriştiler.  Azeri-Ermeni çatışmaları  Azeriler aleyhine girerken, beynelmilel satranç tahtalarından Çeçenistan ve Afganistan yedek oyuncu statüleriyle  ne ölen ne olan konumlarıyla hayatlarına devam ettiler.  11 eylül 2001 olayları akabindeki gelişmelerle ise daha önce Ortadoğu’nun sınırları, önce Kafkaslar sonra, vaktiyle Rambo’nun desteğiyle Ruslara karşı duaran Afganistan’a kadar genişletilmiş oldu.  “Özgürlük Savaşçıları” bir anda kanlı katillere dönüşüverdi yine.  Ortadoğu petrolleri yanında, Ortaasya’nın vaktiyle Rusya’nın sömürdüğü yeraltı kaynaklarına da şimdiden ipotek koymak zamanı gelmişti.  Ayrıca burasının Afganistan olamsının ayrı bir önemi vardı.  Türkmenistan, Kazakistan, Hindistan ve özellikle Çin’e yakın ve buraları kontrol edebilecek yeni “outpost” ve “checkpoint”ler gerekliydi.  Bunun için açık gerekçeler yoksa gerekçeler yaratılırdı.   Saddam da ABD’nin ışığını fecr-i sadık sanma mışmıydı?  Kapitalizmin temel düsturu “ihtiyaç yoktur, ihtiyaç yaratılır” değil miydi?   
Ortadoğu ve Uzakdoğu ekonomileri, Çin ekonomisi haricinde özellikle so üç yıldır zor anlar yaşamakta idi.  Öncelikle kaplanlığa soyunan ekonomilerin sarsılması, sonra bunun Rusya ve Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilere sıçraması, bu ülkelerdeki politik çalkantılar ve örtülü dikta ve oligarşiler  demos’u bir tarafa atıp kratos ile  işlerini kotarma yönünde avantajlar sağlarken bir başka yanlışlığı da ortaya koyuyordu ki bu da Globalizmin misyonerliğini yapan liberalizmin henüz keşfini beklemektedir.  O da eski Sovyetleri yıkan aşırı merkeziyetçilik derken, Sovyet Blokunu bu açıdan yani Blok içi merkeziyetçilikten dolayı haklı olarak eleştirenlerin aslında Globalizmin oluşturduğu haleler ve ekonomik uydulaşmalarla bu kez dünya ekonomisinin Amerika odaklı bir genel çöküşe gitme tehlikesi ortaya çıktı.  Komunist merkeziyetçilikten kapitalist merkeziyetçiliğe geçişin adı oldu Globalizm. 
          
           




[1] Said Filistinde doğmuş bir hristiyan Araptır.  

0 comments:

Post a Comment