rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Laiklik ve Dindarlık

Vaktiyle Ahmet Turan Alkan’la bir konuda tartışırken, çok garipsediğim bir söz etmişti. Demişti ki, “İlerde bir sorun çıkarsa, İslamcılar değil laik olanlarla”  taraf olurum.  Kendisini o zaman karşı çıkmıştım.  Şimdi tutturduğu yolda da hem fikir değilim.  Umurumda değil, onun umurunda olmasını da beklemiyorum.  Ama “dayatma” meselesi kişilerin ya da grupların güç algılamalarıyla ilgili bir olgu.  Yani hangisinin kendisini güçlü ya da çoğunlukta hissettiği göre dayatma ya da dayatılma rollerine giriyorlar.  Sorun bireysel olarak kişilerin iç bütünlüğü, kapasitesi ve hayata dair adalet, liyakat ve itikat algılamarıyla ilgili.  Türkiye de laikçilerden çok İslam’ı gitmiş –cılığı kısmıyla  gündem oluşturan kesimler, bugün Avrupa birliği meselesine daha çok taraftırlar.  Farklı kesimler iktidar savaşlarını içerde hallemediği, hep karşı tarafın piyonlarıyla  oyun kazanmaya uğraştığı için, minderin dışına taşırma işinin adıdır bu.  Atatürkçüler, eskiden Atatürk’ün  “Batılılaşma” prensipleri doğrultusunda isterlerdi bu oluşum içinde olmayı.  Gerçi Batı hatta Avrupa çoğu insan için entellektüel-sanatçı kesiminde Paris, hatta Paris’in belli semtlerinden ibaretti.  İşçi kesimi için ise malum ekseri Almanya oldu ve o Almanya’da kendi bulunduğu semtten ve semtteki insanlardan öteye geçmedi.  Rahmetli Necip Fazıl ve Cemil Meriç bile bu eğilimleri görmek mümkündür.  Bir nebze bunu kıran Ahmet Hamdi Tanpınar oldu. Bu anlamda Batı ve Batılıya karşı negative ve pozitif komplekslerden arınmış bir entellektüel birikimimiz çok az sanıyorum. Bunda, yaklaşık iki asırdır Batı dediğimiz hala tanımlamakta sıkıntılar olan heyülaya karşı sadece ya cevap yetiştimek ya da nefret karışık kıskanma hisleriyle Batı’yı tarafsız demiyorum, ama izanla çalışan kaç insan var Türkiye’de?  Batı hala televizyondan ve gazetedeki müzmin Batıcı ya da Müzmin Batı düşmanı olanların ekran ve kalemlerinden akan ve İsrail-Filistin şuuraltıyla haklı olarak oluşan blok fikirlerden oluşuyor.  Öte yandan ekonomik pastadan yeterince istifade edemeyen kesimlerde, ya katı bir Marksistlik, ya bilinçsiz bir mensubiyet eğilimi ile Milliyetçilik ve İslamcılık gelişti.  Bu eğilimin hem Türkiye içinde hem de Türklerin olduğu dış ülkelerde de yansımaları hemen hem aynı minval üzere gelişti. Daha önceleri Batı’yı  küfrün ve melanetin yatağı olarak görenler, ülkedeki verilen kavgalarına destek bulabilmek için Avrupa birliği jokerini kullanmaya yöneldiler.  Bu da dayatmanın bir başka türü oluyor zaten.  Türkiye’de Avrupa birliği yasalarını ne getirip ne götüreceğini bilmek için uzmanlık hatırına bile olsa baştan sonra okumuş bir tek insane olduğunu sanmıyorum.  Yıllar önce baktığımda 90 bin sayfaydı.  Sonrasında ilgilenmedim zaten.  İşin ilginç tarafı, sonradan Birliğe Türkiye gibi katılan ya da katılmak isteyen ülke halkları haricinde, Birlik halklarının referandumlarıyla olan bir süreç de değil.  Biraz müstakbel muhtemek belaları, savaşları bertaraf etmek, aradaki iktisadi bağlarla burjuva ve siyasi elitin elini güçlendirmek, biraz ABD’ye karşı BAD olmak, soğuk savaş döneminde Rusya’ya karşı bir nisbi güvence hissi vs. Şu anki hükümetin de içindeki unsurlarından normalde Batı’dan ne anladıkları belirsiz ise de, bir tür İslami ve neyi muhafaza ettikleri muğlak bir muhafazakarlıkları sözkonusu.  Ve Başbakanın geçenlerde öğrencilere nasihat olarak söylediği sözlerden, Batı ile ilgili idrakimizin ne olduğu oraya çıkıyor.  Akif’den bir adım ileri gitmediği gibi, geri de olduğu bile söylenebilir. Buna rağmen sanıyorum, birilerinin el oğuşturarak “afferin işte böyle ol” dercesine izledikleri süreçte, hep Batı ve hassaten Avrupa Birliği oldu. Onlar Türkiye’ye   havucu gösterip  tavşanın tüylerini soymak ve hatta mümkünse bacaklarını almak için uğraşıyor, tavşan da benim ayaklarım zaten koordineli çalışmıyor şu havucu kapsam edasında davranıyor.  Tabi Babacan ve ekibi çok önemli işler beceriyorlardır.  O kadar ki AB ile ilişkilerde yeni bir durum ya da kendilerine yeni malum olan durumlar olunca, sahte bir “erkeklik” psikozuyla restleşmeler sahneliyorlar.  Sonra kafalarındaki dengeler neticesinde gene AB’nin dedikleri oluyor.  Olacak bu gidişle.  O dengeyi de gariptir ki AB siyasetçileri iyi bilip kullanıyorlar.  Bu dengenin adı, Türkiye’deki vekaleten gerdek hadisesidir.  Bunun diğer bir tezahürü de düşmanının düşmanıyla dostluk kurmak meselesi burdan Çiller ve nicelerinin de yaptığı gibi kendilerine siyasi ve ekonomik ikbal teminidir.  AB mahkemeleri ve yasalarını göstererek, Türkiyedeki “zinde” güçleri terbiye edeceksiniz, çünkü başka çıkar yol göremiyorlar.  AB deyince, daha demokratik olacak ülke, daha zengin olacak, eeh kokoreç belki yasak olacak ama olsun. Milletin genel algılaması bu.  Öte yandan zinde güçleri etkisizleştirince, birden farkına varacaksınız ki AB türban istemiyor üniversite öncesi aşamalarda.  Sonra Amerikaya nazar ediyorsunuz, alt eğitim aşamalarında da türban olabiliyor. Sonra mesleğini de türbanlı icra etmede, en azından 9/11 öncesinde sorun yok.  O halde acaba model öyle mi olsa akla geliyor. Yine gözden kaçan durum, bu tür durumların refleksif sevme ve nefretle insiyaki hislerle holistic olarak görülmemesi.  Yani kendileri için bir şeyler isteyenler, AB süreci vs. olumlu sonuçlanınca,  ateistine, eşcinseline, dini ya da dinsizliğini bildiği gibi yaşamak isteyenler için aynı şekilde demokrasi filan taraftarı olacak mı?  Türk toplumunun umumi “ümmi” sevecenliğine, yargılayıcı olmayan muhakemesine, hala naïf hayat anlayışına, ve akl-I selimine hala inanıyorum ve meftunum, lakin sorun güya okul ve okul dışı eğitimle gelmesi gereken, “tek yolcu” olmayan holistik bakabilen bir üst şuur geliştirmek yerine, husumet üretmeyi, husumetten beslenme ve beslenmeyi şiar edinen bir kafa yapısına bürünüyor. Bu kafa yapısı her kesimde var.  Okulda ve okuldaki şartlandırmalar, ve okuldaki şartlandırma türüne karşı olarak oluşturulan şartlandırma ve mankurtlaştırmalar. Dayatma her kesimde var.  Sadece güç dengelerine göre, daha yüksek ya da alçak perdeden ya da karnın konuşmak şeklinde tezahür ediyor.  BU kafada empati hissi yok, vicdani ve akli açılardan otistik, entellektüel olarak kilitlendiği gerçekler mutlakiyetçi.  Kendinden başkasına da hayat hakkı tanımıyor.  Toplumun büyük kesimi aslında bu sahte bilincin kurbanı, onların kavgalarını seyrediyor, bazen alet de oluyor. Bazen akl-ı selimi ve “öğrenilmişlik çaresizlik” bilinciyle hareket ediyor, sonra oy vererek, ama oyunun arkasında durmayarak. Vs. Vs.  Diğer bir konu da her kesimde yaygın olan, “ötekini” kendi algılaması ve ona çizdikleri kendi inançları hududları ve bazen taktiksel hoşgörüleri doğrultusunda tanımlama ve sabitleme.  Yani ancak kendine yaklaştığı kadarıyla, onlara hayat hakkı tanıma.  Mesela, sünniler “Hazreti Aliyi Alevilerden” daha fazla severler.  Mesela, ben bir “Kürtten daha fazla Kürdüm” gibi.  Bütün bu tanımlamalarda, “eğer Alevilik…. ise” eğer “Kürtlük …ise” “eğer İslam…ise” ya da “laiklik… ise” ya da Atatürkçülük.. ise” yatar.  Nitekim, bu kesimler kendi “kutsal” metinlerinin yara aldığı, işlemediği, ya da zamanın uygun olmadığını düşündüğü  dönemlerde, ya tevil (tefsir değil) ya takiyye, ya açık riyakarlık ve ceberrutlukla ve ceberrutluklarını çikolata kaplı haşhaşlar şeklinde sunabilir ve ötekini tanımlarken, onları aslında nasıl olmaları gerektiğine dair kendi bilinçleri doğrultusunda yönlendirmek isterler.  Akademisyenlerden, köşe yazarlarına, muhabirlerden, siyaset erbabına, dinlisinde, dinsizine, laik olanlarına kadar yaygın olan bir durum bu.  Sonuçta, kesimler ötekinde gördüğü kendinden korkmaya başlıyor sanırım.  Özdemir İnce ve Yazgülü gibilerin bu anlamda, vaktiyle güvencede hissettiği zeminin altlarından kaydığını hissetmesi korkusuyla, ne tarihsel olarak ne de geleneksel olarak doğru olmayan laflarla, tarihi teville yeniden şekillendirme çabası da bundan ibaret.  Tayyip Erdoğan’ı kitabında Hz. Musa’ya benzeten bir yalakanın tavrı da Kemalettin Kamu’nun Mustafa Kemal’e yaklaşımından farklı değil. 

0 comments:

Post a Comment