rss
email
twitter
facebook

Monday, December 28, 2009

Dilin Siyaseti ve Siyasetin Teolojisi

Metin BOŞNAK
 Dilin Siyaseti ve Siyasetin Teolojisi
Türkiye’de dil Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren toplumsal-kültürel çatışmaların en belirgin odağı ve aracı olmuştur. Özellikle son yıllarda, konuşan, ama anlatmayan, ventrilog marifetiyle telaffuz edilen bir dil, toplumun farklı katmanlarında dallanıp budaklandı. Siyaset, basın ve devlete nüfuz eden, teolojik referanslarla harmanlanan, mecaz ve telmih yoluyla meram anlatmak isteyen, açıkça söylemeyen, satır arası okumalara, kelime gölgesi okumalara açık, ama George Orwell’in “çift-düşün” “çift-konuş” esasınca alt metinlerle söylem geliştiren, anıştıran, çağrıştıran bir dil bu.
Siyasal süreçlerin farklı makaslarına göre şekil alan Türkçe, diyalojik nitelikten uzaklaşarak çağrışımların monolojisine evrilir oldu. Bu evrilme sürecinde dil, gitgide teolojik kavramların siyasal kültüre işlendiği döneme girdi. Bir taraftan siyasal iktidar teolojik dile sıkça başvurdu; öte yandan, muhalefet kesimleri, iktidarın anlayacağı “dilden” karşılık vermek, onun hedef kitlesine hitap edebilmek, ya da iktidarı kendi diliyle yaralamak için bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu dili içselleştirdi. Sonuç olarak, bu gün TBMM içinde ve dışında yapılan siyaset, farklı teolojik unsurları kendi belagat ambarında öğütür, bu şekilde iç ya da dış kamuoyundan onay ve destek almayı ilkeleştirir hale geldi.
Kısa tarihçesi itibariyle, Türkçedeki değişim Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin kurumsal bir devamı olarak 1932’de gündeme gelmiş, 1936’da bazı tarafları törpülenmiş, 1950’lerde yeniden gözden geçirilmiş, 1982’de Türk Dil Kurumu’nun kaldırılmasıyla “arı dil” çalışmaları resmen sona ermiştir.  1980’lerde “ideolojik devlet cihazı” olmaktan çıkan “öz Türkçe” dil, basın ve yayın organlarında etkisini sürdürmüştür. Bu süreç içinde dil, toplumdaki ideolojik çatışmaların aynası olmuştur. Gazete, dergi ve genel okuyucu kitaplarından, ders kitaplarına, radyo ve televizyondan sokağın diline, resmi yazışmalardan, sanal yazışmalara kadar, her toplumsal değişim dile yansımıştır. Bu yansımalar sadece siyasi eğilimleri değil, aynı zamanda “sağ-sol” kamplaşmasında belirgin sınır taşlarını oluşturmuştur. Misal” ya da “örnek,” “cevap” ya da “yanıt” vermenize göre, bir ideolojik tarafa mensubiyeti ifade eder olmuştur dil. 2000’li yıllarda ise, dil giderek bir şifreli kimlik tanımlama aracına dönüşmüştür. Öte yandan, yakın tarih üzerinden yapılan günlük siyasi hesaplaşmalar, hem Türkçedeki dilbilimsel nüansların kullanımı hem de siyasette ayet ve hadislerin alıntılanmasıyla, Hıristiyan ve İslam tarihine yapılan atıflarla teolojik bir hüviyete bürünmüştür.
Nitekim dinleyen herkese hitap eden söylemleri içermek bir yana, aynı cümleler içine giydirilmiş, ama farklı muhatapları gözeterek kullanılan remizlerin dili oldu Türkçe. “Taraftar” kesime dinlemesi ve içselleştirmesi için tartışılmaz “hakikatler” içeren mesaj oluyor.  “Muhalif” kesime ise,  kendini ele vermek istemeyen, ama aba altından sopa gösteren, anlamak istediğiniz zaman hemen başka bir anlamla köşe kapmaca oynayıveren, ama nadiren bir anlama park edilebilen, kinayeli, tevriyeli bir dil. Şifreleri, kelime kadrosu itibariyle aynı olan, ama farklı zihinsel deşifre haritaları çizen bir dil bu... O nedenledir ki, anlaşılması en kolay kavramlar, şifre-deşifre sürecinde çok farklı etkiler yapmakta, anlatma-anlamadaki diyaloğu bozarak, monolojik bir kapalılığa mahkûm etmektedir. Sonuç olarak, iletişim kopmakta, farklı kesimler--dil ile gelen anlamı tartışmak, ortak anlamı bulmak yerine-- kendi anlamını tekelleştirip, yorumundan başlı başına yeniden bir dil yaratmak hevesine kapılmaktadır.

Ayrışmalar önceleri, Osmanlı tarihsel mirasına sitayiş ya da Türkiye Cumhuriyeti ilkelerine sahiplenme türünden oluyordu. Milliyetçi-muhafazakâr kesim klasik Türkçeyi sahiplendi; Osmanlı’dan miras kalan Türkçenin yapısına, Osmanlıcada Türkçe olmayan unsurlar da dâhil olmak üzere sahip çıkmayı siyasi bir duruş ve tarih bilinci olarak gördü.  Kemalist-ulusalcı kesim ise, modern “arı” Türkçeyi tercih etti çünkü klasik Türkçe Osmanlı’ya ait unsurları içeriyordu, hâlbuki genç Cumhuriyet—nasıl kendi parasını kullanıyorsa—kendi dilini de oluşturmalı, kendi kimliğini Osmanlı kimliğinden ayırmalıydı.
Türkçenin devlet dili olarak sağlam milli temellere oturması amaçlanmıştı; bunun için Cumhuriyet’in pek çok gerekçesi vardı. Devrimlerin bir devamı olarak klasik Türkçenin “tasfiyesi,” Arapça ve Farsça etkisinden kurtulması, imparatorluğun “ümmet” dilinden sıyrılması ve “milletin”  öz diline dönmesi gerekiyordu. Dil ve alfabe devrimlerinin temel amacı, içindeki çelişkilerine rağmen bu amaca hizmet ediyordu. Cumhuriyet tarihsel ve siyasal açıdan yalnızlaşmış, Osmanlı tebaası--Müslüman toplumlar dâhil—birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan etmiş, Osmanlı karşıtı güçlerle ittifaktan da çekinmemişlerdi. Osmanlı Devleti’nin halife nezdinde elinde tuttuğu ümmet birliği tamamen dağılmış, üstelik bazı Müslüman ülkeler,  Osmanlı haritasında cirit atan müstemlekeci İngiltere ve Fransa gibi devletlerle Osmanlı aleyhine işbirliği yapmıştı. İstiklal Savaşında bağımsız kalabilen tek Müslüman ülke olan Türkiye, Batılı ülkelerin işgal güçlerini geri püskürtmüş, büyük kayıplar ve yaralarla Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeniden dirilmişti.
Ancak savaş kazanılmasına ve yeni devlet kurulmasına rağmen, daha önceki askeri saldırıların stratejik devamı olarak Batı’da “bilimsel” ve siyasal bazı tezler, Türklerin Anadolu’nu “yerli halkı” olmadığını, “Anadolu’dan atılması” gerektiği konusunu gündemde tutmuştu. Yalnızlığını derinden hisseden Cumhuriyet, artık anlamsızlaştığını hissettiği “ümmet” birliğinden vazgeçerek, dili, tarihi ve dolayısıyla kültürü “milli”leştirmek suretiyle, kendi kimliğini ortaya çıkarmak istedi. Zaten savaşların nesiller boyu devam edecek travması yaşanırken bu Anadolu’dan çıkarılma endişesi, eski travmaları hafızalarda yeniler durumdaydı. O halde, askeri olduğu gibi kadar “bilimsel” propaganda savaşının da kazanılması, Batılı tezlere karşılık olarak Türk dil ve tarihinin “karşı-bilimsel” verilerle mücadele etmesi gerekiyordu. Ahmet Cevat Emre’nin itirazlarına rağmen, olumlu “psikolojik” etkilerine binaen kabul edilen Viyanalı Dr Hermann F. Kvergić’in  “güneş dil teorisi” bu amaca hizmet etmek içindi.
Bir yandan tarihsel-kültürel bağları olan Osmanlı tebaası ülkelerden kopuşun getirdiği psikoloji, diğer yandan yönünü çevirmek istediği “muasır” medeniyetin siyasal gerekleri vardı. Batılı ülkeler devlet ve kültürü “millet esasına göre yapılandırmıştı. Böylece Cumhuriyet, dilinin millileşmesini de, kültürel millileşmenin bir tamamlayıcı parçası olarak uygulamaya koydu. Dil devriminde klasik Türkçe (Osmanlıca) bir yana bırakılırken bu kopuşun izleri belirginleşti. Osmanlı’yı “hasta adam”dan ölüme götüren kültürün kullandığı Latince alfabesinin kabul edilmesi ise, bu uygulama içindeki çelişki ve gerekçeleri eşzamanlı olarak içinde barındırıyordu. 
Bugün de ülkemiz siyasetindeki en büyük açmaz, hem kendi dilimizde var olan hem de başka dillerden dilimize giren anahtar kelimelerde toplumsal mutabakata dayalı bir anlam bütünlüğü olmamasıdır: demokrasi, devlet, laiklik, hürriyet, eşitlik, serbestlik, hukuk, adalet, itaat, esaret kelimeleri bunların başında gelmektedir.  Kelimeler, arkasına yaşanmış tarihçeyi almayınca, hangi dilden geliyorsa o milletin ya da dili konuşanın tecrübesi ve anlam gölgeleriyle gelmektedir. Tercüme yoluyla giren kelimeler ve onların kapsadığı kavramlar, o kelime kimlerin vasıtasıyla ve kimin iradesi doğrultusunda olmasını istediyse, o şekilde anlam geliştirmektedir. Dolayısıyla, dilin içinde ayrı diller oluşmakta ve her bir ayrı yorum kendi başına otokratik bir dile dönüşerek, diğer dillere tahakküm etmek istemektedir. Bu diller bazen siyasetin kucağında, bazen siyasetin tacında, bazen belli kesimlerin sultası altında yer almış; mutabakata, müsamahaya, etkileşime ve hatta kendi içindeki değişik unsurların varlığına bile tahammülü olmayan duruma gelmişlerdir.
Siyasetin ve hitabetin dili açık, net ve dünyevi olmalıdır. Hâlbuki Türkiye’de hüküm süren dil, anti-demokratik siyasetin olduğu yer ve zamanlarda kullanılan türden.  Dil ve dudak arasında, dudak ya da niyet okumalarla kendini gösteren dil demokrasiyi geliştiremez. Siyasetin dili teolojik mecazlar ve telmihlerle bezeli, yarı kapalı, dine rağmen dinsel suiistimale açık olabilen yapıdadır. Olayları “seküler” bir mantıkla konuşmak, tartışmak yerine, belagat mahzenlerinde yıllanan, Efesli “Yedi Uyuyanların tarihçelerini kendi mantığına göre güncelleyen, günümüze uyarlayan, günümüzdeki kavgaları tarih üzerinden hesaplaşmaya götüren, stratejinin “kuvvet dengelerini” gözeterek polemiğe soktuğu dil. Kıyasıya bir “ezber bozma” edebiyatı yaparken, kendince “put kırma” hevesine kapılıp, ezberden robot resmi çizdiği putları kırarken, yerine kendi putlarını ikame etmeye çalışan bir dil.  
Günümüzde, bu dilin bir ucu Sayın Başbakan’a ve yakın mesai arkadaşlarına uzanıyor. Erdoğan ve AKP’li siyasiler, siyasi söylemle dini hitabeti birbirine karıştırmaktadırlar. Milli Görüşün sembolik gömleğini çıkardıklarını sıklıkla ifade ettiler, ama Milli Görüş teolojik belagatini devam ettirmektedirler. “Yusuf Medresesinde” pişen Başbakan ve AKP şahsında sıklıkla “Asr-ı Saadet” telmihleri ortaya konmaktadır. Asr-ı Saadet, Müslümanların bilinçaltında adalet ve demokrasi, eşitlik ve hukuk açısından “altın çağ” olarak yer almıştır. Ne Demirel’in AP’sinin ne de Erdoğan’ın AKP’sinin--isim benzerliği dolayısıyla-- Asr-ı Saadet’i yansıtmadığı ortadadır. Adalet ve Kalkınma Partisinin “AK Parti” şeklinde kısaltılması, AKP’nin iktidar saadetini uzatmış olabilir, ancak Parti’yi mutlak bir “pir ü pak” simgesel hüviyete dönüştürmez. Öte yandan, Erdoğan’ın siyaseten bugün 1,6 milyar Müslüman adına konuşur tarzda davranması, geçmişte yaşamış Müslümanları temsil edercesine “Müslüman katliam yapmaz” diyebilmesi, sabık Başkan George Bush’un 9/11 olaylarının ardından kullandığı teolojik dili yansıtmaktadır. En azından okuduğu lisede, Raşit Halifelerin belki biri haricinde şehit edildiğini, hatta Hz. Osman’ın mescitte ve ramazan ayında şehit edildiğini, Sıffin Savaşında Hz. Muhammed’in eşi Hz. Ayşe ve kuzeni Hz. Ali’nin arkalarında Müslüman askerler olduğu halde savaştıklarını, mızrak uçlarında Kur’an-ı Kerim sayfalarının uçuştuğunu, “Ashabı kiramdan” Muaviye’nin Ehl-i Beyt’e karşı yaptığı fiziksel ve ideolojik katliamı, hatta onlara her cuma hutbesinde lanetler okuttuğunu bilmesi gerektir. 
Öte yandan, Başbakan Erdoğan’ı “Firavun’un sarayında büyüyen Musa”ya benzeten bir gazeteci-yazarın dünyayı algısı, Amerikan Püritenlerinin dünyaya bakışından farklı değildir. Bu da siyah-beyaz, şer-hayır, onlar-biz eksenine oturmaktadır. Püritenler Amerika’yı cennete, kendilerini Âdem ve Havva’ya benzetirken, Amerika’nın yerli halkını da “şeytan”la özdeşleştirerek, Kutsal Kitap’taki bir anlatıyı kendi tarihsel serüvenlerini açıklamada kullandılar. Bunun adına da “İlahi tasarım” dediler. O halde, “Musa” benzetmesinin diğer unsurlarını da oraya koymak lazımdır.  Firavun’un sarayı Türkiye Cumhuriyeti ise, Firavun kim olmaktadır?  Ayrıca, “Deccal” diye yaftalanan tarihi şahsiyetlerin, karşısında olanlar acaba neyi temsil etmektedirler?  “Tecahül-ü arifane,” bir edebi sanat olmaktan çıkmış, Türkiye siyasetinin irfanını ve edebini tüketir hale gelmiştir.
AKP dini kutsalları siyasi belagat metası olarak kullanıp tutarlı da davranmayınca, bu sefer aynı ekolden gelen Saadet Partisi devreye girmekte, Erdoğan ve çevresini iyi tanıyan insanların diline, yine dini telmihlerden yola çıkan, ama başka noktalarda demirleyen eleştiriler dolanmaktadır. Saadet Partisi cephesi ismini “Asr-ı Saadet”teki “saadete” matuf aldığı  için, kendisini Saadet Asrı ülküsüne daha layık görmekte, Erdoğan ve partisine eleştirilerini yine bu dini söylemle yapmaktadır. Sonuç olarak, Erdoğan ve AKP’de ne Halife Ömer’in adaleti, Ebubekir’in sadıklığı, Osman’ın rikkati ve Ali’nin ilmini bulamadıklarını ifade etmektedirler. Onlara göre Erdoğan, Dicle’nin kenarında dolaşıp, kuzuları kurtlara kaptıran, ama hala Ömer’in kıssalarını anlatmaktan geri durmayan bir dille konuşmaktadır.  
Osman Bey’in vasiyetini kulağına fısıldanınca hatırlayan, zikreden, hatta ululayan, Yunus ve Mevlana’dan alıntıları siyasi belagat çerezi yapan Erdoğan ise, Saadet’in eleştirilerine—diğer muhaliflerine olduğu gibi--dolaylı olarak, öfkeye aşeren bir dille cevap vermektedir. Hiddet ve öfkeyi teatral tavırlarla “tevhit” eden, demokrasi hüneri olarak sunan Erdoğan, yine “kardeşlerine” “aziz” diye hitapla “Mesihçi demokrasi”nin diliyle rakiplerine “Allah’ın izniyle” yapacaklarını anlatmaktadır.
Dahası, sabık Başbakan Necmettin Erbakan’ın ifadesiyle, bir partiye oy vermek kendi başına bir iman meselesi haline gelmektedir. Ya da bir partiye oy verince, insanlar Siyonizm destekçisi olabildiği gibi, vatana hıyanet derecesinde suçlanmaktadır.  Bir başka parti bu telmih kervanına tarihten, gelişigüzel seçilen örneklerle katılmaktadır. Damat Ferit ya da Tanzimat Fermanına atıflar çoğalmakta, bir yandan da hükümetin “açılım”larını” Hudeybiye Antlaşması gibi tanımlayanlar çıkmaktadır. Öte yandan, “Medine Vesikası” hala kulaklarda yankılanmaktadır. Meçhul “zalimler” anıtının açılışını yapacak birileri  ise, harcıalem belagat siyaseti içinde her zaman olageldi.
Bu tarz dini söylemlerle dünyevi olayların açıklanması toplumun farklı katmanlarında, domino etkisiyle yeni tartışılmazları ortaya çıkarmaktadır. Siyasi meseleleri,sıkıntıları çağrışımlar ve göndermeler yoluyla, bazen tarihsel olaylara telmihler yaparak, haldeki olaylara tesettürlü yorumlar getirmenin dili çözüme katkıda bulunmak şöyle dursun,  problemin parçası ve yenilerinin katalizörü olmaktadır. Siyaset erbabından, köşe yazarlarına, cemaat liderlerine,  akademisyenlerden basın patronlarına kadar kullanılan bu dil ya korkunun, art niyetin ya da iz bırakmadan suda yürümenin, karanlıktan yumruk atmanın veya kaostan çıkan çekincenin dilidir.
Muhalif sesler oldukça,  “Allah akıl fikir versin!” türü yaklaşımlardan tutun, “Rabbim bana Cleveland dedi”ye kadar uzanan bir renkli gelenek oluştu AKP cephesinde. Yıllar önce, Genç Parti sabık Başkanı Cem Uzan öfkelenince, Aşil’in topuğundan vurma taktiğiyle iktidara yaklaşmış ve meydanlarda “Allahsız!” diye Başbakan’a yüklenmişti.
Bununla da bitmiyor tabi ki. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ve eski DTP milletvekilleri, gözaltına alınan belediye başkanları ilgili bir basın toplantısı yaptı ve küfürlü konuşmuşlardı.  Daha sonra Baydemir, hem iktidarın hem de ona oy verenlerin anlayacağını düşündüğü dilden, konuşmasına Nisa Suresinden ayetler okuyarak devam etti: “'Allah, ağır ve inciten sözlerin açıktan söylenmesini hiç sevmez, ancak söyleyen zulme uğramışsa o başka. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür.” Bir başka örnekte, yine ayetlerden iktibas yaparak muhalefete iktidar partisi “onlar kördür, sağırdır, dilsizdir ve iman etmezler” mealinde ayetleri okuyarak etti, muhalefet başka bir vesile ile aynı ayetlere atıfla iktidarı eleştirdi. Sıffin Savaşındaki gibi, siyasi mızrakların uçlarında ayetler uçuşurken, “Allah’ın ayetlerini az pahaya satmayınız!” ayetini suiistimalleri anlatmak için kullanıldı.
Dilin cemaatleşmesi bir başka konudur. “Takva”nın “takiyye” derecesiyle at başı gittiği zamanlarda yaşıyoruz. Bir cemaat liderinin, cemaat lideri olduğunun bile avukatlar vasıtasıyla tekzip edildiği, hatta cemaat diye bir şeyin olmadığına, siyasetin derinlerinde dahi olmadığına inanmamız gereken bir Türkiye’de yaşıyoruz. Dahası bu cemaat lideri--hakkında yazılan kitaplarda ifade edildiği gibi-- “hicret” etmiş, yanına “ashap” gibi insanları almışsa, “her peygamber” gibi ülkesinden “hicret” etmiş ise, acaba Hz. Muhammed’in bu sözlerle kemikleri sızlamıyor mu?   Putları kıran Hz. İbrahim, yerine hangi “put”ları koymuştur? “Ecmain!” demek cemaat mensubiyetini ifade ederken, “cümleten!” diyenler farkına varmadan dışarıda kalmışlığı açığa vurmakta, “tesadüf” deyince “onlardan” “tevafuk” deyince bizdenlik remzi olmaktadır.
Diğer örnek, Rum cemaati liderinden. Fener Rum Ortodoks Kilisesi Patriği Barthelemeos’un son açıklamaları bu dilin yeni bir örneğini ortaya koymuştur. Gündemi ve siyasi söylemlerin büründüğü dini kılıfları iyi takip eden Barthelemeos, dini bir telmihle siyasi gündeme yeniden girdi. Uzun zamandan beri “ekümeniklik” meselesini gündemde tutan ve bunu basit bir kazanılmış hakkın iadesi olarak gören Patrik Barthelemeos Amerikan CBS televizyonu muhabiriyle yaptığı konuşmada Türkiye’de         “çarmıha gerilmiş” gibi hissettiklerini ifade etti. Bu konuşmanın Türkiye’de yankı bulması üzerine ise, “bütün dillerde bu tür deyimler vardır ve dar söylemleriyle değil, o dilde yüklenen anlamıyla değerlendirilir” diye açıklama yaptı.
Bu konuşmada niyet okumanın çok ötesinde güçlü atıflar var. Amerikan CBC televizyonu Yeni-Muhafazakâr ideolojiye destek vermesiyle bilinir. Muhtemelen “evde” hissetmenin rahatlıydı Patrik Hazretlerine “çarmıh” olayını hatırlatan. Türkiye’den bahisle, “bazen çarmıha gerilsek de burada kalmayı tercih ediyoruz,” diyor önce. Bu sözler üzerine sunucu, “Kendinizi çarmıha gerilmiş gibi mi hissediyorsunuz?” diye sorunca Patrik “Evet!” yanıtını veriyor.
Peki bu telmihin arkasında yatan tarihi olay neydi? Çarmıh’ın “Tanrı ve Tanrının oğlu” İsa ile bağlantısı ve Roma İmparatorluğu’nun despotik tarzda hem İsa’yı hem de İlk Hıristiyanları zulme maruz bırakması. Roma İmparatorluğu, daha ilk çağlarında Hıristiyanlığı baskı, işkence ve zulümlere tabi tutması, Hıristiyanlıkla mücadelesi İsa’yla başlamıştı Roma’nın. Hıristiyanlık inancına göre “Tanrı” ve “Tanrı’nın oğlu” olan Nasıra’lı İsa’nın çarmıha gerilmiş olması (M. 33), sonraki zamanlarda Roma’ya karşı oluşan pasif direnişin bayrağı yaptı İsa’yı.
Önceleri barışçı sözleriyle, sonra bu uğurda ölümüyle İsa, trajik bir hatıranın mazlum sembolü olmakla kalmadı, havarileri ve takipçileriyle yüzyıllarca süren tedrici bir direniş psikolojisinin işaret fişeği oldu. Roma’nın siyasi ve askeri gücüne, Musevilerin yerleşik ve etkin dini kültürüne, alışılagelmiş hiyerarşileri hiçe sayan bir anarşist tavrıyla yaklaşan İsa’nın, haksız bir şekilde, dalavereyle mahkûm edilmesi, iki bin yıllık bir inancın kilit taşını oluştururken, mazlum hisseden insanların, zulme tabi olan kitlelerin hem merhametini hem hıncını çelikleştirdi. Çarmıh, eski mitolojilerden gelen bir sembolken, Hıristiyanlıkta İsa’yla özdeşleşen, zulme karşı direniş ve diğerkamlığın zihinlere çivilenen direği oldu. Peki aleni olan meçhul anlamını Türkiye Cumhuriyetine nasıl uygulamak lazımdır?  Gerçekleri ne kadar yansıtmaktadır.  Yoksa gerçek de çarmıha mı gerilmektedir?
Son olarak Muharrem üzerinden yapılan teolojik siyaset var. CHP lideri Deniz Baykal, Muharrem vesilesiyle konuşma yaparken, "Mezhebi, cemaati ne olursa olsun dünyanın her yerindeki Müslümanlar bu duyguları saygıyla paylaşıyorlardır" dedi. Tarihsel trajediye kısaca değinen Baykal, ardından "Bu facia, ne yazık ki noktalanmış, bitmiş, insanlığın hafızasından kopup gitmesine fırsat verilmiş bir facia olmanın ötesinde bir anlam yaşıyor. Ne yazık ki, ehlibeytin maruz kaldığı facianın o kadar dramatik olmasa da başka türlerini hala bu süreç içinde zaman zaman yer yer yaşamak durumunda kalıyoruz. Facialar ve zulüm devam ediyor. İnsanlık buna tepki gösterme ihtiyacını hissediyor. Ne yazık ki, Muaviyeler, Yezitler bitmedi” derken, günlük siyasete imalı göndermeler yapmıştır. Alevi karşıtlığını, “Muaviyeler ve Yezitler” diye ifade eden Baykal’ın son günlerde “Cemevi-mescid” bağlamında konuya yaklaştığı açıktır. Arkasından gelen cümle ise, doğrudan Türkiye gündemini yorumlamaktadır: “Tiranlık, zorbalık ve ihanete karşı soyluluğun, adaletin ve fedakârlığın yükselen sancağı olan Kerbelâ’da yaşananlardan bugüne uzanan mesaj, emanete riayet, vefa, izan ve adalet duygusundan asla ayrılmamamız gerektiğidir.”
Sembolleşen, sloganlaşan dil tartışılmaz, ancak tampon çıkartmalarına malzeme olur. Demokratik tartışma ortam ve zemini ancak net bir dille ve ortaya konan fikirlerle olacaktır. Bir yanda AB’ye girme çabaları sadece iç siyaset tahterevallisine dönmekte, öte yandan “Avrupalı olmak istiyoruz!” belagati ile Asya’ya özgü, kapalı tarzda beyanatlar devam etmektedir. Siyaset aktörlerinin geneli için geçerli olan bu tavır, tarihi ve siyasi bir yığın meseleyi uluorta zarf atma tarzında ortaya salıvermektedir sonra da izlemeye alıp etkilerini ölçmeye çalışmaktadırlar. Bir fıkra ya da mesel içinden,  keyfe keder anlam çıkarmak tarzında demokratik tavır ve mücadele çıkmayacağı açıktır. Bilimsellikten ve diyalojik müzakereden uzak tarzda tartışmaya açılan konular, dezenformasyon ve propaganda malzemesine dönüşmekte, taraflar  birbirinden “koz” kapmaya, karşı tarafa künde attırmaya çalışmaktadırlar.
Uzun zamandan beri, laiklik tartışması yapılırken tekrarlanan bir algı, laikliğin, din ile devletin ayrışması” olduğudur. Asıl unutulan ise, siyasetin dinileşmesi, dinin siyasileşmesi, dilinin dinileşmesi, mantığının ülke çıkarları ve kucaklayıcı üslupla değil, siyasileşen bir teolojik söylemle oluşmasıdır. Hatiplik liseden gelen bir siyasi maharettir belki, ancak “İmam” tarzında başbakanlık, demokrasinin bir uzantısı değildir. Başbakan, “vatandaşlarım!” deyince ayrı, “aziz” “kardeşlerim!” deyince ayrı söylem evreni ortaya çıkar. Yanlış olan, toplumca tasvip edilmeyen şeye “günah” demek dini, “ayıp” demek töresel, “kabahat” kişisel,” “kusur” teknik, “suç” demek yasal bir tanımlama olur. Devletin dilinde, ayıp ve günahın yeri yoktur, bir şey yasal ya da suçtur—ki bu seküler mantığın basit bir sonucudur.


Wednesday, November 25, 2009

The New American Imperialism

The New American Imperialism: Bush’s War on Terror and Blood for Oil. Vassilis K. Fouskas and Bülent Gökay (Westport, Connecticut and London: Praeger Security International, 2005. Pp. xi, 247.
Various concepts like the Spirit of Independence, Manifest Destiny, and the Frontier that codify and edify the trajectory of the American cultural rubric in the nineteenth-century America are still today ingrained in the daily lives of American people, and predominant in both the domestic and international policies of the US government.1 These phenomena have characterized and pedestaled as American values the ontogenesis and reinforcement of the so-called cult of masculinity.2 Now that the ideology and rhetoric of masculinity were constructed, they have been chiseled out further into the American ego, and accompanied by oedipal complex in military, political, cultural and literary spheres to establish a patriarchal, and hegemonic American identity yet in the making.3 The century is one of transition, if not of equilibrium, ideologically rooted in the eighteenth century when, following the War of Independence, Oedipal America was gradually trying to shake off the influence of the colonial complex, and equivocally assuming the role of the imperial colonizer per se not only within the territories in the American continent, but also across the continents in the twentieth century.4
The emergence of the concept of “Manifest Destiny” in particular earmarks an important factor in the development of American culture. The significance of the neologism lay not in its originality of coinage, but in the socio-political ideology the phrase epitomized. Although the conceptual framework can be traced back to Puritan epistemology, 5 the phrase was first used by the American journalist and diplomat John Louis O'Sullivan, in an editorial supporting the annexation of Texas.6 “Manifest Destiny” was thus refurbished with secular overtones to minister to fledgling expansionist, and even imperialistic aspirations of the political elite. Earlier the concept furnished Puritan historiography with both a consolation and rationalization for why the immigrants had to migrate to the New World, interpenetrating history with a sacrosanct ideal.7 The Puritans acutely felt that they were reenacting the biblico-historical hardships, torment and tyranny that the Ancient Israelites experienced until they reached the Promised Land, whose imagery figured prominently in shaping English colonial thought.8 The Pilgrims identified themselves with the ancient Hebrews: they saw in the New World the New Canaan; they were God's chosen people headed for the Promised Land. Other colonists believed they, too, had been
Alternatives: Turkish Journal of International Relations, Vol. 6, No.1&2, Spring & Summer 2007 193
divinely called. This self-image of being God's Chosen People called to establish the New Israel became an integral theme in America's historical self-interpretation.
The Manifest Destiny Doctrine was based on the idea that America had a divine providence. It was God's will that Americans spread over the entire continent, and to control and populate the country as they see fit. It also had a future that was destined by God to expand its borders, with no limit to area or country. All the traveling and expansion were part of the spirit of Manifest Destiny. Many expansionists conceived God as having the power to sustain and guide human destiny. During the revolutionary period, the idea emerged with a new force. In 1776, Benjamin Franklin and Thomas Jefferson wanted the Promised Land images for the new nation's Great Seal. Franklin proposed Moses, based on the Biblical model of Exodus, dividing the Red Sea with Pharaoh's army being overwhelmed by the closing waters. Of course, the British King stood for the Egyptian Pharaoh, in whose palace Moses grew up. Jefferson urged a representation of the Israelites being led in the wilderness by the pillar of fire by night and the cloud by day. Later, in his second inaugural address (1805), Jefferson again recalled the Promised Land, evoking the Puritan memory of America as “a City upon a Hill,” the “New Israel.” All this imagery evidences how inherent the Bible and Biblical imagery and figures were in the socio-political and cultural heritage of America.
The colonists had seen a profoundly Biblical significance in their voyages to and settlements in America. It is also interesting to observe that the Edenic notion of America emerged in reference to the Biblical paradise. The Puritans thought that they were going to recover from the bondage and persecutions of the past to establish a Puritan theocratic paradise like the ancient Israelites. To voyagers and explorers the country had offered an exciting vision of Edenic America--an immense “virgin” continent. Several early writers focus on America in this vein. For instance, In Gods Promise to His Plantations John Cotton (1584-1652) writes that “He hath appointed the times and places of our habitation, that we might seeke and grope after the Lord.” In Of Plymouth Plantation Bradford ascribes the causes of immigration to divine calling that “the truth” should prevail and “the churches of God revert to their ancient purity and recover their primitive order, liberty and beauty.” John Smith’s Description of New England portrays the land in terms of cornucopia and differentiates between the Old and the New World as follows: “This is the difference betwixt...the golden age and the leaden age, prosperity and miserie, justice and corruption, substance and shadowes, words and deeds, experience and
Alternatives: Turkish Journal of International Relations, Vol. 6, No.1&2, Spring & Summer 2007 194
imagination.” Increase Mather also considered America a Kingdom of Christ “restored to its Paradise state.” Hence, the new continent, for the Pilgrim Fathers, meant separation from the past, a new adventure, a new history, and a new beginning.
When it appeared in the July-August 1845 edition of The United States Magazine and Democratic Review with its new semantic turn, the term “Manifest Destiny” had already been divested of its religious garb, and came to put on military uniform to transform American demography forever.9 The phrase later became a shibboleth used by all political parties to legitimize the acquisition of California, and the Oregon Territory, which included the extermination of the Native Americans.10 From President Monroe11 to President Bush, doctrines and ideologies have focused on both the idea of isolating the New World from the Old World interventions, and the zeal of commingling imperial expansionism with religious veneer.12 By the beginning of the twentieth century the same phrase was being indefatigably applied to the proposed annexation of various islands in the Caribbean Sea and the Pacific Ocean. Taking new semantic turns en route, “Manifest Destiny” turned into ever-receding bivouac the American eagle perched on, ranging from Alaska to the Far East, i.e. from coast to coast and from pole to pole, from the national to the transnational frontier, legitimizing all that the American empire has intended to do.13 Puritan theocracy was long since gone, but the Puritan rhetoric has lingered on in secular disguises such as “the frontier” or “the West,” The Great American Dream” the “New World Order,” and “Globalization.”14 The hand of God, the principles of social-cultural and economic Darwinism, the hegemonic sense of dominating and subduing the “other,” now sugarcoated with a messianic mission of democracy, now egregiously adamant tour de force,. Deliberate ambiguity and sophistic approach toward similar events has come to identify American imperialism.
Unlike historically “real” events, of course, mythmaking and nation-building ideologies are not tangible. Manifest Destiny is a phenomenon that cannot be pegged to a single date and event or even a specific period of time. It has always existed in American history as an intangible ideology that created American politics, history, life and culture. It has ethno-centric and even racist connotations in its conceptual framework. Above all, it considers imperialistic expansionism as rightful destiny and legitimate necessity ordained by God, required and foreshadowed by history. Though American government has chosen to be constitutionally secular, this ideological euphemism has harbored in it a fundamentally religious ideology, and
Alternatives: Turkish Journal of International Relations, Vol. 6, No.1&2, Spring & Summer 2007 195
messianic eschatology.15 Thanks to this idea, several wars have broken out. For example, in 1846 the United States declared war on Mexico and proceeded to win much of what is now the Southwestern United States.16 The war with Mexico was just one out of a series of aggressive acts that can be tied to America's Manifest Destiny. Manifest Destiny emerged almost naturally and with a sort of inevitability out of fundamental want and need to explore, conquer new lands and establish new borders. With this growth came moral, cultural, social ideological and economical differences between people, states and countries. Manifest Destiny reflected both the prides that characterized American Nationalism in the middle of the nineteenth century, and the idealistic vision of social perfection through God and the church, both of which fueled much of the reform energy of the time. Individually, the components created separate reasons to conquer new territories.
It is against this background of mediocrity that The New American Imperialism stands. In the book Fouskas and Gökay argue persuasively that the demise of the Soviet Empire marked out not only the end of the Cold War Era, but also the beginning of the unchallenged rise of the American empire by a kind of see-saw effect. The American imperial expansionism, they argue, show different characteristics from the Western empires in history. America has essentially been attempting to remake and remodel the whole world to create a sense of order compatible with American socio-economic and political system, thus giving liberalism a distinctively American shape. The imperialist motive in American politics, according to the authors, have been reinforced after World War, and spurred on by 9/11 terrorist attacks in 2001.
A very striking point Vassilis and Fouskas discuss in their book is that the USA has seized the attacks of 9/11 as almost a long-sought-for opportunity “to expand and increase its military and economic grip on the resources of Eurasia, and that this reaction to 9/11 is the product of a general decline of American economic power in the world’s political system.” It is the decline of economic power and “relative retreat of its dominant position in the world economic system” that has “promoted a militarist drift in U.S. foreign policy” (71). They expound that the American economic decline was “well under way before the attack (5).” The “Dollar hegemony” was decreasing, and so was the American strategy for global dominance. Earlier the attempt was to replace the British pound with the American Dollar, which would also imply that the American Empire was replacing the British as well (16). The idea was kicking already in OPEC in 1970s, which finally resulted in OPEC’s agreement that all oil pricing would be “exclusively” in dollars Alternatives: Turkish Journal of International Relations, Vol. 6, No.1&2, Spring & Summer 2007 196
(18). The creation of the Euro in 1999 was to some extent a challenge to the dollar as well as American currency hegemony. By mid-2003, the Euro had increased its share of money markets to almost 46 percent (25). The authors also point out that currently the Euro accounts for “one-quarter of the global market.”
Fouskas and Gökay also elaborate on another fundamental issue that America has explicitly solidified: the alliance between Washington and Israel in the post-Cold War era. Unconditional support for Israel has proved to be the vulnerability of the American Empire at the expense of the American tax-payers and at the risk of international community’s taciturn disagreement. It is more than mutual interests, as scholars of international relations would be wont to say, that have welded together the two promised lands. “Pax Americana” has actually promoted the Zionist targets of Israel. In this sense, former US President Jimmy Carter’s recent book, Palestine: Peace Not Apartheid (2006) is harping on the same strings as The New American Imperialism.17 In the Palestine-Israeli conflicts, the US has always tipped the scale in favor of Israel. According to the authors, neoconservative clique that has paved the way for the strategies to seize America’s grip on energy resources of Eurasia, has also collaborated with the Zionists, considering all as grain to their mill.
The authors brilliantly and meticulously delineate the links between Christian and Jewish ideologists. To power and global reach can therefore be added another imperial characteristic: a hidden desire coated with political rhetoric of democracy and globalization to hurry forth and act. Even before America was attacked on September 11, 2001, influential forevoices were calling for a more activist foreign policy. Several groups were impatient with the constraints imposed by treaties, multilateral action and America's membership of international clubs like the UN. They wanted to see America immediately hit back when attacked. George W. Bush sympathized with them. It was on the assertive nationalists—along with men like Dick Cheney, his vice-president, and Donald Rumsfeld, his secretary of defense, not bilateral and multilateral agreements, which George G. Bush relied. Bush even boasted after 9/11 that he was “a war president” quoting passages from the Bible to shed light on the current issues. His second term, in particular, has witnessed a Manichean dichotomy between good and evil, and those who “are either with us or against us.” This period also marks out a new strategic alliance between the Christian
Alternatives: Turkish Journal of International Relations, Vol. 6, No.1&2, Spring & Summer 2007 197
Fundamentalist and neo-Zionists” (115). The president's instincts were to take robust action if necessary, but to avoid foreign entanglements. In particular, even as a candidate, he had been hostile to the idea of satellite building abroad, an ambition more closely identified with the democratic imperialists, also known as neoconservatives. For them, Afghanistan and Iraq were just the start. The transformation of the entire Middle East—Iran, Syria, Saudi Arabia, would later ensue.
Fouskas and Gökay, in sum, draw a grim picture of the world after the collapse of the Russian Empire. At a time when the world has essentially been keeping mum about what the Bush administration has been doing, they have documented in their book a highly readable, and remarkable, if not unique, account of America’s imperialist strategies, which paradoxically intends to “liberate the world in rhetoric while actually it has been attempting to “liberate” several countries and regions across the world from their natural resources, and even territorial rights unlike the “good Samaritan.”

EDEBİYAT TEORİSİ

TRANSLATION

BÖLÜM  I

PROBLEM : Eleştirel Teorinin Limit ve Kapasitesi
Edebi teori gösterişli bir disiplindir. Her iki manada da gösterişlidir demek istiyorum. Teori, göz alıcı sistematik çalışmalarında gururlu hatta kendini beğenmiştir ve teorinin bu gösterişi nihayetinde kısırdır. Teorinin gururluluğu sadece edebi eserin sıkı ve ahenkli estetiğine ulaşabilmesinden değil, ayrıca bu estetik anlayış içerisinde, bize özel deneyimler sunması hasebiyle “edebi” sıfatıyla onurlandırdığımız inanılmaz çeşitlilikteki eserlerden de bahsedebilmesidir. Bununla birlikte, teorinin bütünlüğünü muhafaza etmek için yapılan her teşebbüs verimsiz kalmaktadır çünkü; teorinin dahil etmesi gereken, eserin içerisindeki bütün oluşum ve deneyimler kolayca deşifre edilememekte ve edebi deneyimin çeşitliliğiyle –onları teorinin sınırları içinde tutabilmek için- başetmeye çalışan her teşebbüs teorisyenin kullanmak zorunda olduğu sistematik enstrümanların yetersizliğinden dolayı sekteye uğramaktadır. Yine de misyonunun, hem gösterişlilik hem de kısırlık gibi çift günlüğüne rağmen edebi teori hiç de boş olmayan meyveler vermiş olup, samimi ve zeki olan hem felsefi hem de edebiyatçı zihinleri meşgul etmiş ve etmeye devam etmektedir. Bu entellektüel zihinlerin yaptığı gibi, bir zamanlar iddialarından soyunmuş olan edebi teori çalışmaya değer bir alandır. Esasen edebiyat bölümü öğrencilerinin edebi teori üzerine çalışmama, onun problemleri ve olası çözümleri hakkında kafa yormama gibi bir lüksleri yoktur.
Edebi teori ifadesiyle, edebi eserlerin bireysel eleştirini dahil eden tutarlı hale getiren sistematik yapıdan bahsediyorum.1 Böylece biz okuyucular işe bir edebi eserle başlarız. Yaptığımız okumaları ve esere verdiğimiz cevapları akla uygun hale getirmemiz bir eleştiri çalışması olarak sonuçlanır ve zamanla farklı yorumlarımızı akla uygun hale getirmek için ortaya koyduğumuz tutarlı çabalar edebi teorinin içini doldurmaya başlar. Edebi teori çalışmasının dürüst bir savunucusu, teorinin sınırlı kaldığı noktaları, esasen kapasinin tam olarak ne olduğunu kabul ederek işe başlamalıdır. Bilmelidir ki; genellikle hiçbir teori tam manasıyla bizim meşru olarak kabul edeceğimiz deneyimlerin çeşitliliğini ifade etmez: Teorinin evrensel iddiaları onunla örtüşmeden oluşturulan başıboş etkilerle neredeyse ilgilenmez, ya da tek bir eserde bulunan gelişmemiş değer ve manalarla dahi baş edemez. Her eserde bulunan o “Cennette ve dünyadaki bolluklar” herhangi bir insanın edebi felsefesinde düşünülebilir. Bunların ardından daha ileri ve en dürüst bir ifade gelmektedir ki; hiçbir edebi teori bizi iyi bir eleştirmen yapma eğiliminde değildir. Stanley Edgar Hyman’ın tersine, dürüst bir savunucu bizim teorimizin görüşümüze güç kazandırmaktan ziyade kaybettirebileceğini kabul etmektedir.2
Tecrübelerimizin her alanında sistem oluşturma, karşımıza çıkan belirgin özellikleri analiz yoluyla düzenleme yönünde içgüdülerimiz vardır ve bu içgüdüler, sistemin kapsamının daraltılmasının, sistemin kendi konusu olan bizim tecrübelerimizin sınırsız çeşitlilikte oluşunun reddi anlamına geleceğinin farkında olmamızla gelişmelidir. Bu sistematik kapsam daraltma tamamen felsefi ısrarımızla alâkalı bir konudur: Kelimelerle aktarılmadan önceki sınırsız düşünceleri dil ve zihin yapılarının sınırları içine sıkıştırmak. (Her ne kadar düşünce dünyası dilin sembolik yapılarının dili olsa dahi) Bu felsefi ısrar felsefenin kendisi kadar yaşlı olması gereken bir problem ortaya çıkarır: Tam bir bütünlük için kabul edilmiş felsefi çalışmalarımızdan, deneyimin bütünlüğüne ilişkin, filozofun yükümlülükleri nelerdir, düşüncelerinin ne olduğunu kısmen kelimelere dökebilen bir sisteme sahip olması için filozofun yükümlülükleri nelerdi? Düşünceleri tam manasıyla çıkarma veya anlam bütünlüğü oluşturma istidatları arasındaki çatışma kaçınılmazdır. Anlam bütünlüğünü sağlamak için atılan her adım, ilk etapta düşüncelerimizi aktaran sözlerimizin bir kısmını törpülemekle atılır. (Veya sistemi oluşturanın dili sonuç olarak kendisine mi döner? Ya da, hatta geride kalanlarımız için bütün deneylerimiz, soliptistlerin sahip oldukları gibi zaten kelimelere aktarılmayan düşünce yoktur diye dilimizin onlara olmalarına izin verdiği kadarına mı indirgenir?) En azından, anlam bütünlüğünü sağlama ve düşünceyi tam olarak aktarabilme arasındaki bu alış veriş –birisindeki kazanım diğerindeki kayıpla olur düşüncesi- felsefi bir gerçekliğe tutunmayanların kaçınılmaz bir çelişkisidir, evrensellerin ontolojik bir statüye sahip olduğu ve bilge olmanın anlamı bozan, fazlalık arzeden unsurlarını atmak olduğu yönünde bön bir fikirdir. Bu, metafizik açıdan mutlu kozmolojinin çoğumuz tarafından kabul edilmediğinden şüphelenmekteyim. Bu reddedişin faturası anlaşılırlık ve uyum, akıl ve gerçek arasındaki savaşın farkına varmaktır ki; bu savaş, her ne kadar fazlasını oluşturma dürtüsüne kendimizi kaptırsak bile, felsefemizin deneysel güvensizliğine yol açmaktadır.
Fakat, eğer önermesel sistemler genelde onların ifade edermiş göründükleri verilere yetersizliğini ortaya çıkarırsa, onlar edebiyatla ilgilenmeyi istedikleri vakit , onları fazla cüretkâr buluruz. Edebi eserler (objects) insanın varlığını eşsiz ve bilinmeyen sayısız halleriyle ortaya koyan karmaşık nüansları yakalamak üzere üretilmiştir. Belki de daha çok problem olan gerçek, edebi kuramcının kaynağı dilde bulunan deneyimlerle ilgilenmesidir ki; böylece kuramcının kendi dili onu yanıltabilir. Çünkü o dil, kuramcının çalıştığı eserdeki dille aynı tarzdaymış gibi gözükür. Eğer bu eserler farklı ifade tarzlarını yansıtan türden olursa, edebi kuramcı kendi sistematiğine karşı koyan edebi eserin derin anlamlarını ortaya koymakta çaresiz kalır.
Sonuç olarak bu, edebiyata duyarlılıkla cevap veren bir kişi olarak edebiyat kuramcısı tarafından kabul edilmelidir ki; sistemin yükümlülükleri deneyime maruz kalacak okuyucu için engel teşkil edecektir. Sanatlarla samimi bir buluşmayla angaje olan birisinin deneyiminin aciliyeti ve özelliği, karşısına çıkan eserin ne olduğu bu esere vereceği cevabın ne olduğunu tahmin edecek olan arabulucu bir teorinin varlığını neredeyse gerekli kılmaz. Bizi şiire yönlendiren estetik dürtü o özel buluşma ananın kutsallığını korumaya ve bozulmadan devam etmesini sağlamaya gayret eder. Bu aşamaya kadar o anti-teorik bir dürtü, katkısız olana duyulan bir heyecan, soğukkanlı usçuluğun araya girmesine direnen, engellenmemiş bir deneyimdir. Her bir eserin ortaya koyduğu gizemli yönleriyle uğraştığımız zamanlarda felsefi soyutlamaların öncelikli ana yollarının yerine, hatalı bir şekilde işe yarar gibi görünerek bizi içine çeken yan yolların geçirildiği görülmektedir. Kuramcı düzensiz devamlılığını empoze ederek ve anlam bütünlüğü eksikliğinin üzerine giderek, özgür deneyciliğin aleni masumiyetini engelleyen bir kısım öncelikli prensiplerle, okuyucu ve şiir arasında kendine güvenir gözükmektedir.    
Bütün bu yetersizliklere rağmen, yine de ben, etkili edebi çalışma yararına edebiyatta savunulacak bir teori oluşturmayı, ki bu mütevazi bir teori olabilir, önerdim ve böyle yapılmalıdır da. İlk nedeni şudur ki; edebi teoriyle, sevsek de sevmesek de yüz yüze gelinmelidir: Bireysel şuurun veya olgunlaşmanın hangi düzeyinde olursa olsun, teori bütün edebiyat okuyucuları için olduğu yerdedir; o yerinden ayrılmayı reddederek olduğu yerdedir. Teorinin kaçınılmaz varlığı, kuramcı bir şiiri incelemeye yöneldiği zaman, her birimizin kuramcıyla onun umutlarına, yorumlarına ve yapılarına liderlik etmiş olan daha önceki bazı şiir incelemelerinin açıklamalarını taşıdığımız gerçeğinden çıkmaktadır. Bilinçli veya bilinçsiz; bilgilendirilmiş veya bilgilendirilmemiş; sistematik olarak çalışan veya çalışmayan olsun bu ifadeler, hatta o kuramcıyı teorinin fikirlerinin beyhudeliğine götürse bile, esasında onun edebi teorisi olarak kendine hala hizmet etmektedir. Birisi onun şiirlerinden birini okuduğu zaman, yapmakta olduğu uğraş çeşidi hakkında önyargıları artan seriler halinde ikinci şiirine ve diğerlerine yönelecektir. Edebi tecrübenin problemleri arasında, diğer tecrübelerde olduğu gibi, bir şeyin bir defalığına taze olması vardır. Bundan dolayı, subje-obje yüzleşmesinin bütün aciliyetinin engellenme deneyciliğinin daima mümkünmüş gibi edebi teorisinin reddini konuşmak, hatta olgun okuyucu için dahi, sadece sorumsuzluğu cesaretlendirmektir. Eğer bir kimse teorinin arabulucu dostluğundan kaçamıyorsa, mantıksal olarak, tecrübelerinin onu zorlamasına ve yalanlamasına meydan vermek yerine, teoriyi kontrol etmeyi, hatta kendisine hizmet ettirmeyi deneyebilir. Biz teorik olarak naive olmayı, edebiyatı direk olarak edebiyatın kendi terimleriyle angaje etmeyi tercih eden bir eleştirmenin ardıardına çıkan yazılarını okuduğumuz zaman onun teorisini yeniden oluşturmak için, eleştirmenin fikirleri arasında benzerlik buluruz. Şu anda bu onun birçok öğretisi arasında sayısız tutarsızlıklar ve çeşitlilikler içeren basit bir teori olabilir, fakat bu teori, eleştirmenin görebileceği şeyleri tamamen ortaya koymasa bile, bu yönde elverişli ortam hazırlayan birtakım beklentilerin oluşmasına yardım eder. Dahası, bütün ögeler eşit olarak, teorinin tutarsızlıkları eleştirmenin gücünden ziyade zayıflığına sebep teşkil eder, çünkü bu tutarsızlıklar eleştirmenin oynamakta olduğu dil oyununu ihlal etmek için onu zorlayarak söylemini daha az anlaşılır hale getirir. Ve bu hepimiz için geçerlidir. Eğer eleştirmenler olarak sistematik söylem oyununu oynuyorsak, onu iyi oynamak gerektiğini farkederek teori problemini ne kadar ciddiyetle ele alırsak alalım, deneyci tarafımız ne kadar üstün olursa olsun, kendisini ortaya koyacak olan ön gerekliliklerin kontrolüne girme çabasında olabiliriz. Eleştirmen için tek alternatif şu olabilirdi: Üzerinde çalışacağı araç olan edebi eserle rekabet halindeki kendi edebi teorisine öznel dalışlar yapacak kadar hür olmasıdır ki, bu durumda eseri veren yazardan hiçbir şey almadan kendi marifetiyle okuyucuyu kazanmak zorundadır. Ve böylece şairlerin bile kuramsal çıkarımları sürükleyerek geldiğini ki, bu çıkarımların onların performanslarının gerisindeki niyetlerini şartlandırdığını öğrenecektir.
Hatta deneyimsiz eleştirmen bir kuramsal önyargıya ihanet ederse eliştirmeyen olmayan ne yapacaktır; edebi olmayan kaynaklar ve etkiler üzerine araştırma yapan tarih bilimcisi onu eleştiri arenasının dışında ve böylece güvenli olarak kuramsal konuların dışında tutabilir veya eleştirmen öyle düşünür. Fakat eleştirmen kendi biyografik ve sosyal verilerini, bu verilerin eserdeki yansımalarına uyguladığı zaman ya da eserin yansımaları dış toplumda, hayatlarda izlediği zaman tarihi bir olay veya psikolojik bir ilgi ve edebi eserin gerekli bölümü arasındaki  bağlantılar hakkında, haklı veya haksız çıkarımlar yapmaktadır. Bu bağlantının aleni birebirliğini farz edebilen tecrübesiz biyografi yazarı veya tarihçi esasen daha deneyimli bir kuramcının yıkmak isteyebileceği çıkarımlar elde etmektedir. Fakat ne kadar çürütülebilir varsayımlar olsalar da, bu kişilerin ortaya koydukları şudur: Kuramcı teorisiyle beraber kendi doğrularını da dosyasına koyar ve edebi meselelerin halli için bu doğrularla teori arasındaki bağlantıyı hakikaten abartır. O teorinin kuramcıyı alaşağı ettiği veya uçuşlarında havalanmasına fırsat verip vermediği kuramsal düzeyde ciddi bir tartışma konusudur. Fakat tarihçiler, doğruların ışık tutacakları edebi anlamlara olan alakasını –sadece farzetmek için değil- oluşturma ihtiyacına teorik bir yetkinlikle cevap verecek kadar güvenilir bilim adamlarıdır.
Bu durumda tekrar belirtiyorum ki; bizim seçimimiz, bir teorimizin olup olmadığı değildir, bir tane (veya iki, 3 ya da daha fazla çelişkili) olması gerektiği için. Bizim seçimimiz daha ziyade (o kuramsal konularla) eleştirimizin kaçınılmaz olarak ortaya attığı kuramsal konuların arasında bir uyanışa sahip olmaktır. Böyle bir uyanış, bil ilgi duyma zorunluluğudur ki; bu zor ve karmaşık problemlerin titiz çalışılmasıyla uyuşan bir ilgidir. Elbette ki; eğer dikkatle çalıştığımız edebiyata bağlılığımızı sorguluyorsak, bu durumda ayrıca kendi kuramsal şuurumuzun bireysel edebi eleştirel performansımız üzerinde sahip olmayı deneyeceği gücün sınırlanması hakkında da endişe duymalıyız. Her birimizin içindeki edebi kişilik teorinin potansiyel zorbalığının farkında ve hatta tedbirindedir ki, o potansiyel zorbalık önceden bizim algılamaya ve anlamaya açık olabileceğimiz edebi deneyimleri sınırlayacaktır. Bir kez daha anlam bütünlüğünü sağlama ile düşünceyi aktarma arasındaki bir tutarlılığa zorlaması ile deneyimin daima artış halinde olmasını uygun gören deneysel istek arasındaki çelişkiyi görmüş oluyoruz.
Her yeni  eser teorimize ve teorimiz de her yeni esere meydan okumaktadır. Her ikisi için de yükümlülüklerimiz nasıl dengelenmelidir? Bir teori gelecek edebi tecrübenin saldırısıyla uzaklaşabilecek kadar esnek olmalıdır ve aynı zamanda da yeni deneyini algılayıp tutabilmek için normlar sağlayacak kadar da sıkı olmalıdır. Teori, alanları doğmalarla olan önyargı ve engelleri önlerken, yargılar için temel teşkil etmelidir. Biz, gelişigüzel deneyime tamamen açık olamayız ve dahası kendimizi kuramsal oluşumlarımızın dışından gelen radikal olan yeni ve değerli deneyimlere kapayamayız.
Bu iklilemler teorinin paradokslu rolünden kaynaklanan birtakım problemleri ortaya koyar: Teori bizim algılama gücümüzü sınırlamasına rağmen, biz asla biriyle veya fazlasıyla değiliz; ne biriyle yapabiliyoruz ne de biri olmadan. Bu yüzden ne teoriyle yetinebiliriz ne de ondan ayrılabiliriz. Ve bu tek yönlü teoriyi bizim en fazla araştıran yoklamamıza bağlamak için, en azından, bizim yararsızlık oranımızı azlatmak  amacıyla, ayarsız olacağımıza rağmen, sadece ihtiyacımızı artırır. Zira bir sonraki eseri nasıl değerlendirip yorumlayacağız: Elimizdekine nasıl cevap vereceğimizi sınırlayan şimdiye kadarki normlara göre mi; yoksa gelenleri hepsini ayırt etmeksizin kabul etmemiz gerektiğini söyleyen o eşsiz ifadeler göre mi? (Acaba bu ikinci idealist cevap verme şekli mümkün olur muydu?) Eğer eleştirinin fonksiyonunun herhangi bir parçası hazzı arttıracaksa, neyin değerlendirildiğini ve neyin değerli olduğu arasındaki farkı azaltmak için (böyle bir farkın olması şartıyla) hep beraber önceki beklenti ve prensiplerimize, her yeni esere açık fikirli oluruz korkusuyla ters bakmamalıyız. Fakat, edebiyatın ateşli savunucuları olarak bizler onun en yeni modellerine sahip çıkmalıyız, dolayısıyla bağnaz olamayız. bir kez daha bu yeniliklerin bizi bastırmasını engellemek için onların kontrolünde bir zamanlar açık fikirli olup sonradan bağnazlaşma problemidir. Edebi teori çalışmasını savunan her kimse, sonradan edinilen alışkanlıklarımızın bir teoriyi kötü veya diğerinden daha iyi yaptığını tastik etmekten öte bir talebe ihtiyaç duymayacaktır.
Savunucu, bireysel eleştiriye ve doğruluğa sahip olduğu sürece teorinin yararlarını abartma, teorinin bir hayalcisi olma tehlikesi içinde olmayacaktır.3

İKİNCİ BÖLÜM
Fakat birçoklarının sanatın yapısallaştırıcı güçlerinin inancında gördüğü bütün anti-sosyal imaları dinlenmeye bırakmanın  zamanı gelmiş bulunmaktadır. Şimdi de ilk problemlerimizden sonuncusu olan ortaya çıkışını görüp incelediğimiz şiirlerin topluma olan ilişkilerine dönüyorum. Bu daha ziyade, varlığı sadece estetik temellerde savunulagelen bir eserin estetik fonksiyonunu incelemektir. Şiirin bizi çektiği deneyiminin kendi içinde kapalı doğasını vurgulamama rağmen; bu noktada şiirin dünyaya veya dünyanın ahlak ve anlam ilgilerine olan herhangi bir açık referansı içsel olarak yeniden yönlendirmeye bağlılığını da vurgulamış oluyoruz; edebiyatın ana fonksiyonlarından birini kurtarmaya çalışmak bana göre oldukça geç gözükebilir. Fakat, benim düşüncemdeki eleştirmenlerce başka yerlerde de iddia edildiği gibi, diğer bir bilim dalının olabileceğinden daha açık olarak dünya-ağırlıklı olarak, her zamanki gibi kendi alanı içinde çalışarak o bilim dallarınca yaklaşılmayan bir şekilde kendi anlamlarını toplumun kullanımına sunmak tamamen edebiyatın rolüdür. Çünkü, bir şiirin katkısının şiire eş derece özgün oluşu gibi, edebiyat yaptığı her şeyi kendine has olarak yapar.
Fakat, eğer edebiyatın ana fonksiyonu bizi şiiri amaç olarak incelememiz içine hapsetmek maksadıyla edebiyat olarak kendi anlamlarını genel anlamlara kapatmak ise, edebiyat kendini aşan bütün anlamlara nasıl katkıda bulunabilir? Edebiyatın sadece kendi içine kapandığı zaman, kendi kabuğunu kırıp dışarı çıkmayı nasıl başarabilir? Halâ, edebiyatın tarihte yer alan toplum ve toplumun kültürü üzerindeki estetik ötesi etkileri nasıl inkâr edilebilir? (Post-estetik demekle, açık olarak, şiirden kendi işlerimizin dünyasına döndüğümüz zaman edebiyatın bizim hakkımızda olan çalışmalarını ifade ediyorum.)
Bu tür etkileri edebiyat olarak edebiyatın özgün güçlerine götürmenin bir yolu var mıdır acaba? Esasen edebi eserlerin etkilerini ortaya koydukları, açık ya da gizli, birçok yol bulunmaktadır; fakat burada estetik sınırlar içinde neredeyse bulunmayan etkili konuşma veya propagandacı türden bir etki yapan Tom Amca’nın Kabini türünden bir etkiden bahsetmiyoruz.
Belirtiyorum ki; bu yüzden ben sadece detaylı olarak çoktan incelemiş bulunduğum estetik etkilerin direk olarak doğal bir gelişmesi olan o post-estetik etkilere ilgi duymaktayım. Yani ben, bizi direk olarak amacına götüren bir eseri ahlâk veya anlam enstrümanı olarak kullanmaktan ziyade, bizim estetik deneyimden geçmemizle bir edebi eserin bize damgasını vuruş şekline ilgi duymaktayım. Yaşadığımız hayat şartlarında veya gerçeğe bakış açımızda; ama sadece şimdiye kadar şiiri, uygun bir şiirin incelenmeyi istediği özel bir metodla, incelemekten etkilenmiş olarak; her birimizin bu şiiri inceledikten sonra nasıl etkilendiğini sormak isterim. Normale geri döndüğümüz, şiirin estetik kontrol faktörleri bizi onu incelemeye çektiği zaman bu şiiri incelemenin sonucu olarak ne kadar farklıyız? Eğer gözlemlemiş olduğumuz estetik gerçeklik eğitimsel işlerini yerine getirmişse post-estetik gerçekliğimiz öyle ya da böyle değiştirilmelidir. Fakat biz bu tür etkileri bulmak için, bütün olarak korunsa dahi, kapalı estetik deneyiminin kabuğunu kırmalıyız. Yapı konusunu sanat eseri içinde şekillendirirken dünyamıza şekil veren bu yapıyı ortaya çıkarmalıyız. (Benim, insanoğlunun, şekilleştirici olarak, yapısalcı güçleri üzerine olan tezim 5.bölümde yer almaktadır.)
Bizim bir şiir estetik tecrübemiz dünyanın post-estetik uyanışımıza hangi yönlerden farklılık oluşturur, ki bu, acaba farkındalığımızı estetik öncesi uyanıştan farklı kılar mı? Uyanışımız resmi alanın diğer çeşitlerinin yaptığı gibi sadece fazlasıyla estetik dünyayı ortaya çıkarmaz ve o içerisinde bulduğumuz sözlü yapısının anlamını aldığı eşsiz metodlardan açıktır. Kendi kapalı sistemini oluştururken  edebi söylem alışılmış söylemleri yıkmalı ve dilini bilinen referansları bozarak kendi içinde yeterli bir yapı oluşturmaya zorlamalıdır.
                                                                                                                                                                                       Eğer bu şiir, kendi dünyasının ötesindeki manalara ışık tutacaksa, o dünya edebi olmayan sistematik konularca işaret edilen dünyadan farklı olmak zorundadır. Burada ortaya koymakta olduğum iddialar, netice olarak, edebiyattaki referans hedefleri anlam ayrımının iki şekli olarak edebi olmayanlardan ayrılır iddiasına dayanmalıdır. Şiirin sonsuz, üretken sisteminde fizik ötesi hedefler bulunmaz iken, edebi olmayan ve ona ön ayak olan konunun dışında bağlılığı (sadakati) borçlu olduğu hayali hedefler bulunmaktadır. (Böylece edebi olmayan sistematik alan, referans ve mantıki anlaşılırlığa olan zorlamaları ile, ortak kullanımlı bir dünyadan bahsetmelidir ki bu hakkında konuşulabilecek bir dünya olmalıdır. Edebiyat, kendisinden bahsederken, o kadar somut ve kesin bir dünyadan bahseder ki biz genellikle bu dünyayı alanın arabulucu güçlerin ötesinde düşünürüz.) Böylece, edebiyat, kendisinden bahsedince, o kadar somut ve keskin bir dünyadan bahseder ve biz bu dünyayı olanın arabulucu güçlerinin ötesinde düşünürken, edebi olmayan sistematik alan, referans ve mantıki anlaşılırlığa olan zorlamaları ile ortak kullanımlı bir dünyadan bahsetmelidir ve bu dünya hakkında konuşulabilecek bir dünya olmalıdır.
Teoriye olan önderlik etmekte olduğum yaklaşım bir çıkarım olarak diğer konunun yetersizliğini içermelidir: Edebi olmayan alan yanıltıcı olarak ele alınmalıdır, çünkü kendi gerçeği olarak işaret ettiği hedefler bizi kendi deneysel olarak kendi  gerçeğimizin ne olduğundan alıkoyabilir. Bu noktada teori bizim gerçeğimiz, dilimiz ve hayallerimiz hakkında önemli varlıksal iddialar ortaya koymaktadır. Eğer edebi olmayan alanın kendisinde bulamadığı ve bize sağlayamadığı anlamlandırma rolünü edebiyata bırakacaksa böyle yapmalıdır. Böyle bir fikrin neler gerektirdiği bir ayırımdır, örneğin bir varoluşçunun yaşamımızın acil ihtiyaçları oluşu gerçekliğiyle; sanatın otantikliğini paylaştığımız zamanlar haricinde; normal söylemin evrenselleştirme gücünün bu gerçekliğe hep içiçe olduğumuz yanlış hülasalar oluşturmak için zorladığı kouşmuş soyutlamalar arasında yaptığı gibi.
.    

BORGES

16
.... benim için yine de, ilk defa bir kitabını okuduğum baskı diğer bütün baskılarla kıyaslanması gereken bir “baskı prensipleri” haline geldi. Basım bize, sanki Don Kişot’un bütün okurları aynı kitabını okuyor yanılgısını vermiştir. Benim için, hatta bugün, bu olay matbaa icadedilmemiş gibi geliyor ve bir kitabın her kopyası phoenix kadar yalnız kalmaktadır.
Ve hala, gerçek şu ki; özel kitaplar belli başlı özellikleri özel okuyuculara aktarmaktadır. Bir kitabın iyeliğindeki   ima, o kitabın önceki okunmalarının tarihidir –yani- her yeni okuyucu kitabın, daha önceki okurların elinde ne olduğu hakkındaki düşüncelerinden etkilenmektedir. Buenos Aires’te aldığım Kiplin’in “Kendimden Birşey” başlıklı ikinci el otobiyografisinin ilk sayfasında, Kipling’in öldüğü gün tarihli el yazması bir şiir bulunmaktadır. Bu kopyanın sahibi olan impromptu ( (hazırlıksız) doğaçlama-eşinlenmiş) şair, acaba ateşli bir emperyalist miydi? Yoksa sanatçıyı abartarak değerlendiren Kipling nesrinin bir severimiydi? Daha evvelki hayallerim okumamı etkiliyor, çünkü kendimi o kişiyle bu veya şu noktayı tartışır bir diyalog halinde buluyorum. Bir kitap kendi tarihini okuyucuya getirir.
Bayan Lebach işçilerinin kitapları çaldıklarını biliyor olmalıydı, fakat ben bu konuda tam emin değilim, belli konuşma limitlerini aşmadığımız sürece suça izin verirdi. Beni bir ya da iki kere yeni bir kitaba dalmışken gördü ve sadece kitabı saklayıp evde kendime ait zamanda okumamı söyledi. Onun kitabevindeyken elime harika kitaplar geçti: Thomas Mann’ın “Yusuf ve Kardeşleri”, Saul Bellow’dan Herzog”a, Pör Lagerkuis’den “Cüce”, Salingers’den “Dokuz hikaye”, Brochitan “Virgil’in Ölümü”, Herbert Read’ten “Yeşil Çocuk”, Itoilo Svevo’dan “Zenon’un itirafları”; Rilke’den, Dyland Thomas’tan, E. Dickinson’dan, Gerard Monley Hopkins’ten şiirler; Ezra Pound tarafından çevrilmiş Mısır Aşk Lirikleri ve Gılgamış Destanı bu eserler arasındadır.
Bir akşamüstü, Jorge Leris Borges 88 yaşındaki yaşlı annesinin eşliğinde kitabevine geldi. Borges ünlü birisiydi, fakat ben onun sadece birkaç şiir ve hikayesini okumuştumum; dahası edebiyatı beni pek (etkilememişti). Tamamen kör olmasına rağmen baston taşımıyor ve sanki parmakları başlıkları görecekmiş gibi ellerini raflara gezdiriyordu. Son tutkusu haline gelen “Anglo-Saxon” çalışmasına yardımcı olacak kitaplar arıyordu ve bizde onun için “Skeat’ın” sözlüğü ile “Maldon Savaşı’nın” genişletilmiş bir versiyonunu sipariş ettik.
Annesi sabırsızlanmıştı; “Aman Georgie; Latin ve yunan gibi yararlı bir şeyler çalışmak yerine neden zamanı Anglo-Saxon’la harcıyorsun bilmiyorum ki!” dedi.
17
Sonunda bana döndü ve bir kısım kipatlar sordu. Birkaç tanesini buldum ve diğerlerini not aldım. Tam ayrılmak üzerelerken bana akşamları meşgul olup olmadığımı sordu. Annesi çabucak yorulduğu için O’na birisinin kitap okumasına (bunu büyük incelikle söyledi) ihtiyacı varmış ve ben de kabul ettim.
Borges’e, diğer birçok uygun ve rast gelen durumlarda yaptığım gibi, ya akşamları ya da sabahları eğer okuldan vakit bulabildiysem geçen iki yıl boyunca kitaplar okudum. Prosüdür her zaman  aynıydı. Asansörü kullanmayarak, onun dairesine merdivenlerden çıkardım (Borges’in bir keresinde, elinde yeni aldığı “Binbir Gece Masalları’yla’’ çıkarken açık bir pencereyi farketmeyerek, onu hezeyanlara sürükleyip çıldıracağını sandığı, enfeksiyon kapan bir kesikle yararlandığı merdivenlerin benzeriydi); zili çalardım, Borges’in gelip beni, yumuşacık ellerini açarak, karşıladığı perdeli bir antreden geçilen küçük oturma odasına bir hizmetli tarafından götürülürdüm. Hiçbir ön hazırlık olmazdı; ben koltuğu yerleşirken ümitle sofanın üstünde otururdu ve hafif astımlı sesiyle o gecenin konusunu önerirdi. “Bu gece Kipling’i okuyalım mı, ne dersin?! Ve tabii ki bir karşılık ümit etmezdi.
O oturma odasında, Piranesi’nin bir Roma harabeleri aymasının altında ben Kilpling’i, Stevenson’u, Henry James’i, Brackhaus German ansiklopedisinin bir çok kayıtlarını, Marino’nun, Enrique Banchs’ın, Heine’nin dizilirini okudum. (Fakat bu sonrakileri Borges ezbere biliyordu, ben okumama başlar başlamaz kararsız sesiyle dizleri ağzımdan alır ve hafızasından okurdu; kararsızlık eksiksiz olarak hatırladığı kelimelerde değil sadece ritmdeydi.) Daha önce bu yazarların çoğunu okumamıştım, bu yüzden program bana ilginç gelmişti. Ben yüksek sesle okuyarak parçayı ortaya koyardım ve Barges diğer okuyucuların gözlerini, hafızalarını konfirme ederek bir kelime, bir cümle ve bir paragraf için sayfayı tararken kullandıkları gibi kulaklarını kullanırdı. Ben okurken, üzerinde yorum yaparak ama sanırım hafızasında not almak için beni durdururdu.
Beni bir satırdan durduracak Stevenson’un Yeni B.G.M. bölüm ayrılığı buldu ‘”Gerekli durumlarda Press’le alakalı olan birisini temsil etmek için giyinmiş ve süslenmiş”- “Birisi nasıl böyle giyinebilir, değil mi? Stevenson’un aklında sence ne vardı? (İmkansız olarak dikkatli olmak mı?) Borges kesinmiş gibi gözüküp, okuyucu şahsi tanımlar yapmaya zorlayan; birisine veya bir durumu belirten imaj ya da kategori anlamındaki üslupları öylesine analiz etmeye başlardı. O ve arkadaşı Adolfo Bioy Casares onbir kelimelik kısa bir hikaye düşüncesinde tartışırlardı: “Yabancı karanlıkta merdivenlerden yukarı çıktı: tik-tak, tik-tak, tik-tak.”
18
Kipling’ten ona okuduğum “Güçsüzlüğün Ötesinde” (Beyond Pale) adlı hikayeyi dinlerken, Borges, bir Hindu kadının sevgilisine bir bohçada toplanmış değişik nesnelerden oluşan mesajı gönderdiği bölümden sonra beni durdurdu. O, buradaki şiirsel uyumdan söz etti ve açık açık bu somut, sembolik dili Kipling’in ortaya çıkarıp çıkarmadığından şüphelendiğini belirtti.18 Sonra, sanki bir zihni kütüphaneyi tarıyormuş gibi, bu dili her bir kelimesi kendisinin tanımı olan John Wilkins’in diliyle kıyasladı. Örneğin; Borges “salmon” kelimesinin temsil ettiği nesne hakkında bize hiçbir şey ifade etmediğini belirtti. Willkins’in dilinden gelen ‘zana’ kelimesi ise önceden oluşturulmuş kategoriler üzerine temellendirilmişti. Yani kırmızı etli pullu  nehir balığı19: “z” balık için, “za” nehir balığı için, “zan” pullu nehir balığı için ve “zana” kırmızı etli pullu nehir balığı için kullanılmıştır. Borges’e kitap okumak benim için her zaman zihnimdekilerin bir karmaşasıyla sonuçlanmıştır. O akşam Kipling Wilkins aynı hayali raf üzerinde duruyorlardı.
Başka bir zaman ( ne okumam istendiğini bilmiyorum) Borges ünlü yazarlara ait olan kötü dizeleri sıralamaya başladı. Bunlar arasında Keats’ın “Başkuş iliğine kadar donmuştu”; Shakespeare’in “Ah benim ulu Ruhum! Amcam” (Borges amcayı Hamlet tarafından kullanılan uygunsuz ve edebi olmayan bir kelime olarak buldu. Onun yerine babamın kardeşi veya annemin akrabası diyebilirdi). Webster’in Malfi Düşüncesi’nden ‘biz sadece yıldızların oyuncaklarıyız’ ve Milton’nun Kazanılan Cennet’inin son dizeleri- ‘O dikkat etmedi/ Eve annesinin evine gizlice döndüğü’ gibi deyişler, İsa’yı (Borges’in fikrine göre) Bowler şapkasıyla annesinin evine çay içmeye giden bir İngiliz beyenfendisi haline getiriyordu. Bazen o kendi yazıları içinde okuma oturumlarından faydalanıyordu. Yılbaşından hemen önce okuduğumuz Kipling’in ‘The Guns For and Aft’ında’ hayalet kaplanı keşfetmesi ona son hikayelerinden birini yazmasında yardımcı olmuş, ‘Mavi Kaplanlar’; Giovanni Papi’nin ‘Havuzdaki İki İmge’si’ (Two İmages in a Pond) onun halen gelecekte olan bir gününe, 24 Ağustos 1982’ye ilham kaynağı olmuştu. Lovecraft’tan duyduğu rahatsızlık ,(bir çok kereler benden okumamı isteyip bıraktırdığı hikayelerin yazarı), onu bir Lovecraft hikayesinin düzeltilmiş versiyonunu oluşturmaya ve onu ‘Dr. Brodie’nin Raporu’ içinde yayımlamaya götürdü. Benden devamlı okuduğumuz kitapların arka sayfalarındaki boşluklarına bir bölümsel referans veya düşüncelerimi yazmamı isterdi. Bunlardan nasıl faydalandığını bilmiyorum, fakat bir kitabın arkasına bakarak konuşmak Borges gibi benim de alışkanlığım haline geldi.
                                                       

19
 Evelyn Waugh’un yazdığı, vahşi amazondan başka bir adam tarafından kurtarılan ve kurtrıcısı tarafından hayatının geri kalan kısmında Dickens’i okumaya zorlanan bir adamın anlatıldığı bir hikaye bulunmaktadır.20 Ben şahsen Borges’e yaptığım okumalarda hiçbir zaman bir görevi yerine getiriyor hissinde olmadım. Deneyim bana daha ziyade mutlu bir esaret hissi vermişti. Borges’in benim keşfetmemi sağladığı kitaplar beni onun çok geniş ama mutlak bilgi sahibi, eğlenceli bazen vahşi ve genellikle de zaruri olan yorumları kadar büyülemeişti.( Gerçi bunlardan çoğu sonradan benim favorilerim haline geldi). Kendi zevkim için hazırlanmış, dikkatlice zenginleştirilmiş eşsiz bir baskının sahibi olduğumu düşünüyorum. Şüphesiz diğer birçokları gibi ben onun sadece not defteri değilim, yani kör admın düşüncelerini toparlamak için kullandığı bir ‘yardımcı hafıza’ değildim. Ben kullanılmak istenilenden çok daha fazla birisiydim.
Borges’i tanımadan önce, ben ya sessizce kendi kendime okurdum yada birisi bana seçtiğim bir kitabı okurdu. Yaşlı, ör adama yüksek sesle okumak ilginç bir deneyimdi, çünkü okumanın tonunu ve akışını biraz gayretle kontrol ettiğimi düşünsem de dinleyicim Borges konunun gerçek hakimiydi. Ben sürücüydüm fakat mekan, dönen uzay dinleyiciye aitti ve onun için pencere dışındaki dünyayı anlamakta başka bir sorumluluktu. Kitabı seçen, durmama veya devam etmeme karar veren, yorum yapmak için okumaları bölen ve kelimelerin kendisine akmasını sağlayan hep Borges’ti. Ben görünmez adamdım.

Zaman geçmeden okumanın kümülatif ve geometrik ilerleme ile yol aldığını öğrendim: her yeni okuma, okuyucunun geçmiş okumaları üzeerine birikir. Borges’in bana seçtiği hikayeler hakkında çıkarımlar yapmaya başlamıştım- mesela Kipling’in yazıları çokj resmi, Stevenson’unki çocuksu, Joyce’nin yazıları da anlamsız olabilirdi- fakat hemen ön yargı yerini deneyime bıraktı ve bir hikayanin keşfi beni bir diğerine yöneltti ki hem Borges’in hafızasıyla hem de benim hafızamla daha zengin hale geldi. Okuma gelişimim asla geleneksel zaman akışını izlemedi; örneğin önceden kendi kendime okuduğum hikayeleri ona sesli olarak okumam, o eksik okumaları tamamladı, ufkumu genişletti, önceden anlayamadığım fakat şimdi çağışım yapan şeyleri anlamamı sağladı. ‘geçmiş zamanlardan hatırlama, kıyaslama, hisleri harmanlama’ gibi bir kitabı okurken kullanılan aktiviteler Arjantinli yazar Ezequiel Martinaz Esrada’nın daha iyi anlaşılamasını sağladı.

20
Bu, yasağın en zevk verici şekillerinden bir tanesidir.Borges sistematik bibliograyalara inanmadı ve bu tür zinasal okumayı destekledi.
                                                                      
Borges’ten başka, birkaç arkadaş, bir kaç öğretmen ve bir eleştirmen öteden beri çok defa değişik başlıklar önerdiler. Ama, aslında benim kitaplarla tanışmam, Date’nin Cehennem’inin onbeşinci bölümündeki gün batımından şafağa ve ayın yeniden gözükmesine kadar birbirlerini gözeten ve ansızın bir görünüm, bakış, kelime, karşı konulmaz bir cazibe içinde bulan gezgin yabancılar gibi bir şans eseri olmuştur.

İlk başta kitaplarımı yazarlarına göre, tamamen alfabetik sırayla muhafaza ettim. Daha sonra onları edebi türlerine göre ayırmaya başladım; romanlar, denemeler, oyunlar, şiirler. Derken onları dillerine göre gruplandırmayı denedim ve gezilerim sırasında bunlardan sadece birkaç tane taşıyabildiğim için onları hiç okumadıklarım olarak ayırdım, her zaman okuduklarım ve okumayı ümit ettiklerim. Bazen kütüphanemin, garip durumlarda ortaya çıkan gizli kuralları bulunmaktaydı. İspanyalı romancı Jonge Semprun Thomas Mann’ın ‘Lotte in Weimar’ adlı eserini bulunduğu konsantrasyon kampı Buchenwald üzerine olan kitapları arasına koymuştu -roman Weimar'ın Filler (Elephant) Otelindeki bir sahneyle başladığı için ki; burası Semprun'un özgürlüğnden sonra götürüldüğü yerdir- bir keresinde bu tür gruplamalarla edebiyat tarihini oluşturmanın komik olacağını düşünmüştüm. Keşfetme, örneğin Aristo, Auden, Jane Austen, Maercel Ayme ( benim alfabetik sıramda) arasındaki ilişkiler yada Charleston, Sylvia Townsend Warner, Borges, St. Jones ve Lewis Carrol (en çok hoşlandıklarım) arasındaki ilşkiler gibi ben edebiyatın okulda öğretildiğini düşünürdüm ki orda Cevantes veLope de Vega arasındaki bağlantıllar onların aynı yüz yılı paylaştıkları gerçeğine dayanarak açıklanırdı. Ve Juan Ramon Jimenes'in Pleteroy'su ( şairin bir eşekle sevdalanmasının eflatunsu masalı) bir baş yapıt olarak değerlendirildi, benim çarpık okuma maceram boyunca ve kitaplığımın hacmine göre üzerine temellenmiş kendimi oluşturabileceğim edebiyat kadar rastgele serbest bir seçim değildi. Edebiyat  tarihi, okul materyallarında ve resmi kütüphanelerde oluşturulduğu gibi, benimkinden daha eski ve daha iyi donanımlı olmasına rağmen bana bazı kesin okumaların tarihinden fazla bir şey olarak gözükmedi.


21


Liseden mezun olmadan bir  yıl önce, 1966'da, General Onganıa'nın askeri hükümeti göreve geldiği zanman, bir okuyucunun kitaplarını düzenleyebileceği farklı bir sşistem keşfettim. kominist veya müstehcen olma şüphesi altında sansür listesinde belli başlıo yazarlar yerleştirilmişti ve kafelerde, barlarda ve tren istasyonlarındaki ya da basitçe caddedeki artan polis kontrollerinde elde şüpheli bir kitabı taşırken görünmemek gerekli bilgileri taşımak kadar önemli hale geldi. Yasaklı yazarlar, Pablo Neruda, J. .D. Solinye, Maxim Gorky, Harold Pinter farklı bir edebiyat tarihi oluşturdular ki; bu edebiyatın bağlantıları ne belliydi ne de sonsuzdu ve toplumsallığı sansürün keskin gözüyle genişçe açığa çıkarılmıştı.




Fakat okumaktan korkan sadece totaliter hükümetler değildir. Okuyucular, hükümet ofislerinde ve hapishanelerde olduğu kadar okul bahçelerinde ve kilitli odalarda da aşağılanırlar ( aşağı yukarı her yerde).Okuyucu grubu aşağı yukarı her yerde kazanılmış otorritesinden ve algılanan gücünden gelen muğlak bir üne sahiptir. Belkide bir köşeye kıvrılmış olan okuyucunun imajı, dünyanın sızlanmalarının görünüm olarak unutkanlığı,anlaşılmaz gizlilik,bencil bir bakış ve tuhaf bir gizli aksiyon ima ettiği için, kitapla okuyucu arasındaki ilişkideki bir nokta zeki ve verimli olarak kabul edilir. Fakat o şey ayrıca bağnaz ve kısır olarak da değerlendirilir. ( Annem beni okurken gördüğü zaman sanki benim sessiz aktivitem onun hayatta olmak fikriyle çatışıyormuş gibi ‘Dışarı çık ve yaşamaya bak!’ derdi. Bir okuyucunun kitap sayfaları arasında ne yapabileceğinden kaynaklanan en yaygın korkusu, erkekerin kadınların gizli yerlerde ve cadılarla simyacıların kapalı kapılar ardındaki karanlıklarda onların bedenlerine neler yapabilecekleri hakkında sahip oldukları sonsuz korkular gibidir. Virgil’e göre fildişi, Yanlış Rüyaların Kapısı’nın yapıldığı maddedir; St. Bauve’ye göreyse aynı zamanda okuyucu kulesinin de yapıldığı maddedir.

Borges bir keresinde bana 1850’de entellektüellere karşı Peru hükümeti tarafından organize edilen popülist bir gösteride göstericilerin ‘Ayakkabılara evet, kitaplara hayır.’ diye slogan attıklarını söyledi. Bu sert cevap ‘ Hem ayakkabılara hem de kitaplara evet’ kimseyi aldatamadı. Gerçeklik-sert gerekli gerçeklik- kitapların suskun hayal alemiyle bağımlı olarak çelişkili görünmektedir. İşte bu özür ve artan etkiyle hayat ve okuma arasındaki yapay ayırım aktif olarak iktidardakilerce cesaretlendirilmektedir. Demotik rejimler bizim unutmamızı talep etmekte ve bu yüzden de onlar kitapları aşırı lüks olarak damgalamaktadır, totaliter rejimler ise düşünmememizi isterler ve bu yüzden de onlar yasaklar, tehdit eder ve sansürler, her ikisi de, şöyle veya böyle, aptallaşmamızı ve aşağılanmamızı uysalca kabul etmemizi isterler. Bundan dolayı yararsız okumaları  cesaretlendirirler. Bu durumlarda okuyucular yapıcı olmak yerine yıkıcı olabilirler.

22
Ve böylece bir okur olarak hırslı bir şekilde kendi tarihimden okuma işinin tarihine doğru ilerledim. Yda daha ziyade, bir okuma tarihine, çünkü böyle bir tarih -*özel sezgilerden ve durumlardan oluş- ne keadar da bireysel olmamaya çalışsa da bir çok tarih ten biri olmak zorundadır. Sonuç olarak, belki de, pkumma tarihi her bir okuyucusunun kendi tarihidir. Başlama noktasının rastgele olması gerekse bile. Otuzların ortalarında bir yerde yayınlanmış matemetik tarihini Gözden geçirerek, Borges onun 'Topal bir kusurdan müptela olduğunu yazdı. Bu tarihin olaylarının kronolojik sıralaması onun mantıksal doğal sıralamasıyla uyuşmaktadır. Elemanların tanımı sık sık en sonda gelmektedir, pratik teoriye öncülük etmekte, konunun sezgisel işleri (precursuların) saf okuyucu için modern matematikçilere göre daha az anlaşılır durumdadır.23 Okumma tarihi hakkında genellikle aynı şeyler söylenebilir. Onun kronolojisi siyasal tarihinkiyle aynı değildir. Kendisine göre okumak çok değerli bir ayrıcalık olan Sümerli kayıtçı, bir muhasebe hukuku veya muhasebe hesabı makalesi onun kendi kişisel yorumuna bağlı olduğu için günümüzün New York’lu veya Santiago’lu bir okuyucusundan daha kuvvetli bir sorululuğa sahiptir. Orta Çağ’ın son yıllarının okuma metodları, ne zaman ve nasıl okunacağını belirleyerek, ayırarak, örneğin; sesli okunması gereken veya alçak sesle okunması gereken textler arasında yüzyıl sonu Viyana’sında ve Edward İngiltere’sinde öğretilenlerden çok daha açık şekillenmişlerdir.

Ne de okuma tarihi, edbi eleştirinin anlamlı basşarısının tarihini izleyebilir; 19. yüzyıl mistiği Anna Catharina Emmerich tarfından açıktan belirsizlikler, (basılan metin asla onun deneyimine denk olmadı.) 24 ,hatta iki bin yıl önce Sokrates (kitabı okumaya engel olarak gördü)25 tarafından daha güçlü ve günümüzde de Alman eleştirmen Hans Magnus Enzesberger (cahilliği övmüş ve sözlü edebiyatın yaratıcılığına geri dönmeyi önermiştir)26. tarfından açıklanmıştır. Bu durum, diğer birçokları arasında fevkalade tarihi hatayla, Amerikalı denemeci Allan Bloom27 tarfından kabul edilmiştir. Bloom 1833’te kendini diğer insanların beyinlerinde kaybetmeyi sevdiğini itiraf eden Charles Lamb tarafından düzeltilmiş ve geliştirlmiştir.

Borge ‘yürümediğim zaman okuyorum, ben oturup düşünmem; kitaplar benim için düşünür’ demiştir.28



23
 Ne de okuma tarihi, edebiyat tarihi kronolojisiyle uyuşur; çünkü okuma tarihinde bir yazar sıklıkla kendi kitabıyla olmayan fakat gelecekteki okyucularından biriyle bir başlangıç bulur. Marquis De Sade, kitapsever Maurice Heine ve Fransız sürrealistler tarafından kitaplarının 150 yıl boyunca mahkum edildiği pornografik edebiyat raflarından kurtarılmıştır; William Blake iki asırdan fazla gözardı edilmiş ve günümüzde Sir Geoffrey Keynes ve Northro Frye’nin gayretleriyle her kolej müfredatının zorunlu okuma listesindeki yerini yeniden almıştır.

Söylendiği üzere yok olmakla tehdit edilmekteyiz; biz, bugünün okuyucuları, hala okumanın ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyoruz (öğrenemedik). Gelecxeğimiz- okuma tarihimizin geleceği- beyinde görünen textle, dışarıya yüksek sesle okunan texti ayırt etmeyi deneyen St. Augustine; okuyucunun yorum gücünün sınırlarını araştıran Dante; okuma performansını ve okuyan yazarla yazan okuyucu arasındaki ilişkiyi analiz eden Pliny; okuma eylemini politik kuvvetle kıyaslayan Sümer yazıtları; parşömen- oukma metodlarını (bizim bugün   bilgisayarlarımızda kullandığımız okuma metotları gibi ) çok sınırlayıcı ve sıkıcı bulan ve bize bunun yerine sayfalarda gezinme ve kenarları kullanma seçeneğini önererek ilk kitap yapıcıları tarfından ortaya konuldu. O tarihin geçmişi önümüzde, Fahrenheit 451’in son sayfasında Ray Bradbury tarafından tanımlanan o tedbirli ve kitapların sayfaları yerine zihinlerde taşındığı bir gelecekte yatmaktadır.

Aynen okumanın kendisi gibi, bir okuma tarihi de bizim zamanımıza doğru atılır ve sonra yabancı uzak bir asrın ilk dönemlerine geri döner. Bölümleri aşar, karıştırır, seçer, tekrar okur, geleneksel düzeni izlemeyi reddeder. Karmaşık olarak, hayatı aktive etmek için okumaya karşı çıkan anneme beni yerimden kaldırtıp kitabımla dışarıya gönderen korku Türk romancısı Orhan Pamuk’un ‘Beyaz Kale’ romanında da belirttiği açık bir gerçeği ortaya çıkarır: ‘Başarısız bir kaptanın idare ettiği bir hayatta başarıya ulaşamazsın, vakit çoktan geçmiştir. Fakat elinizde bir kitap varsa onu bitirdiğiniz zaman, eğer isterseniz tekrar başa dönüp bir daha okuyabilirsiniz ve böylece zor olan şeyi anlayabilir ve onunla da hayatı da anlayabilirsiniz.’29


             







1  Aristo’nun Poesis anlayışında yeralan  kurgu yapıcı özellikleri taşıması gereken nazım ya da  nesir  eserlerdir. Onlara şiirler olarak gönderme yaptığım zaman  hala geniş anlamda edebi eserleri kastediyorum.daha dar anlamda sadece nazıma gönderme yaptığım zaman, bunu okuyucuya bildireceğim. Daha açık teknikleri –bu tekniklerin ;mutatis, mutandis, nazım şirlerde karşolığı bulunmaktadır- ortaya çıkarmak için, nazımdan ara sıra örnekler kullanmam gerçeğinden bir problem ortaya çıkar.
2 Stanley, Edgar Hyman, Armed Vision: Modern Edebi Eleştirinin Metodlarında Bir Çalışma (New York,1948)
3 Şimdi ‘eleştiri teorisinin’  ‘edebiyat teorisi’ yerine kullanılabilecek daha saf bir ifade olduğu açık durumdadır. Genllikle, biz edebiyat için teorik bir yapı araştırırken (bir başkasınınkini veya bize ait olanı) biz gerçekten edebi eserler hakkında  düşüncelerin (başkasının ya da bizim) yerini alacak bir teoriyi araştırırız. Bu yüzden edebi teoriyi konuşmak, belki de daha doğruca, eleştirel teoriyi konuşmak demektir. Bu, bu kitabın başlığının anlamına gelen ifadedir.