rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

MİLLET, KABİLE, MAHALLE VE GETTO

MİLLET, KABİLE, MAHALLE  VE GETTO
I.
Hz. Peygamberin hayatında henüz peygamber olmadan yaşadığı bir hadise, o ana kadar tekemmül etmiş olan vasıflarını özetlediği gibi gelecekteki yolunu da çizecek mücessem bir yol haritasını da çizmekteydi.  Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil tarafından yapılmış olan Kâbe, geçen uzun asırlar içinde yağmur ve sel suları ile harab olmuş, tâmir edilmesi gerekmişti. Kureyşliler, Kâbe binasını yıkarak, yeniden yapmaya karar verdiler. Yardımlar toplandı, gerekli malzeme temin edildi. Hz. İbrâhim’in yaptığı temele kadar yıkarak, duvarları yeniden örmeğe başladılar. Ancak; “Hacer-i Esved”i yerine koyma sırası gelince anlaşamadılar. Kureyş’in bütün kolları, bu şerefin kendilerine âit olmasını istiyordu. Anlaşmazlık dört gün sürdü, kan dökülmek üzereydi ki, Kureyş’in en ihtiyarı Ebû Ümeyye veya Huzeyfe b. Muğîre ”Harem kapısından ilk girecek zâtın hakem yapılarak, onun vereceği karara uyulmasını” teklif etti.  Bu teklif kabul edildi. Az sonra kapıdan Hz. Muhammed girmişti.  Buna o kadar sevindiler ki, “el-Emîn, el-Emîn, O’nun hakemliğine râzıyız…” diye bağrıştılar. Yanlarına gelince, durumu anlattılar.  Bunun üzerine yapılan teklifi kabul etti ve  emin olan şahsına adaleti ekleyip ortaya uzlaşının güzel bir örneğini sergiledi.  Hz. Muhammed, bir örtü getirterek Hacer-i  Esved’i onun üzerine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı,  hizaya gelince de taşı kendi elleriyle alıp yerine yerleştirdi.  Böylece Kureyşliler arasında çıkmak üzere olan bir çatışmanın da önüne geçilmiş oldu.[i]
Bu tarihsel olay, o günün Arap Yarımadasındaki kültüre dair önemli tesbitlerde bulunurken, günümüze ışık tutan bir çok yansımaları da vardır.  Öncelikle tespitler:
1.       Kabe’nin fiziki yapısı kutsal değildir.  Aldığı emir doğrultusunda, Hz.  İbrahim, tamamen dünyevi malzemeden ve insan emeği ile Kabe’yi inşa etmiştir.  Bakım yapılmazsa, Kabe’de yıkılabilir, ya da yangın, sel gibi afetler Kabe’yi de rahatlıkla etkiler hatta yerle bir edebilir.  Bu da Kabe’nin yapısal kutsallığı olmadığı, ancak insan bilgi ve ustalığı ölçüsünde dayanıklığının söz konusu olmasıdır.  Nitekim Kabe tarihte çeşitli dönemlerde tamir bakım işlemlerinden geçmiştir.  (Zilzal Sure’sinin her depremde bir şeylere delil edilmesi anlamlı değildir.)
2.       Kabe, malum olduğu vechile aslında mahal itibariyle Hz. Adem’den Hz.  İbrahim’e bir bağlantı kurarken.  Bir ontolojik hatırayı epistomolojik bir abideye dönüştürmüştür.  İnsan’ın sonraları ancak kazanarak gireceği ifade edilen mekandan kopuşudur esas olan.
3.       Hz.  İbrahim, oğlu ile Kabe’yi inşa etmiştir, ama yaptığı bina sonradan farklı müşrik gruplarının Tanrı’ya ulaşmak için kullandıkları putların mekanları haline gelmiştir.  Bu nedenle Onun banisi olan İbrahim, sonra da onun korunmasını üstlenmiştir.  Bunu yapması içinde müşriklerin Kabe içinde barındığı muhafaza ettiği kabile tanrılarını, yani totemlerini, yani putlarını temizleme işini de o üstlenmiştir.
4.       İbrahim, putları parçalamış ve fakat bunu yaparken Kabe’ye dokunmamıştır. Kabile totemlerinin önemi  anlamasına rağmen, semitik asabiyetin önemini bilmesine rağmen bu “tezkiye” işini yapmış ve baltayı geride bıraktığı tek bir totemin boynuna asarak bir de inancın rasyonel tarafına dair bir ders vermiştir:  Madem ki, kendisine totemleri kimin kırdığı konusunu soran dehşete düşmüş kabile mensuplarına, bakınız balta şu totem üzerinde durduğuna göre, o kırmış olmalı” derken, alışkanlıkları icabı, Allah’ı totemleştiren kabilelere, totemsiz Allah’a ulaşamayacağını vehmeden kabilelere bir mantık dersi vermiştir.  “Ama o cansız bir şeydir, harekete geçip diğer totemleri kıramaz” itirazı üzerine, “o halde kendilerine faydası olmayan bir putun, size ne gibi bir fayda ya  da aracılık etmesini beklersiniz?  Hz. İbrahim’in siyaseti hakikati tahri etmeden uyguladığı bu ikinci örneğin birincisi ise, karısı ile Mısır’a girmesi esnasında yaşanmıştı.
5.       Kabe bu anlamda, daha önce, Kur’an’a göre Hz. İsmail, Tevrat’a göre ise İshak’ın kurban edilme hadisesinde, hem baba hem kul olarak İbrahim’in, hem de evlat  ve kul olarak oğlunun mutlak hakikate sorgulamadan itaate dönüştürürken, kabileler arası totemlerden birinin diğerlerine galebe çalması değil, tevhid esasına dayalı (monoteist), evrenin merkezine Tanrı kavramını oturtan, o evreni okumanın özünde evrenin yazarı olan Tanrıya kelimeler ve paragraflardan oluşan kitabı okuyarak ve ordan yazarına tümevarım mantığıyla ulaşma yollarını göstermişti.  Birinci büyük sınavını oğlunun Kurban edilmesi ile yaşayan İbrahim, ateşle olan ikinci imtihanını yaşadığında aslında belki de daha korkusuz, daha az endişeli idi.  İkinci imtihan sadece şahsını içerdiği için ve başaracağın inancı tam olduğu için daha az sıkıntılı idi.
6.       Hem İbrahim’in inşa ettiği Kabe’nin, hem de onunla zirveleşen bir tevhid geleneğinin temsilcisi ve hatta lideri olarak, hem peygamgerlik öncesi uzlaştırıcı lider, hem de peygamberlik sonrası, kendinden önceki gelenekleri onları külliyyen lağvederek değil, neshederek kabul eden Hz. Peygamber, Karataşın Kabe’nin bağrına yerleştirilmesi esnasında, hem farklı kabileleri bir araya getirerek hem de Karataşı yerine bizzat kendisi ikame etmek sureriyle, hem misarı sahiplenen hem de ileri götüren insan olduğunu ifade etmişti.  Tamirat sırasında bizzat çalışması ve tamiratta kullanılan malzemelerin de bir kilise tamiri için  getirilen  gemiden elde sağlanması,[ii] farklı tevafuk türlerinin de tevhidiyle meydana gelmiştir. Arabistan kaynaklı üç büyük inancın birleşme noktası.
7.       Kendisine herşeyin emanet edilebileğini, tüm onun tanıyanların ittifakıyla “Emin” bir insan olduğu vurgusu Hz. Peyamberin risalet hayatında da en önemli özelliklerinden biri olarak karşımıza çıkacaktır.
8.       Semitik kabileler arasında “şeref” konusu hayatlarını tayin eden bir kültürel unsurdur.  Şereften kasıtları çoğu zaman, farklı pederşahi  kabileler arasındaki rekabette öne çıkma, ama aynı zamanda devamlı diğer kabileleri aslında kendilerini algılama ve yargılamaları azami bir önem verme, dolayısıyla kendi ahlaki yapılarını “başkaları ne de der?” diğer kabilelerin bakışı nasıl olur esasına dayanır.  Şeref tüm kabileleri bağlayan bir yasa ya da prensipler toplamı değil, ironik bir şekilde, diğer kabileler arasındaki husumet derecesindeki rekabete rağmen, onları hareketlerini izleyen bir tanrısal konumda algılama değeridir.  Bu anlamda bu kişiler ve grupların tamamın bağlayan değil, her kişi ya da grubun bir “superego” konumuyla diğerine empoze ettiği ananeler, törelerin yekünüdür.
9.       “Şeref” kabilelerin erkekleri arasında dolaşan bir değer töresel unsurdur. Kadınların bu süreçte tayin ve tarif ettiği hiçbirşey yoktur.  Şeref pederşahi kültürün erkekler arasında kadınlar üzerinden rekabet, mülkiyet ve tahakküm  dürtülerine dayanan çoğu zaman din dışı, ama din gibi işlev gören bir yargılama değeridir. 
10.   Farklı Arap kabilelerinin Kabe konusunda yarışmaları, Kabe’nin tarihsel kimlik ve kutsallığından çok, bu süreç içinde kimin lider olması gerektiğine dair bir sembolik tutumu ifade eder.  Araplar ülkenin coğrafi yapısından dolayı kabileler halinde yaşarlar ve sık sık birbirleriyle kavga ederlerdi. Aşiret ve sülale ünsiyetlerine bağlı düzen içerirlerdi. Bu yerleşke dağınıklığı Arap diline de yansımış ve bazı durumlarda aynı şeyi ifade eden 150 kelime en anlamlı kelime olarak dilde yer almıştır. Dile zenginlik katan bu durum, aynı zamanda aynı topraklarda mücerret hayatlar yaşayan kabilelerin de çokluğunu ifade eder.  Araplar millet değil, kabile olarak kimlik oluşturmuşlardır.  Onları daha sonraki yıllarda sadece Kabe, bir bina olarak değil, farklı arap kabilelerini yeni ve tek kimlik etrafında toplayan ve onlara müşriklik haricinde yeni bir müşterek hedefte tevhid edildiler. İslam sonrası dönemde kabileler arası rekabet dönemlik nüksetmesine rağmen başka toplumlara yöneldi.  Bu süreç onları İslamlaşmayla gelen bir milletleşme dönemine de sokmuştu.  Bu süreçte Araplar “shame” kültüründen, “guilt” kültürüne de geçmiş oldular.  Yani A kişi ya da grubunun B kişi ya da grubunun değerleri doğrultusunda bir tekevvün yaşadı.  Artık A  B’ye B A’ya göre değil, A’dan Z’ye herkesi bağlayıcı nitelikteki değerler sistemine göre hareket edilecekti.  İbn Haldun’un Mukaddimesinde ifade ettiği gibi, arap geleneğindeki “asabiyet” hemen ve tamamen hiçbir zaman bitmedi, ama “takva” kavramı genel bir üstünlük mikyasını oluşturdu.  Kendi aralarındaki galebe çalma hisleri arapları Emevilerden Abbasiler ve sonra yine Endülüs Emevileri boyutunda siyasal rekabeti devam ettirse de, temelde araplar için birinci halka da “Arap” ve “müstareb” (=araplaşmış) ve “acem” adı altında toplanan aslında Persleri ilk planda ama genelde Arap olmayan her unsuru içeren ve Eski Yunandaki, Yunanlı dışı herkesi “Barbar,” Eski Roma da, Romalı dışı herkesi “Barbar” (berber) olarak algılama hissi de içten içe devam etti.  Asabiyet hissine baskıyı koyan, İslam oldu. Veda Hutbesi’nde veciz bir şekilde anlamını bulan “Arabın aceme, acemin araba üstünlüğü yoktur.  Üstünlük ancak takva iledir.” İlkesi temel  bir düstur oldu.  Öte yandan Hz. Peygamberin Kureyş kabilesinden olup ve fakat Kureyşçi olmamasına rağmen, “Asr-ı Saadet” sonrası halife seçilmesinde kimi tartışmalarda hem siyasi hem de fıkhi olarak sık sık gündeme geldi. Bu durum Osmanlı’nın hilafetten “feragat” ettiği dönem olan Cumhuriyet döneminde, hilafet seçiminin TBMM’ye devredilmesi  konusunda gene gündeme getirilmiş.  Hem Şerif Hüseyin, hem de bilhassa İngilizler bu konudaki tarihsel bazı tartışmaları yine dillendirmişlerdir.  Öte yandan Osmanlı, Necip millet olarak algıladığı araplardan, özellikle Kureyş ulularını, seyyid hükmündeki insanları her zaman  kollamış, dönem dönem de muhtemek karışıklıklara meydan  vermemek için onları iyi şartlarda İstanbul’da “ağırlamıştır.”
  
11.   Milletleşme döneminin arkasından bedevilikten medeniliğe geçiş de bu şekilde oldu.   Medine şehri, İslam bakışına göre medeniyetin bir tarihsel temsilcisi olmaya başladı.  “Peygamberin Şehri,” sonra da bir şehir protopipi oldu.  Bir merkez etrafında gelişen şehir yapısını “polis” olarak eski diğer medeniyetlerde de görmek mümkündür.  Merkez olarak tapınak esas alınmıştır. İslamın ilk kıblesi Kudüs ise de, sonradan Kabe’nin kendisinin kıble olarak tayinindeki dönüşümüm sembolik anlamı yine sadece Arap milletini değil, bütün müslüman milletleri bir gönül ve hedef kıblesi haline getirerek, onları geçici dönemler için de olsa Kabe ahalisi haline getirmeye yöneliktir.  Kabe ahalisi ise “cıyranullah” yani, Allah’ın komşuları olacaktır. Bu merkezler değiştikçe de toplumların değişen yeni ilgi merkezleri ortaya çıkacaktır. İş merkezlerinden gökdelenlere bu süreç böyle işlemiştir.  Benzeri bir diğer model ise, Hz. Peygamber dönemindeki suhuf ashabının oluşturduğu minyatür külliyenin sonradan hem ibadet hem ilim araştırma ve haberleşme noktaları olarak, İslam külliyelerine rol modeli oluşturmuş olmasıdır.


II.
“Mahalle Baskısı” kavramının adeta çok yeni bir sosyolojik doktrinmişçesine tartışıldığı günümüz Türkiyesine gelmek istiyorum.  Uzun zamandır tartışılan ve son günlerde bilimsel bir araştırmaya da konu olan kavramı kullanarak ilk olarak 15 Mayıs 2007 tarihinde Vatan gazetesinin kitap ekinde yayımlanan Ruşen Çakır 'la yaptığı konuşmada şöyle diyor:
"...Siyasal İslam, iktidara tam sahip olduğu zaman bayağı ağır şartlar yaratan bir rejimi de kurabilir..."
"...İslam'ın iktidarı tam olarak ele geçirmesi durumunu, liberal bir ortamın devam ettirilmesi olarak göremiyorum..."
"...Türkiye'de "mahalle baskısı" diye bir şey var.  Jön Türkler'in en çok korktuğu şeylerden biri de oydu. "Mahalle baskısı" bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır. Bu havanın AKP'den bağımsız olarak Türkiye'de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır..."
"...Buna örnek olarak daha çok İran'da ortaya çıkmış olan ve bugün Ahmedinejad'ın devam ettirdiği sistemi gösterebiliriz. O dinsel otokrasinin çevreyle, mahalleyle, ona destek veren insanların ortaya çıkardığı havayla da çok ilişkisi var. O havanın İran devriminde çok etkili olduğuna inanıyorum. Bu hava Türkiye'de de çıkabilir bir gün. 10-20 sene öncesine kıyasla daha az şansı var, ama bugün o havayı pompalayan başka şeyler, tuhaf oluşumlar, kendiliğinden olan birtakım olaylar var. Bazı İslami alt-çevreler ortaya çıkıyor. Bunda günümüzün gelişmiş imkânları da etkili oluyor. Mahalle havası dediğimiz şeyin bu İslami alt-çevrelerle yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP'yi döver. Demek istiyorum ki eğer böyle bir hava gelişirse AKP ona biat etmek zorunda kalabilir..."

Öncelikle “Mahalle” kavramının devlet düzenindeki algılanmasına bakmak, sonra da  toplumsal ve bireysel hafızalardaki çağrışımlarını incelemek lazımdır.  Mülki idaredeki  lügat anlamıyla mahalle, “kentsel alandaki coğrafi veya yönetsel alt bölümdür.”   Bir şehrin bir kasabanın, büyükçe bir köyün bölündüğü parçalardan her birine “Mahalle” denir.  Mahalle, ingilizce “neighborhood” kavram olarak yakın komşuluk ilişkilerinin kurulabildiği en küçük sosyal bir yapıdır.  Türkiye Cumhuriyetinin idare sisteminde iki farklı mahalle kavramı vardır. Genel olarak bilineni il ve ilçe merkezlerinde olan daha kalabalık nüfusa sahip olup yerel yönetimlerin mahalli idarelerdeki parçasıdır. Ancak bir de köy tüzel kişiliğine bağlı olan köy bağlısı mahalleler de vardır ki bu mahalleler, köy tüzel kişiliği içerisinde bağlı olduğu köy muhtarlığı eliyle idare edilirler. Kırsaladaki mahallenin kentteki mahalleden çok farklı konumları olduğu/olacağı açıktır.
Her kent ve kasaba, çeşitli adlarla ifadelendirilen mahallelerden meydana gelir. Belediye sınırları içinde mahalle kurulması, kaldırılması, birleştirilmesi bölünmesi, adları ile sınırlarının belirlenmesi veya değiştirilmesi, belediye meclisinin kararı ve kaymakamın görüşü üzerine valinin onayı ile olmaktadır. Mahalle il, belediye ve köy gibi bir yerel yönetim birimi değildir. mahallenin tüzel kişiliği yoktur. Mahalle yönetimi, hizmet ve sorumluluk bakımından, belediye ve mülki makamlarla vali ya da kaymakam ilişkilendirilmiştir.  Mahalli mülki makamların mahalle muhtarları üzerinde hiyerarşik denetimi andıran yetkileri bulunmaktadır. Bununla beraber Mahalle, organlarının seçimle işbaşına gelmesi bakımından yerel yönetim birimlerine benzemektedir. Osmanlı Devletinden günümüze taşınan bir kurum olan mahalle yönetiminin tarihi, belediye yönetiminden daha eskidir. Osmanlı’da “mülki,” beledi kentsel ve adli teşkilatın ilk basamağını mahalleler oluşturur. Mahalle, kaza, nahiye biçiminde örgütlenme arasında farklılıklar bulunur. Kazaları kadılar, nahiyeleri naipler,mahalleleri ise imamlar idare etmektedir.  Geleneksel Osmanlı mahallesi sınıf ve statü farklılığına göre değil, etnik ve dinsel farklılığa göre biçimlenmiştir. Bu anlamda müslüman mahallelerinden imamlar sorumlu olurken, gayri Müslim mahallelerinden ise kocabaşı ve papazlar sorumludur.
İmamlar mahalle halkının tercihleri de göz önünde tutularak, kadı’nın önerisi ve padişahın fermanıyla atanmaktadır. imamlar dini görevlerinin yanında doğum, ölüm, evlenme, boşanma, ikametgah değiştirme gibi Nüfus işlemlerini takip edip, medeni hal kayıt ve sicilleri tutmuşlardır. Cenaze defin izinlerini vermişlerdir. İmamlar aynı zamanda halkın küçük anlaşmazlıklarını çözme görevini de yüklenerek bir nevi sulh hukuk mahkemesinin görevini daha basitçe ifa etmişlerdir. İlk muhtarlık örgütünün İstanbul’da 1829 yılında kurulmasıyla imamın mülki idareyle ilgili görevlerini  muhtarlar daha büyük yetkilerle donanmış olarak üstlenmeye başlamışlardır.
Mahalle yönetimine ilişkin ilk yasal düzenleme 1864 yılında “Teşkil-i Vilayet Nizamnamesi” ile yapılmıştır. Bu nizamnamece mahalle oluşumu, muhtar ve ihtiyar heyetinin seçimi ve muhtarın görevleri belirlenmiştir. Daha sonrasında 1876 yılında çıkarılan idare-i Umumiye-i vilayet Nizamnamesi ile mahalle yönetimin görevleri daha ayrıntılı bir şekilde belirlenmiştir.
1913 tarihinde çıkarılan idare-i Umumiye-i Vilayet Kanunu Muvakkati ile mahalle yönetimleri ile ilgili tüm düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştır. Buna rağmen mahalle yönetimlerinin gördüğü hizmetlerin hangi kurumlarca görüleceği düzenlenemediği için mahalle yönetimleri, yasal dayanağı olmadığı halde devam etmiştir. Bu fiili durum, Cumhuriyetin ilanından sonra da, 1930 tarihli 1580 sayılı Belediye Kanunu çıkarılana değin sürmüştür. 1580 sayılı kanunun 8 inci maddesinde mahalle kurulması düzenlenmesiyle birlikte fiili durum yasal hale gelmiştir. Fakat, Belediye Kanununun çıkarılmasından sadece üç yıl sonra 10.03.1933 tarih ve 2295 sayılı kanunla mahalle muhtarlıkları ve ihtiyar heyetleri tekrar kapatılmıştır.
Ancak, geçen zaman içinde mahalle yönetimin yokluğunun neden olduğu boşlukdoldurulamadığı için 05.04.2004 tarih ve 4541 sayılı kanun ve 26.04.1945 tarih 3/2413 sayılı bakanlar Kurulu Kararıyla kabul edilen Tüzük ile mahalle muhtarlığı tekrar düzenlenmiştir. Adı geçen yasal düzenleme küçük bazı değişikliklerle birlikte günümüze kadar gelmiş ve günümüzde de geçerliğini korumaktadır.
Mahallenin kısa tarihçesi bu iken,  “getto” (ghetto) adını Venedik’teki Ghetto ‘dan almıştır.  İkibin yıllık sürgün hayatlarının bir kısmında Yahudiler burda yaşamaya zorlanmışlar, tecrit edilmek suretiyle bir anlamda karantina mahallesinde iskan edilmişlerdir. Kavram Almanca’da “Judengasse” olarak işgal altındaki Avrupa’da 1939-1944 yılları arasında sıklıkla kullanıldı. Temelde Yahudilerin iskan alanını ifade eden, tahkir eden çağrışımları ve Avrupalının kafasındaki önyargıları barındıyordu.  Sonraları bu kavram, Yahudilerin yaşadıkları yerleri yansıtmaktan çıkıp, adeta kendi içinde değer sistemlerini merkez otoriteden uzak, fukara, dışlanmış azınlık nüfuslarının barındığı bakımsız yerlerin hepsini ifade eder oldu.  Gettoların oluşmasındaki unsurlar, Mahalle oluşumlarından farklı olarak, ekonomik açıdan alt grupların ve etnik ve dini azınlıkların bir arada yaşadıkları alanı ifade eder.  Göçle gelen insanların, köklerinden ve asıl mahallelerinden kopması ve yeni geldiği mahallede dayanışma unsurları araması, var olma kendini isbat etme çabaları sonucunda, bazen aynı bölgelerden gelme esasına dayalı hemşehri esasına dayalı, bazen aynı ya da benzer meslekleri icra eden, bazen etnik ve dini olarak benzerliklerini dayanışma, haberleşme ve yeni yerde tutunma esasına dayalı, hem aynı bölge ve ülke içinde hem de farklı bir ülkede teşkil ettikleri “millet” tanımından çok, aşiret, kabile prensipleri doğrultusunda hareket eden bir ünsiyetle bağlı grupları moderniteye hem tepkili hem de modernleşmek isteğini bastırmakta zorlanan yerleşkelerdir.   Etnik ve dini temaların ağırlıkta olmasına rağmen gettolar aslında ekonomik açıdan dışlanmış ya da yarıştan kopmuş olan getto dışı alanlardan da insanları barındırabilir. Arapçada “Mellah” diye ifade edilen “getto” tam tamına Türk dilinden karşılığını olmaması, tarihsel çağrışımlarıyla bir getto kültürünü barındırmadığını ifade etmektedir. Ayrıca Türk tarihi boyunca, bugün yahudilerin Filistindeki gettolaştırmak amaçlı hem sosyal hem fiziki duvarları olmamıştır.
Gettoların özelliklerinden biri de çoğunluk sisteminin, bazen şiddet, bazen husumet ve bazen de yasal uygulamalarla etnik ve dini azınlıkları iktisadi bir birliktelik hissiyle belli noktalarda merkezlendirmeyle oluşur.   Yahudi gettolarından farklı olarak bu alanların en ortak alanları ekonomik geri kalmışlıkları ve “yabancılık”larıdır.  19 Asırda Amerikan şehirlerine önce İrlanda sonra İtalyan ve Polonyalıların doluşması bu anlamda en azından iki nesil boyunca bu tür gettolarda yaşamışlardır.  Dayanışma hissinin yanından gelenek ortaklığı ve dilin iletişimde sıkıntıları getto ve dışarısı arasındaki mesafeyi uzatmıştır.  Buna aksan farklılığının getirdiği yabancılık hissini de eklemek gerekir çünkü farklı aksanlar da benzeri bir şekilde yabancılık ve başka yere aitlik hislerini hem uyandırmakta hem de beslemekte iken, gettoların içinde bir başka dayanışma be kimlik izharı olarak da işlev görmektedir. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinden “göçmen işçi” olarak yaşayan Türklerin ve 1950lerden sonra sanayileşme ile kırsaldan kente göçen dahili göç insanlarının da durumları benzerlikler gösterirler.
Mahallelerin oluşmasında erken unsurlar, ahalinin tamamını bir geniş aile kavramı içinde değerlendirirken, getto üstündeki kimlik belirteçlerinin hem ağırlığını hisseder hem de onu başkalarının nazarında kırma çabasıyla hareker ederler.  Bu tür travmalardan geçen toplumlarda, daha sonraları travmayı bizzat yaşatan unsurlara hayranlığa benzer bir tavır, onunla kendini özdeş tutma şeklinde bir travma sonrası duygusal bozukluk ortaya çıkar.  Müstemleke ülkelerde colonizde edilen halkların, Afrikalı ülkelerde, Hindistan’da, Pakistan’da ve Ortradoğu ülkelerinde yaygın olan bu durum kolonize eden ülke asker ve insanlarını kendilerine model edinmek suretiyle bir başka bozuklukla baş etme tarzı ortaya koyarlar. Bunu yaparken de önceleri düşman olark gördüğü getto harici unsurların metodlarını öğrenip kullanmaya başladıkça, artık getto içinde ki daha önce payalaşılan çaresizlikler hem gelir hem iktidar dengesizliklerine bırakmaya başlar kendini.  Artık mesela siyah, siyahlığın getirdiği tüm olumsuzları yaşamak adına toplu kimliğin bir kaçınılmaz paylaşımından, siyahlardandan beyazlar kadar nefrete kadar giren bir psikolojiye girerler.  Ya da The Believer filminde olduğu gibi, Yahudi Yahudilerin başdüşmanı gibi davranarak onlara bir Nazi subayı gibi davranmaktan kaçınmayacağı gibi, bilakis haz bile duyabilirler. Öte yandan, Cry the Beloved Country’de siyah siyah en büyük aldamacaları oynarken, Color Purple’de siyah koca, siyah karısını ve çocuklarına beyazların kendine davrandığından daha zalim davranırlar.
Mahalle kavramı sadece, “ah eski bayramlar!” tarzında sadece nostaljik edalarla yüceltilebilecek bir yerleşkeyi ifade etmiyor. Doğal olarak mahallenin mahiyeti Osmanlı döneminde de cumhuriyet döneminde de toplumun siyasal, ekonomik şartları doğrultusunda, radyo TV, sonra tele-iletişim ve e-iletişim katkılarıyla devamlı bir değişim ve dönüşüm yaşadı.  Kültürel hayatın hem geçmişten koparak hem de hali yakalamadaki tereddüt ve direnmeleri de buna katkılarda bulundu.  Dilden kültüre fiziki altyapısından hanelerde yaşayan ahaliye kadar bir dörtnala değişim.  Sonunda geldiğimiz noktada, pek çok şey gibi mahalle de üç ayrı kuşağa (kırsal ve kentsel ayrımı yapmadan) üç ayrı şey ifade eder oldu.  Yaşlı kuşak için mahalle, herkesin birbirine aşina olduğu ve bazen de magazin türü haberleri söz konusu olan, doğumda ölümde, nişanda düğünde, yeni bir şeylerin sahibi olunduğunda, sevinçleri bazen de kıskançlıkları bastırarak paylaştıkları, bakkaldan, manavdan gerekirse veresiye mal aldığı, ayak üstü hal hatır sorduğu ortamı ifade ediyordu.  İmam ve öğretmen bu mahallede önemli, devletin zabiti polisi de korku ile karışık saygı duyulan konumdaydı.  Orta kuşak bunların bir kısmını birinci elden tecrübe edinerek yaşarken, yeni dönemin stres ve r gerilimlerini de yaşamaya başladı.  Sadece 1950’ler değil, 1980’lerde hızlanan dünya şartları ve Türkiyedeki yaşamı da hemeh aynı oranda onu yakalamaya itti.  Telefonların yaygınlaşması, yolların alt yapılarındaki büyük değişimler, piyasaya giren yeni arabalar adeta iletişim ve ulaşım araçlarına muvafı oranda orta kuşağı, hem eski kuşakla bağlarını devam ettirme  çabasına soktu hem de yeni nesil ile arasında açılan uçurumu kapatma endişesini yaşattı.  Kendi görmediklerini kendinden sonraki nesle imkan olarak sunma aşamasında, cep telefonları ve internet gibi araçların getirdiği, MTV be benzer kanalların sunduğu dünyalar, patlayan tüketim iştahları orta kuşakla kendilerinin devamı olan yeni kuşakları daha da uzak bir alemin ellerine, kendi sağladığı imkanlarla terk etmek zorunda kaldığı bir bireysel takılan, ama bireysel takılmanın maliyetlerini orta kuşağa yükleyen yeni kuşak mahallesi çıktı.  Bu mahalle artık ne yatay ne de dikey yapılaşma etkisinde kalmadan, hem de adeta oturduğu yerden oluşturdukları e-mahalle ve tele-mahallelerin oluşumuna yol açtı.  Ev içindeki insanlarla irtibatı kesen, ama uzaktaki insanlarla irtibar kuran siber gerçeklerin katkısıyla oluşan bir mahalle.  Her türlü sosyolojik genellemenin aptallığını unutmadan şunu ifade etmek mümkündür.  Eski nesil, 1980’lere kadar hala eski mahalle değerleriyle yaşayan, nisbeten kapalı, stresten genelde uzak, hala Yeşilçam filmlerini izleyerek doğru ve yanlış arasındaki ilişkiyi hala siyak beyaz arasındaki kadar net gören ve doğru ve iyi olanların kazanmasını herşeye rağmen hala ısrarla isteyen, yenilerde TV ile tanışmış nesilleri ifade ediyor.  Orta Nesil ise, 1980’lerde orta-lise sıralarında ya da üniversiteye yeni adım atmış ve/ya  bitirmek üzere olan, darbenin akabinde sıkılaşan eğitim şartlarını bizzat yaşayan ve hatta darbenin kurallarına göre, aslında o zamana kadar çok da tatmadığı bireysel özgürlük alanlarının kısıldığında anlayan (kız-erkek beraber yürümeme, ya da kalabalık gruplar halinde yürümeme gibi) 
 
Mahalle de cami, okul, alışveriş yerleri, yani  bakkal ve diğer küçük esnaf bağlamında temerküz eden sosyal hayat yatay yapılanma ile, her eve gelişte, rastlanan insanları aşinalıkla bazen selamlaşma, bazen mahalleye “yabancı” olarak gelenleri denetleme hesabında bir farkındalık psikolojisi ile hareket edip mahallelinin birbirine gelip gitme, beraber düğün, sünnet, ölüm törenlerinde bulunma ve kaynaşmaları, mahalle düzenin hem inşaat teknolojileri hem de göçler nedeniyle bozulmasıyla, çok değişiklere uğradı.  1950’lerden 2000’li yıllara kadar dikey yapılaşmayla vücut bulan bu değişim, mahalle içinde tecrübe ve akrabalık şeklinde var olan ahali psikolojisini, hem fiziken dikey hem de ekonomik ve ruhsal olarak dikey çıkmak isteyen insanların yaşadığı mekanlara dönüştürdü.  Toplumsal mobilitenin artması, bir anlamda toplumsal yalnızlıkların da artmasına, sık çevre değişiklerine neden oldu.  2000 yıllarda yenide biraz nostaljik, biraz artan gelir seviyeleri v sınıf atlamalarıyla oluşmaya başlayan ve artık “villa” denilen ev komplekslerini yapılması ise, eskinin mahallesini diriltmek yerine, artık büyük alışveriş yerlerinde eğlence dahil herşeyini halletmeye çalışan insanların bireysel rekabetlere tekabül eden yakın arsalarda yaşama hissinden öteye geçmedi.  Marksın beklediği, toplumsal sınıfın köklerinden kopan işçilerin zamanla  yeni ortak hedefler etrafında birleşerek şehri, burjuva kuşatıp proteler devrimine giden silahı tetiklemesi de, Türk kültürünün kendi içindeki uzaktan dayanışma hisleri, toplumsal kafanın herşeye rağmen işler durumda olması nedeniyle gerçekleşmedi. Tele- bağlantılı kelimeler uzakları yakın ederken, yakınların uzaklaşmasını da engelleyemedi.  Mahalle artık yaşanılan mekan değil, tele-mekanlar, e-mekanlar halinde, din dahil herşeyi tüketmek esasına dayalı bir mutluluk daha doğrusu anlık,  günlük tatmin araçlarına bıraktı kendini. Gecekondusundan lüks semtlere kadar uzanan bu yeni durumda, ortak  tele-mahall ciber-mahallenin gerçekliği kendi kuralları ve hürriyetlerini oluşturdu.
III.




[i] Milâdî 605 yılında Kureyşliler, yangın ve sel baskınlarından zarar gördüğü için Kâbe’yi yeniden inşâ etmek istedişlerdi.
[ii] Rivâyete göre gemi Habeşistan’daki bir kilise tamirinde kullanılmak üzere mermer, kereste ve demir yüklü olup Bizans İmparatorunun emriyle Mısır’dan gönderilmişti. Velîd b. Mugîre ve arkadaşları Şu‘aybe’ye giderek geminin kerestelerini satın aldıkları gibi gemide bulunan marangoz ve inşaat ustası Bâkûm er-Rûmî’yi de Kâbe’nin tamiri için Mekke’ye davet ettiler. Hz. Peygamber’in de amcası Abbas’la birlikte taş taşıyıp yardımcı olduğu tamir sırasında Kâbe yeniden inşâ edildi.

0 comments:

Post a Comment