rss
email
twitter
facebook

Wednesday, November 25, 2009

EDEBİYAT TEORİSİ

TRANSLATION

BÖLÜM  I

PROBLEM : Eleştirel Teorinin Limit ve Kapasitesi
Edebi teori gösterişli bir disiplindir. Her iki manada da gösterişlidir demek istiyorum. Teori, göz alıcı sistematik çalışmalarında gururlu hatta kendini beğenmiştir ve teorinin bu gösterişi nihayetinde kısırdır. Teorinin gururluluğu sadece edebi eserin sıkı ve ahenkli estetiğine ulaşabilmesinden değil, ayrıca bu estetik anlayış içerisinde, bize özel deneyimler sunması hasebiyle “edebi” sıfatıyla onurlandırdığımız inanılmaz çeşitlilikteki eserlerden de bahsedebilmesidir. Bununla birlikte, teorinin bütünlüğünü muhafaza etmek için yapılan her teşebbüs verimsiz kalmaktadır çünkü; teorinin dahil etmesi gereken, eserin içerisindeki bütün oluşum ve deneyimler kolayca deşifre edilememekte ve edebi deneyimin çeşitliliğiyle –onları teorinin sınırları içinde tutabilmek için- başetmeye çalışan her teşebbüs teorisyenin kullanmak zorunda olduğu sistematik enstrümanların yetersizliğinden dolayı sekteye uğramaktadır. Yine de misyonunun, hem gösterişlilik hem de kısırlık gibi çift günlüğüne rağmen edebi teori hiç de boş olmayan meyveler vermiş olup, samimi ve zeki olan hem felsefi hem de edebiyatçı zihinleri meşgul etmiş ve etmeye devam etmektedir. Bu entellektüel zihinlerin yaptığı gibi, bir zamanlar iddialarından soyunmuş olan edebi teori çalışmaya değer bir alandır. Esasen edebiyat bölümü öğrencilerinin edebi teori üzerine çalışmama, onun problemleri ve olası çözümleri hakkında kafa yormama gibi bir lüksleri yoktur.
Edebi teori ifadesiyle, edebi eserlerin bireysel eleştirini dahil eden tutarlı hale getiren sistematik yapıdan bahsediyorum.1 Böylece biz okuyucular işe bir edebi eserle başlarız. Yaptığımız okumaları ve esere verdiğimiz cevapları akla uygun hale getirmemiz bir eleştiri çalışması olarak sonuçlanır ve zamanla farklı yorumlarımızı akla uygun hale getirmek için ortaya koyduğumuz tutarlı çabalar edebi teorinin içini doldurmaya başlar. Edebi teori çalışmasının dürüst bir savunucusu, teorinin sınırlı kaldığı noktaları, esasen kapasinin tam olarak ne olduğunu kabul ederek işe başlamalıdır. Bilmelidir ki; genellikle hiçbir teori tam manasıyla bizim meşru olarak kabul edeceğimiz deneyimlerin çeşitliliğini ifade etmez: Teorinin evrensel iddiaları onunla örtüşmeden oluşturulan başıboş etkilerle neredeyse ilgilenmez, ya da tek bir eserde bulunan gelişmemiş değer ve manalarla dahi baş edemez. Her eserde bulunan o “Cennette ve dünyadaki bolluklar” herhangi bir insanın edebi felsefesinde düşünülebilir. Bunların ardından daha ileri ve en dürüst bir ifade gelmektedir ki; hiçbir edebi teori bizi iyi bir eleştirmen yapma eğiliminde değildir. Stanley Edgar Hyman’ın tersine, dürüst bir savunucu bizim teorimizin görüşümüze güç kazandırmaktan ziyade kaybettirebileceğini kabul etmektedir.2
Tecrübelerimizin her alanında sistem oluşturma, karşımıza çıkan belirgin özellikleri analiz yoluyla düzenleme yönünde içgüdülerimiz vardır ve bu içgüdüler, sistemin kapsamının daraltılmasının, sistemin kendi konusu olan bizim tecrübelerimizin sınırsız çeşitlilikte oluşunun reddi anlamına geleceğinin farkında olmamızla gelişmelidir. Bu sistematik kapsam daraltma tamamen felsefi ısrarımızla alâkalı bir konudur: Kelimelerle aktarılmadan önceki sınırsız düşünceleri dil ve zihin yapılarının sınırları içine sıkıştırmak. (Her ne kadar düşünce dünyası dilin sembolik yapılarının dili olsa dahi) Bu felsefi ısrar felsefenin kendisi kadar yaşlı olması gereken bir problem ortaya çıkarır: Tam bir bütünlük için kabul edilmiş felsefi çalışmalarımızdan, deneyimin bütünlüğüne ilişkin, filozofun yükümlülükleri nelerdir, düşüncelerinin ne olduğunu kısmen kelimelere dökebilen bir sisteme sahip olması için filozofun yükümlülükleri nelerdi? Düşünceleri tam manasıyla çıkarma veya anlam bütünlüğü oluşturma istidatları arasındaki çatışma kaçınılmazdır. Anlam bütünlüğünü sağlamak için atılan her adım, ilk etapta düşüncelerimizi aktaran sözlerimizin bir kısmını törpülemekle atılır. (Veya sistemi oluşturanın dili sonuç olarak kendisine mi döner? Ya da, hatta geride kalanlarımız için bütün deneylerimiz, soliptistlerin sahip oldukları gibi zaten kelimelere aktarılmayan düşünce yoktur diye dilimizin onlara olmalarına izin verdiği kadarına mı indirgenir?) En azından, anlam bütünlüğünü sağlama ve düşünceyi tam olarak aktarabilme arasındaki bu alış veriş –birisindeki kazanım diğerindeki kayıpla olur düşüncesi- felsefi bir gerçekliğe tutunmayanların kaçınılmaz bir çelişkisidir, evrensellerin ontolojik bir statüye sahip olduğu ve bilge olmanın anlamı bozan, fazlalık arzeden unsurlarını atmak olduğu yönünde bön bir fikirdir. Bu, metafizik açıdan mutlu kozmolojinin çoğumuz tarafından kabul edilmediğinden şüphelenmekteyim. Bu reddedişin faturası anlaşılırlık ve uyum, akıl ve gerçek arasındaki savaşın farkına varmaktır ki; bu savaş, her ne kadar fazlasını oluşturma dürtüsüne kendimizi kaptırsak bile, felsefemizin deneysel güvensizliğine yol açmaktadır.
Fakat, eğer önermesel sistemler genelde onların ifade edermiş göründükleri verilere yetersizliğini ortaya çıkarırsa, onlar edebiyatla ilgilenmeyi istedikleri vakit , onları fazla cüretkâr buluruz. Edebi eserler (objects) insanın varlığını eşsiz ve bilinmeyen sayısız halleriyle ortaya koyan karmaşık nüansları yakalamak üzere üretilmiştir. Belki de daha çok problem olan gerçek, edebi kuramcının kaynağı dilde bulunan deneyimlerle ilgilenmesidir ki; böylece kuramcının kendi dili onu yanıltabilir. Çünkü o dil, kuramcının çalıştığı eserdeki dille aynı tarzdaymış gibi gözükür. Eğer bu eserler farklı ifade tarzlarını yansıtan türden olursa, edebi kuramcı kendi sistematiğine karşı koyan edebi eserin derin anlamlarını ortaya koymakta çaresiz kalır.
Sonuç olarak bu, edebiyata duyarlılıkla cevap veren bir kişi olarak edebiyat kuramcısı tarafından kabul edilmelidir ki; sistemin yükümlülükleri deneyime maruz kalacak okuyucu için engel teşkil edecektir. Sanatlarla samimi bir buluşmayla angaje olan birisinin deneyiminin aciliyeti ve özelliği, karşısına çıkan eserin ne olduğu bu esere vereceği cevabın ne olduğunu tahmin edecek olan arabulucu bir teorinin varlığını neredeyse gerekli kılmaz. Bizi şiire yönlendiren estetik dürtü o özel buluşma ananın kutsallığını korumaya ve bozulmadan devam etmesini sağlamaya gayret eder. Bu aşamaya kadar o anti-teorik bir dürtü, katkısız olana duyulan bir heyecan, soğukkanlı usçuluğun araya girmesine direnen, engellenmemiş bir deneyimdir. Her bir eserin ortaya koyduğu gizemli yönleriyle uğraştığımız zamanlarda felsefi soyutlamaların öncelikli ana yollarının yerine, hatalı bir şekilde işe yarar gibi görünerek bizi içine çeken yan yolların geçirildiği görülmektedir. Kuramcı düzensiz devamlılığını empoze ederek ve anlam bütünlüğü eksikliğinin üzerine giderek, özgür deneyciliğin aleni masumiyetini engelleyen bir kısım öncelikli prensiplerle, okuyucu ve şiir arasında kendine güvenir gözükmektedir.    
Bütün bu yetersizliklere rağmen, yine de ben, etkili edebi çalışma yararına edebiyatta savunulacak bir teori oluşturmayı, ki bu mütevazi bir teori olabilir, önerdim ve böyle yapılmalıdır da. İlk nedeni şudur ki; edebi teoriyle, sevsek de sevmesek de yüz yüze gelinmelidir: Bireysel şuurun veya olgunlaşmanın hangi düzeyinde olursa olsun, teori bütün edebiyat okuyucuları için olduğu yerdedir; o yerinden ayrılmayı reddederek olduğu yerdedir. Teorinin kaçınılmaz varlığı, kuramcı bir şiiri incelemeye yöneldiği zaman, her birimizin kuramcıyla onun umutlarına, yorumlarına ve yapılarına liderlik etmiş olan daha önceki bazı şiir incelemelerinin açıklamalarını taşıdığımız gerçeğinden çıkmaktadır. Bilinçli veya bilinçsiz; bilgilendirilmiş veya bilgilendirilmemiş; sistematik olarak çalışan veya çalışmayan olsun bu ifadeler, hatta o kuramcıyı teorinin fikirlerinin beyhudeliğine götürse bile, esasında onun edebi teorisi olarak kendine hala hizmet etmektedir. Birisi onun şiirlerinden birini okuduğu zaman, yapmakta olduğu uğraş çeşidi hakkında önyargıları artan seriler halinde ikinci şiirine ve diğerlerine yönelecektir. Edebi tecrübenin problemleri arasında, diğer tecrübelerde olduğu gibi, bir şeyin bir defalığına taze olması vardır. Bundan dolayı, subje-obje yüzleşmesinin bütün aciliyetinin engellenme deneyciliğinin daima mümkünmüş gibi edebi teorisinin reddini konuşmak, hatta olgun okuyucu için dahi, sadece sorumsuzluğu cesaretlendirmektir. Eğer bir kimse teorinin arabulucu dostluğundan kaçamıyorsa, mantıksal olarak, tecrübelerinin onu zorlamasına ve yalanlamasına meydan vermek yerine, teoriyi kontrol etmeyi, hatta kendisine hizmet ettirmeyi deneyebilir. Biz teorik olarak naive olmayı, edebiyatı direk olarak edebiyatın kendi terimleriyle angaje etmeyi tercih eden bir eleştirmenin ardıardına çıkan yazılarını okuduğumuz zaman onun teorisini yeniden oluşturmak için, eleştirmenin fikirleri arasında benzerlik buluruz. Şu anda bu onun birçok öğretisi arasında sayısız tutarsızlıklar ve çeşitlilikler içeren basit bir teori olabilir, fakat bu teori, eleştirmenin görebileceği şeyleri tamamen ortaya koymasa bile, bu yönde elverişli ortam hazırlayan birtakım beklentilerin oluşmasına yardım eder. Dahası, bütün ögeler eşit olarak, teorinin tutarsızlıkları eleştirmenin gücünden ziyade zayıflığına sebep teşkil eder, çünkü bu tutarsızlıklar eleştirmenin oynamakta olduğu dil oyununu ihlal etmek için onu zorlayarak söylemini daha az anlaşılır hale getirir. Ve bu hepimiz için geçerlidir. Eğer eleştirmenler olarak sistematik söylem oyununu oynuyorsak, onu iyi oynamak gerektiğini farkederek teori problemini ne kadar ciddiyetle ele alırsak alalım, deneyci tarafımız ne kadar üstün olursa olsun, kendisini ortaya koyacak olan ön gerekliliklerin kontrolüne girme çabasında olabiliriz. Eleştirmen için tek alternatif şu olabilirdi: Üzerinde çalışacağı araç olan edebi eserle rekabet halindeki kendi edebi teorisine öznel dalışlar yapacak kadar hür olmasıdır ki, bu durumda eseri veren yazardan hiçbir şey almadan kendi marifetiyle okuyucuyu kazanmak zorundadır. Ve böylece şairlerin bile kuramsal çıkarımları sürükleyerek geldiğini ki, bu çıkarımların onların performanslarının gerisindeki niyetlerini şartlandırdığını öğrenecektir.
Hatta deneyimsiz eleştirmen bir kuramsal önyargıya ihanet ederse eliştirmeyen olmayan ne yapacaktır; edebi olmayan kaynaklar ve etkiler üzerine araştırma yapan tarih bilimcisi onu eleştiri arenasının dışında ve böylece güvenli olarak kuramsal konuların dışında tutabilir veya eleştirmen öyle düşünür. Fakat eleştirmen kendi biyografik ve sosyal verilerini, bu verilerin eserdeki yansımalarına uyguladığı zaman ya da eserin yansımaları dış toplumda, hayatlarda izlediği zaman tarihi bir olay veya psikolojik bir ilgi ve edebi eserin gerekli bölümü arasındaki  bağlantılar hakkında, haklı veya haksız çıkarımlar yapmaktadır. Bu bağlantının aleni birebirliğini farz edebilen tecrübesiz biyografi yazarı veya tarihçi esasen daha deneyimli bir kuramcının yıkmak isteyebileceği çıkarımlar elde etmektedir. Fakat ne kadar çürütülebilir varsayımlar olsalar da, bu kişilerin ortaya koydukları şudur: Kuramcı teorisiyle beraber kendi doğrularını da dosyasına koyar ve edebi meselelerin halli için bu doğrularla teori arasındaki bağlantıyı hakikaten abartır. O teorinin kuramcıyı alaşağı ettiği veya uçuşlarında havalanmasına fırsat verip vermediği kuramsal düzeyde ciddi bir tartışma konusudur. Fakat tarihçiler, doğruların ışık tutacakları edebi anlamlara olan alakasını –sadece farzetmek için değil- oluşturma ihtiyacına teorik bir yetkinlikle cevap verecek kadar güvenilir bilim adamlarıdır.
Bu durumda tekrar belirtiyorum ki; bizim seçimimiz, bir teorimizin olup olmadığı değildir, bir tane (veya iki, 3 ya da daha fazla çelişkili) olması gerektiği için. Bizim seçimimiz daha ziyade (o kuramsal konularla) eleştirimizin kaçınılmaz olarak ortaya attığı kuramsal konuların arasında bir uyanışa sahip olmaktır. Böyle bir uyanış, bil ilgi duyma zorunluluğudur ki; bu zor ve karmaşık problemlerin titiz çalışılmasıyla uyuşan bir ilgidir. Elbette ki; eğer dikkatle çalıştığımız edebiyata bağlılığımızı sorguluyorsak, bu durumda ayrıca kendi kuramsal şuurumuzun bireysel edebi eleştirel performansımız üzerinde sahip olmayı deneyeceği gücün sınırlanması hakkında da endişe duymalıyız. Her birimizin içindeki edebi kişilik teorinin potansiyel zorbalığının farkında ve hatta tedbirindedir ki, o potansiyel zorbalık önceden bizim algılamaya ve anlamaya açık olabileceğimiz edebi deneyimleri sınırlayacaktır. Bir kez daha anlam bütünlüğünü sağlama ile düşünceyi aktarma arasındaki bir tutarlılığa zorlaması ile deneyimin daima artış halinde olmasını uygun gören deneysel istek arasındaki çelişkiyi görmüş oluyoruz.
Her yeni  eser teorimize ve teorimiz de her yeni esere meydan okumaktadır. Her ikisi için de yükümlülüklerimiz nasıl dengelenmelidir? Bir teori gelecek edebi tecrübenin saldırısıyla uzaklaşabilecek kadar esnek olmalıdır ve aynı zamanda da yeni deneyini algılayıp tutabilmek için normlar sağlayacak kadar da sıkı olmalıdır. Teori, alanları doğmalarla olan önyargı ve engelleri önlerken, yargılar için temel teşkil etmelidir. Biz, gelişigüzel deneyime tamamen açık olamayız ve dahası kendimizi kuramsal oluşumlarımızın dışından gelen radikal olan yeni ve değerli deneyimlere kapayamayız.
Bu iklilemler teorinin paradokslu rolünden kaynaklanan birtakım problemleri ortaya koyar: Teori bizim algılama gücümüzü sınırlamasına rağmen, biz asla biriyle veya fazlasıyla değiliz; ne biriyle yapabiliyoruz ne de biri olmadan. Bu yüzden ne teoriyle yetinebiliriz ne de ondan ayrılabiliriz. Ve bu tek yönlü teoriyi bizim en fazla araştıran yoklamamıza bağlamak için, en azından, bizim yararsızlık oranımızı azlatmak  amacıyla, ayarsız olacağımıza rağmen, sadece ihtiyacımızı artırır. Zira bir sonraki eseri nasıl değerlendirip yorumlayacağız: Elimizdekine nasıl cevap vereceğimizi sınırlayan şimdiye kadarki normlara göre mi; yoksa gelenleri hepsini ayırt etmeksizin kabul etmemiz gerektiğini söyleyen o eşsiz ifadeler göre mi? (Acaba bu ikinci idealist cevap verme şekli mümkün olur muydu?) Eğer eleştirinin fonksiyonunun herhangi bir parçası hazzı arttıracaksa, neyin değerlendirildiğini ve neyin değerli olduğu arasındaki farkı azaltmak için (böyle bir farkın olması şartıyla) hep beraber önceki beklenti ve prensiplerimize, her yeni esere açık fikirli oluruz korkusuyla ters bakmamalıyız. Fakat, edebiyatın ateşli savunucuları olarak bizler onun en yeni modellerine sahip çıkmalıyız, dolayısıyla bağnaz olamayız. bir kez daha bu yeniliklerin bizi bastırmasını engellemek için onların kontrolünde bir zamanlar açık fikirli olup sonradan bağnazlaşma problemidir. Edebi teori çalışmasını savunan her kimse, sonradan edinilen alışkanlıklarımızın bir teoriyi kötü veya diğerinden daha iyi yaptığını tastik etmekten öte bir talebe ihtiyaç duymayacaktır.
Savunucu, bireysel eleştiriye ve doğruluğa sahip olduğu sürece teorinin yararlarını abartma, teorinin bir hayalcisi olma tehlikesi içinde olmayacaktır.3

İKİNCİ BÖLÜM
Fakat birçoklarının sanatın yapısallaştırıcı güçlerinin inancında gördüğü bütün anti-sosyal imaları dinlenmeye bırakmanın  zamanı gelmiş bulunmaktadır. Şimdi de ilk problemlerimizden sonuncusu olan ortaya çıkışını görüp incelediğimiz şiirlerin topluma olan ilişkilerine dönüyorum. Bu daha ziyade, varlığı sadece estetik temellerde savunulagelen bir eserin estetik fonksiyonunu incelemektir. Şiirin bizi çektiği deneyiminin kendi içinde kapalı doğasını vurgulamama rağmen; bu noktada şiirin dünyaya veya dünyanın ahlak ve anlam ilgilerine olan herhangi bir açık referansı içsel olarak yeniden yönlendirmeye bağlılığını da vurgulamış oluyoruz; edebiyatın ana fonksiyonlarından birini kurtarmaya çalışmak bana göre oldukça geç gözükebilir. Fakat, benim düşüncemdeki eleştirmenlerce başka yerlerde de iddia edildiği gibi, diğer bir bilim dalının olabileceğinden daha açık olarak dünya-ağırlıklı olarak, her zamanki gibi kendi alanı içinde çalışarak o bilim dallarınca yaklaşılmayan bir şekilde kendi anlamlarını toplumun kullanımına sunmak tamamen edebiyatın rolüdür. Çünkü, bir şiirin katkısının şiire eş derece özgün oluşu gibi, edebiyat yaptığı her şeyi kendine has olarak yapar.
Fakat, eğer edebiyatın ana fonksiyonu bizi şiiri amaç olarak incelememiz içine hapsetmek maksadıyla edebiyat olarak kendi anlamlarını genel anlamlara kapatmak ise, edebiyat kendini aşan bütün anlamlara nasıl katkıda bulunabilir? Edebiyatın sadece kendi içine kapandığı zaman, kendi kabuğunu kırıp dışarı çıkmayı nasıl başarabilir? Halâ, edebiyatın tarihte yer alan toplum ve toplumun kültürü üzerindeki estetik ötesi etkileri nasıl inkâr edilebilir? (Post-estetik demekle, açık olarak, şiirden kendi işlerimizin dünyasına döndüğümüz zaman edebiyatın bizim hakkımızda olan çalışmalarını ifade ediyorum.)
Bu tür etkileri edebiyat olarak edebiyatın özgün güçlerine götürmenin bir yolu var mıdır acaba? Esasen edebi eserlerin etkilerini ortaya koydukları, açık ya da gizli, birçok yol bulunmaktadır; fakat burada estetik sınırlar içinde neredeyse bulunmayan etkili konuşma veya propagandacı türden bir etki yapan Tom Amca’nın Kabini türünden bir etkiden bahsetmiyoruz.
Belirtiyorum ki; bu yüzden ben sadece detaylı olarak çoktan incelemiş bulunduğum estetik etkilerin direk olarak doğal bir gelişmesi olan o post-estetik etkilere ilgi duymaktayım. Yani ben, bizi direk olarak amacına götüren bir eseri ahlâk veya anlam enstrümanı olarak kullanmaktan ziyade, bizim estetik deneyimden geçmemizle bir edebi eserin bize damgasını vuruş şekline ilgi duymaktayım. Yaşadığımız hayat şartlarında veya gerçeğe bakış açımızda; ama sadece şimdiye kadar şiiri, uygun bir şiirin incelenmeyi istediği özel bir metodla, incelemekten etkilenmiş olarak; her birimizin bu şiiri inceledikten sonra nasıl etkilendiğini sormak isterim. Normale geri döndüğümüz, şiirin estetik kontrol faktörleri bizi onu incelemeye çektiği zaman bu şiiri incelemenin sonucu olarak ne kadar farklıyız? Eğer gözlemlemiş olduğumuz estetik gerçeklik eğitimsel işlerini yerine getirmişse post-estetik gerçekliğimiz öyle ya da böyle değiştirilmelidir. Fakat biz bu tür etkileri bulmak için, bütün olarak korunsa dahi, kapalı estetik deneyiminin kabuğunu kırmalıyız. Yapı konusunu sanat eseri içinde şekillendirirken dünyamıza şekil veren bu yapıyı ortaya çıkarmalıyız. (Benim, insanoğlunun, şekilleştirici olarak, yapısalcı güçleri üzerine olan tezim 5.bölümde yer almaktadır.)
Bizim bir şiir estetik tecrübemiz dünyanın post-estetik uyanışımıza hangi yönlerden farklılık oluşturur, ki bu, acaba farkındalığımızı estetik öncesi uyanıştan farklı kılar mı? Uyanışımız resmi alanın diğer çeşitlerinin yaptığı gibi sadece fazlasıyla estetik dünyayı ortaya çıkarmaz ve o içerisinde bulduğumuz sözlü yapısının anlamını aldığı eşsiz metodlardan açıktır. Kendi kapalı sistemini oluştururken  edebi söylem alışılmış söylemleri yıkmalı ve dilini bilinen referansları bozarak kendi içinde yeterli bir yapı oluşturmaya zorlamalıdır.
                                                                                                                                                                                       Eğer bu şiir, kendi dünyasının ötesindeki manalara ışık tutacaksa, o dünya edebi olmayan sistematik konularca işaret edilen dünyadan farklı olmak zorundadır. Burada ortaya koymakta olduğum iddialar, netice olarak, edebiyattaki referans hedefleri anlam ayrımının iki şekli olarak edebi olmayanlardan ayrılır iddiasına dayanmalıdır. Şiirin sonsuz, üretken sisteminde fizik ötesi hedefler bulunmaz iken, edebi olmayan ve ona ön ayak olan konunun dışında bağlılığı (sadakati) borçlu olduğu hayali hedefler bulunmaktadır. (Böylece edebi olmayan sistematik alan, referans ve mantıki anlaşılırlığa olan zorlamaları ile, ortak kullanımlı bir dünyadan bahsetmelidir ki bu hakkında konuşulabilecek bir dünya olmalıdır. Edebiyat, kendisinden bahsederken, o kadar somut ve kesin bir dünyadan bahseder ki biz genellikle bu dünyayı alanın arabulucu güçlerin ötesinde düşünürüz.) Böylece, edebiyat, kendisinden bahsedince, o kadar somut ve keskin bir dünyadan bahseder ve biz bu dünyayı olanın arabulucu güçlerinin ötesinde düşünürken, edebi olmayan sistematik alan, referans ve mantıki anlaşılırlığa olan zorlamaları ile ortak kullanımlı bir dünyadan bahsetmelidir ve bu dünya hakkında konuşulabilecek bir dünya olmalıdır.
Teoriye olan önderlik etmekte olduğum yaklaşım bir çıkarım olarak diğer konunun yetersizliğini içermelidir: Edebi olmayan alan yanıltıcı olarak ele alınmalıdır, çünkü kendi gerçeği olarak işaret ettiği hedefler bizi kendi deneysel olarak kendi  gerçeğimizin ne olduğundan alıkoyabilir. Bu noktada teori bizim gerçeğimiz, dilimiz ve hayallerimiz hakkında önemli varlıksal iddialar ortaya koymaktadır. Eğer edebi olmayan alanın kendisinde bulamadığı ve bize sağlayamadığı anlamlandırma rolünü edebiyata bırakacaksa böyle yapmalıdır. Böyle bir fikrin neler gerektirdiği bir ayırımdır, örneğin bir varoluşçunun yaşamımızın acil ihtiyaçları oluşu gerçekliğiyle; sanatın otantikliğini paylaştığımız zamanlar haricinde; normal söylemin evrenselleştirme gücünün bu gerçekliğe hep içiçe olduğumuz yanlış hülasalar oluşturmak için zorladığı kouşmuş soyutlamalar arasında yaptığı gibi.
.    

BORGES

16
.... benim için yine de, ilk defa bir kitabını okuduğum baskı diğer bütün baskılarla kıyaslanması gereken bir “baskı prensipleri” haline geldi. Basım bize, sanki Don Kişot’un bütün okurları aynı kitabını okuyor yanılgısını vermiştir. Benim için, hatta bugün, bu olay matbaa icadedilmemiş gibi geliyor ve bir kitabın her kopyası phoenix kadar yalnız kalmaktadır.
Ve hala, gerçek şu ki; özel kitaplar belli başlı özellikleri özel okuyuculara aktarmaktadır. Bir kitabın iyeliğindeki   ima, o kitabın önceki okunmalarının tarihidir –yani- her yeni okuyucu kitabın, daha önceki okurların elinde ne olduğu hakkındaki düşüncelerinden etkilenmektedir. Buenos Aires’te aldığım Kiplin’in “Kendimden Birşey” başlıklı ikinci el otobiyografisinin ilk sayfasında, Kipling’in öldüğü gün tarihli el yazması bir şiir bulunmaktadır. Bu kopyanın sahibi olan impromptu ( (hazırlıksız) doğaçlama-eşinlenmiş) şair, acaba ateşli bir emperyalist miydi? Yoksa sanatçıyı abartarak değerlendiren Kipling nesrinin bir severimiydi? Daha evvelki hayallerim okumamı etkiliyor, çünkü kendimi o kişiyle bu veya şu noktayı tartışır bir diyalog halinde buluyorum. Bir kitap kendi tarihini okuyucuya getirir.
Bayan Lebach işçilerinin kitapları çaldıklarını biliyor olmalıydı, fakat ben bu konuda tam emin değilim, belli konuşma limitlerini aşmadığımız sürece suça izin verirdi. Beni bir ya da iki kere yeni bir kitaba dalmışken gördü ve sadece kitabı saklayıp evde kendime ait zamanda okumamı söyledi. Onun kitabevindeyken elime harika kitaplar geçti: Thomas Mann’ın “Yusuf ve Kardeşleri”, Saul Bellow’dan Herzog”a, Pör Lagerkuis’den “Cüce”, Salingers’den “Dokuz hikaye”, Brochitan “Virgil’in Ölümü”, Herbert Read’ten “Yeşil Çocuk”, Itoilo Svevo’dan “Zenon’un itirafları”; Rilke’den, Dyland Thomas’tan, E. Dickinson’dan, Gerard Monley Hopkins’ten şiirler; Ezra Pound tarafından çevrilmiş Mısır Aşk Lirikleri ve Gılgamış Destanı bu eserler arasındadır.
Bir akşamüstü, Jorge Leris Borges 88 yaşındaki yaşlı annesinin eşliğinde kitabevine geldi. Borges ünlü birisiydi, fakat ben onun sadece birkaç şiir ve hikayesini okumuştumum; dahası edebiyatı beni pek (etkilememişti). Tamamen kör olmasına rağmen baston taşımıyor ve sanki parmakları başlıkları görecekmiş gibi ellerini raflara gezdiriyordu. Son tutkusu haline gelen “Anglo-Saxon” çalışmasına yardımcı olacak kitaplar arıyordu ve bizde onun için “Skeat’ın” sözlüğü ile “Maldon Savaşı’nın” genişletilmiş bir versiyonunu sipariş ettik.
Annesi sabırsızlanmıştı; “Aman Georgie; Latin ve yunan gibi yararlı bir şeyler çalışmak yerine neden zamanı Anglo-Saxon’la harcıyorsun bilmiyorum ki!” dedi.
17
Sonunda bana döndü ve bir kısım kipatlar sordu. Birkaç tanesini buldum ve diğerlerini not aldım. Tam ayrılmak üzerelerken bana akşamları meşgul olup olmadığımı sordu. Annesi çabucak yorulduğu için O’na birisinin kitap okumasına (bunu büyük incelikle söyledi) ihtiyacı varmış ve ben de kabul ettim.
Borges’e, diğer birçok uygun ve rast gelen durumlarda yaptığım gibi, ya akşamları ya da sabahları eğer okuldan vakit bulabildiysem geçen iki yıl boyunca kitaplar okudum. Prosüdür her zaman  aynıydı. Asansörü kullanmayarak, onun dairesine merdivenlerden çıkardım (Borges’in bir keresinde, elinde yeni aldığı “Binbir Gece Masalları’yla’’ çıkarken açık bir pencereyi farketmeyerek, onu hezeyanlara sürükleyip çıldıracağını sandığı, enfeksiyon kapan bir kesikle yararlandığı merdivenlerin benzeriydi); zili çalardım, Borges’in gelip beni, yumuşacık ellerini açarak, karşıladığı perdeli bir antreden geçilen küçük oturma odasına bir hizmetli tarafından götürülürdüm. Hiçbir ön hazırlık olmazdı; ben koltuğu yerleşirken ümitle sofanın üstünde otururdu ve hafif astımlı sesiyle o gecenin konusunu önerirdi. “Bu gece Kipling’i okuyalım mı, ne dersin?! Ve tabii ki bir karşılık ümit etmezdi.
O oturma odasında, Piranesi’nin bir Roma harabeleri aymasının altında ben Kilpling’i, Stevenson’u, Henry James’i, Brackhaus German ansiklopedisinin bir çok kayıtlarını, Marino’nun, Enrique Banchs’ın, Heine’nin dizilirini okudum. (Fakat bu sonrakileri Borges ezbere biliyordu, ben okumama başlar başlamaz kararsız sesiyle dizleri ağzımdan alır ve hafızasından okurdu; kararsızlık eksiksiz olarak hatırladığı kelimelerde değil sadece ritmdeydi.) Daha önce bu yazarların çoğunu okumamıştım, bu yüzden program bana ilginç gelmişti. Ben yüksek sesle okuyarak parçayı ortaya koyardım ve Barges diğer okuyucuların gözlerini, hafızalarını konfirme ederek bir kelime, bir cümle ve bir paragraf için sayfayı tararken kullandıkları gibi kulaklarını kullanırdı. Ben okurken, üzerinde yorum yaparak ama sanırım hafızasında not almak için beni durdururdu.
Beni bir satırdan durduracak Stevenson’un Yeni B.G.M. bölüm ayrılığı buldu ‘”Gerekli durumlarda Press’le alakalı olan birisini temsil etmek için giyinmiş ve süslenmiş”- “Birisi nasıl böyle giyinebilir, değil mi? Stevenson’un aklında sence ne vardı? (İmkansız olarak dikkatli olmak mı?) Borges kesinmiş gibi gözüküp, okuyucu şahsi tanımlar yapmaya zorlayan; birisine veya bir durumu belirten imaj ya da kategori anlamındaki üslupları öylesine analiz etmeye başlardı. O ve arkadaşı Adolfo Bioy Casares onbir kelimelik kısa bir hikaye düşüncesinde tartışırlardı: “Yabancı karanlıkta merdivenlerden yukarı çıktı: tik-tak, tik-tak, tik-tak.”
18
Kipling’ten ona okuduğum “Güçsüzlüğün Ötesinde” (Beyond Pale) adlı hikayeyi dinlerken, Borges, bir Hindu kadının sevgilisine bir bohçada toplanmış değişik nesnelerden oluşan mesajı gönderdiği bölümden sonra beni durdurdu. O, buradaki şiirsel uyumdan söz etti ve açık açık bu somut, sembolik dili Kipling’in ortaya çıkarıp çıkarmadığından şüphelendiğini belirtti.18 Sonra, sanki bir zihni kütüphaneyi tarıyormuş gibi, bu dili her bir kelimesi kendisinin tanımı olan John Wilkins’in diliyle kıyasladı. Örneğin; Borges “salmon” kelimesinin temsil ettiği nesne hakkında bize hiçbir şey ifade etmediğini belirtti. Willkins’in dilinden gelen ‘zana’ kelimesi ise önceden oluşturulmuş kategoriler üzerine temellendirilmişti. Yani kırmızı etli pullu  nehir balığı19: “z” balık için, “za” nehir balığı için, “zan” pullu nehir balığı için ve “zana” kırmızı etli pullu nehir balığı için kullanılmıştır. Borges’e kitap okumak benim için her zaman zihnimdekilerin bir karmaşasıyla sonuçlanmıştır. O akşam Kipling Wilkins aynı hayali raf üzerinde duruyorlardı.
Başka bir zaman ( ne okumam istendiğini bilmiyorum) Borges ünlü yazarlara ait olan kötü dizeleri sıralamaya başladı. Bunlar arasında Keats’ın “Başkuş iliğine kadar donmuştu”; Shakespeare’in “Ah benim ulu Ruhum! Amcam” (Borges amcayı Hamlet tarafından kullanılan uygunsuz ve edebi olmayan bir kelime olarak buldu. Onun yerine babamın kardeşi veya annemin akrabası diyebilirdi). Webster’in Malfi Düşüncesi’nden ‘biz sadece yıldızların oyuncaklarıyız’ ve Milton’nun Kazanılan Cennet’inin son dizeleri- ‘O dikkat etmedi/ Eve annesinin evine gizlice döndüğü’ gibi deyişler, İsa’yı (Borges’in fikrine göre) Bowler şapkasıyla annesinin evine çay içmeye giden bir İngiliz beyenfendisi haline getiriyordu. Bazen o kendi yazıları içinde okuma oturumlarından faydalanıyordu. Yılbaşından hemen önce okuduğumuz Kipling’in ‘The Guns For and Aft’ında’ hayalet kaplanı keşfetmesi ona son hikayelerinden birini yazmasında yardımcı olmuş, ‘Mavi Kaplanlar’; Giovanni Papi’nin ‘Havuzdaki İki İmge’si’ (Two İmages in a Pond) onun halen gelecekte olan bir gününe, 24 Ağustos 1982’ye ilham kaynağı olmuştu. Lovecraft’tan duyduğu rahatsızlık ,(bir çok kereler benden okumamı isteyip bıraktırdığı hikayelerin yazarı), onu bir Lovecraft hikayesinin düzeltilmiş versiyonunu oluşturmaya ve onu ‘Dr. Brodie’nin Raporu’ içinde yayımlamaya götürdü. Benden devamlı okuduğumuz kitapların arka sayfalarındaki boşluklarına bir bölümsel referans veya düşüncelerimi yazmamı isterdi. Bunlardan nasıl faydalandığını bilmiyorum, fakat bir kitabın arkasına bakarak konuşmak Borges gibi benim de alışkanlığım haline geldi.
                                                       

19
 Evelyn Waugh’un yazdığı, vahşi amazondan başka bir adam tarafından kurtarılan ve kurtrıcısı tarafından hayatının geri kalan kısmında Dickens’i okumaya zorlanan bir adamın anlatıldığı bir hikaye bulunmaktadır.20 Ben şahsen Borges’e yaptığım okumalarda hiçbir zaman bir görevi yerine getiriyor hissinde olmadım. Deneyim bana daha ziyade mutlu bir esaret hissi vermişti. Borges’in benim keşfetmemi sağladığı kitaplar beni onun çok geniş ama mutlak bilgi sahibi, eğlenceli bazen vahşi ve genellikle de zaruri olan yorumları kadar büyülemeişti.( Gerçi bunlardan çoğu sonradan benim favorilerim haline geldi). Kendi zevkim için hazırlanmış, dikkatlice zenginleştirilmiş eşsiz bir baskının sahibi olduğumu düşünüyorum. Şüphesiz diğer birçokları gibi ben onun sadece not defteri değilim, yani kör admın düşüncelerini toparlamak için kullandığı bir ‘yardımcı hafıza’ değildim. Ben kullanılmak istenilenden çok daha fazla birisiydim.
Borges’i tanımadan önce, ben ya sessizce kendi kendime okurdum yada birisi bana seçtiğim bir kitabı okurdu. Yaşlı, ör adama yüksek sesle okumak ilginç bir deneyimdi, çünkü okumanın tonunu ve akışını biraz gayretle kontrol ettiğimi düşünsem de dinleyicim Borges konunun gerçek hakimiydi. Ben sürücüydüm fakat mekan, dönen uzay dinleyiciye aitti ve onun için pencere dışındaki dünyayı anlamakta başka bir sorumluluktu. Kitabı seçen, durmama veya devam etmeme karar veren, yorum yapmak için okumaları bölen ve kelimelerin kendisine akmasını sağlayan hep Borges’ti. Ben görünmez adamdım.

Zaman geçmeden okumanın kümülatif ve geometrik ilerleme ile yol aldığını öğrendim: her yeni okuma, okuyucunun geçmiş okumaları üzeerine birikir. Borges’in bana seçtiği hikayeler hakkında çıkarımlar yapmaya başlamıştım- mesela Kipling’in yazıları çokj resmi, Stevenson’unki çocuksu, Joyce’nin yazıları da anlamsız olabilirdi- fakat hemen ön yargı yerini deneyime bıraktı ve bir hikayanin keşfi beni bir diğerine yöneltti ki hem Borges’in hafızasıyla hem de benim hafızamla daha zengin hale geldi. Okuma gelişimim asla geleneksel zaman akışını izlemedi; örneğin önceden kendi kendime okuduğum hikayeleri ona sesli olarak okumam, o eksik okumaları tamamladı, ufkumu genişletti, önceden anlayamadığım fakat şimdi çağışım yapan şeyleri anlamamı sağladı. ‘geçmiş zamanlardan hatırlama, kıyaslama, hisleri harmanlama’ gibi bir kitabı okurken kullanılan aktiviteler Arjantinli yazar Ezequiel Martinaz Esrada’nın daha iyi anlaşılamasını sağladı.

20
Bu, yasağın en zevk verici şekillerinden bir tanesidir.Borges sistematik bibliograyalara inanmadı ve bu tür zinasal okumayı destekledi.
                                                                      
Borges’ten başka, birkaç arkadaş, bir kaç öğretmen ve bir eleştirmen öteden beri çok defa değişik başlıklar önerdiler. Ama, aslında benim kitaplarla tanışmam, Date’nin Cehennem’inin onbeşinci bölümündeki gün batımından şafağa ve ayın yeniden gözükmesine kadar birbirlerini gözeten ve ansızın bir görünüm, bakış, kelime, karşı konulmaz bir cazibe içinde bulan gezgin yabancılar gibi bir şans eseri olmuştur.

İlk başta kitaplarımı yazarlarına göre, tamamen alfabetik sırayla muhafaza ettim. Daha sonra onları edebi türlerine göre ayırmaya başladım; romanlar, denemeler, oyunlar, şiirler. Derken onları dillerine göre gruplandırmayı denedim ve gezilerim sırasında bunlardan sadece birkaç tane taşıyabildiğim için onları hiç okumadıklarım olarak ayırdım, her zaman okuduklarım ve okumayı ümit ettiklerim. Bazen kütüphanemin, garip durumlarda ortaya çıkan gizli kuralları bulunmaktaydı. İspanyalı romancı Jonge Semprun Thomas Mann’ın ‘Lotte in Weimar’ adlı eserini bulunduğu konsantrasyon kampı Buchenwald üzerine olan kitapları arasına koymuştu -roman Weimar'ın Filler (Elephant) Otelindeki bir sahneyle başladığı için ki; burası Semprun'un özgürlüğnden sonra götürüldüğü yerdir- bir keresinde bu tür gruplamalarla edebiyat tarihini oluşturmanın komik olacağını düşünmüştüm. Keşfetme, örneğin Aristo, Auden, Jane Austen, Maercel Ayme ( benim alfabetik sıramda) arasındaki ilişkiler yada Charleston, Sylvia Townsend Warner, Borges, St. Jones ve Lewis Carrol (en çok hoşlandıklarım) arasındaki ilşkiler gibi ben edebiyatın okulda öğretildiğini düşünürdüm ki orda Cevantes veLope de Vega arasındaki bağlantıllar onların aynı yüz yılı paylaştıkları gerçeğine dayanarak açıklanırdı. Ve Juan Ramon Jimenes'in Pleteroy'su ( şairin bir eşekle sevdalanmasının eflatunsu masalı) bir baş yapıt olarak değerlendirildi, benim çarpık okuma maceram boyunca ve kitaplığımın hacmine göre üzerine temellenmiş kendimi oluşturabileceğim edebiyat kadar rastgele serbest bir seçim değildi. Edebiyat  tarihi, okul materyallarında ve resmi kütüphanelerde oluşturulduğu gibi, benimkinden daha eski ve daha iyi donanımlı olmasına rağmen bana bazı kesin okumaların tarihinden fazla bir şey olarak gözükmedi.


21


Liseden mezun olmadan bir  yıl önce, 1966'da, General Onganıa'nın askeri hükümeti göreve geldiği zanman, bir okuyucunun kitaplarını düzenleyebileceği farklı bir sşistem keşfettim. kominist veya müstehcen olma şüphesi altında sansür listesinde belli başlıo yazarlar yerleştirilmişti ve kafelerde, barlarda ve tren istasyonlarındaki ya da basitçe caddedeki artan polis kontrollerinde elde şüpheli bir kitabı taşırken görünmemek gerekli bilgileri taşımak kadar önemli hale geldi. Yasaklı yazarlar, Pablo Neruda, J. .D. Solinye, Maxim Gorky, Harold Pinter farklı bir edebiyat tarihi oluşturdular ki; bu edebiyatın bağlantıları ne belliydi ne de sonsuzdu ve toplumsallığı sansürün keskin gözüyle genişçe açığa çıkarılmıştı.




Fakat okumaktan korkan sadece totaliter hükümetler değildir. Okuyucular, hükümet ofislerinde ve hapishanelerde olduğu kadar okul bahçelerinde ve kilitli odalarda da aşağılanırlar ( aşağı yukarı her yerde).Okuyucu grubu aşağı yukarı her yerde kazanılmış otorritesinden ve algılanan gücünden gelen muğlak bir üne sahiptir. Belkide bir köşeye kıvrılmış olan okuyucunun imajı, dünyanın sızlanmalarının görünüm olarak unutkanlığı,anlaşılmaz gizlilik,bencil bir bakış ve tuhaf bir gizli aksiyon ima ettiği için, kitapla okuyucu arasındaki ilişkideki bir nokta zeki ve verimli olarak kabul edilir. Fakat o şey ayrıca bağnaz ve kısır olarak da değerlendirilir. ( Annem beni okurken gördüğü zaman sanki benim sessiz aktivitem onun hayatta olmak fikriyle çatışıyormuş gibi ‘Dışarı çık ve yaşamaya bak!’ derdi. Bir okuyucunun kitap sayfaları arasında ne yapabileceğinden kaynaklanan en yaygın korkusu, erkekerin kadınların gizli yerlerde ve cadılarla simyacıların kapalı kapılar ardındaki karanlıklarda onların bedenlerine neler yapabilecekleri hakkında sahip oldukları sonsuz korkular gibidir. Virgil’e göre fildişi, Yanlış Rüyaların Kapısı’nın yapıldığı maddedir; St. Bauve’ye göreyse aynı zamanda okuyucu kulesinin de yapıldığı maddedir.

Borges bir keresinde bana 1850’de entellektüellere karşı Peru hükümeti tarafından organize edilen popülist bir gösteride göstericilerin ‘Ayakkabılara evet, kitaplara hayır.’ diye slogan attıklarını söyledi. Bu sert cevap ‘ Hem ayakkabılara hem de kitaplara evet’ kimseyi aldatamadı. Gerçeklik-sert gerekli gerçeklik- kitapların suskun hayal alemiyle bağımlı olarak çelişkili görünmektedir. İşte bu özür ve artan etkiyle hayat ve okuma arasındaki yapay ayırım aktif olarak iktidardakilerce cesaretlendirilmektedir. Demotik rejimler bizim unutmamızı talep etmekte ve bu yüzden de onlar kitapları aşırı lüks olarak damgalamaktadır, totaliter rejimler ise düşünmememizi isterler ve bu yüzden de onlar yasaklar, tehdit eder ve sansürler, her ikisi de, şöyle veya böyle, aptallaşmamızı ve aşağılanmamızı uysalca kabul etmemizi isterler. Bundan dolayı yararsız okumaları  cesaretlendirirler. Bu durumlarda okuyucular yapıcı olmak yerine yıkıcı olabilirler.

22
Ve böylece bir okur olarak hırslı bir şekilde kendi tarihimden okuma işinin tarihine doğru ilerledim. Yda daha ziyade, bir okuma tarihine, çünkü böyle bir tarih -*özel sezgilerden ve durumlardan oluş- ne keadar da bireysel olmamaya çalışsa da bir çok tarih ten biri olmak zorundadır. Sonuç olarak, belki de, pkumma tarihi her bir okuyucusunun kendi tarihidir. Başlama noktasının rastgele olması gerekse bile. Otuzların ortalarında bir yerde yayınlanmış matemetik tarihini Gözden geçirerek, Borges onun 'Topal bir kusurdan müptela olduğunu yazdı. Bu tarihin olaylarının kronolojik sıralaması onun mantıksal doğal sıralamasıyla uyuşmaktadır. Elemanların tanımı sık sık en sonda gelmektedir, pratik teoriye öncülük etmekte, konunun sezgisel işleri (precursuların) saf okuyucu için modern matematikçilere göre daha az anlaşılır durumdadır.23 Okumma tarihi hakkında genellikle aynı şeyler söylenebilir. Onun kronolojisi siyasal tarihinkiyle aynı değildir. Kendisine göre okumak çok değerli bir ayrıcalık olan Sümerli kayıtçı, bir muhasebe hukuku veya muhasebe hesabı makalesi onun kendi kişisel yorumuna bağlı olduğu için günümüzün New York’lu veya Santiago’lu bir okuyucusundan daha kuvvetli bir sorululuğa sahiptir. Orta Çağ’ın son yıllarının okuma metodları, ne zaman ve nasıl okunacağını belirleyerek, ayırarak, örneğin; sesli okunması gereken veya alçak sesle okunması gereken textler arasında yüzyıl sonu Viyana’sında ve Edward İngiltere’sinde öğretilenlerden çok daha açık şekillenmişlerdir.

Ne de okuma tarihi, edbi eleştirinin anlamlı basşarısının tarihini izleyebilir; 19. yüzyıl mistiği Anna Catharina Emmerich tarfından açıktan belirsizlikler, (basılan metin asla onun deneyimine denk olmadı.) 24 ,hatta iki bin yıl önce Sokrates (kitabı okumaya engel olarak gördü)25 tarafından daha güçlü ve günümüzde de Alman eleştirmen Hans Magnus Enzesberger (cahilliği övmüş ve sözlü edebiyatın yaratıcılığına geri dönmeyi önermiştir)26. tarfından açıklanmıştır. Bu durum, diğer birçokları arasında fevkalade tarihi hatayla, Amerikalı denemeci Allan Bloom27 tarfından kabul edilmiştir. Bloom 1833’te kendini diğer insanların beyinlerinde kaybetmeyi sevdiğini itiraf eden Charles Lamb tarafından düzeltilmiş ve geliştirlmiştir.

Borge ‘yürümediğim zaman okuyorum, ben oturup düşünmem; kitaplar benim için düşünür’ demiştir.28



23
 Ne de okuma tarihi, edebiyat tarihi kronolojisiyle uyuşur; çünkü okuma tarihinde bir yazar sıklıkla kendi kitabıyla olmayan fakat gelecekteki okyucularından biriyle bir başlangıç bulur. Marquis De Sade, kitapsever Maurice Heine ve Fransız sürrealistler tarafından kitaplarının 150 yıl boyunca mahkum edildiği pornografik edebiyat raflarından kurtarılmıştır; William Blake iki asırdan fazla gözardı edilmiş ve günümüzde Sir Geoffrey Keynes ve Northro Frye’nin gayretleriyle her kolej müfredatının zorunlu okuma listesindeki yerini yeniden almıştır.

Söylendiği üzere yok olmakla tehdit edilmekteyiz; biz, bugünün okuyucuları, hala okumanın ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyoruz (öğrenemedik). Gelecxeğimiz- okuma tarihimizin geleceği- beyinde görünen textle, dışarıya yüksek sesle okunan texti ayırt etmeyi deneyen St. Augustine; okuyucunun yorum gücünün sınırlarını araştıran Dante; okuma performansını ve okuyan yazarla yazan okuyucu arasındaki ilişkiyi analiz eden Pliny; okuma eylemini politik kuvvetle kıyaslayan Sümer yazıtları; parşömen- oukma metodlarını (bizim bugün   bilgisayarlarımızda kullandığımız okuma metotları gibi ) çok sınırlayıcı ve sıkıcı bulan ve bize bunun yerine sayfalarda gezinme ve kenarları kullanma seçeneğini önererek ilk kitap yapıcıları tarfından ortaya konuldu. O tarihin geçmişi önümüzde, Fahrenheit 451’in son sayfasında Ray Bradbury tarafından tanımlanan o tedbirli ve kitapların sayfaları yerine zihinlerde taşındığı bir gelecekte yatmaktadır.

Aynen okumanın kendisi gibi, bir okuma tarihi de bizim zamanımıza doğru atılır ve sonra yabancı uzak bir asrın ilk dönemlerine geri döner. Bölümleri aşar, karıştırır, seçer, tekrar okur, geleneksel düzeni izlemeyi reddeder. Karmaşık olarak, hayatı aktive etmek için okumaya karşı çıkan anneme beni yerimden kaldırtıp kitabımla dışarıya gönderen korku Türk romancısı Orhan Pamuk’un ‘Beyaz Kale’ romanında da belirttiği açık bir gerçeği ortaya çıkarır: ‘Başarısız bir kaptanın idare ettiği bir hayatta başarıya ulaşamazsın, vakit çoktan geçmiştir. Fakat elinizde bir kitap varsa onu bitirdiğiniz zaman, eğer isterseniz tekrar başa dönüp bir daha okuyabilirsiniz ve böylece zor olan şeyi anlayabilir ve onunla da hayatı da anlayabilirsiniz.’29


             







1  Aristo’nun Poesis anlayışında yeralan  kurgu yapıcı özellikleri taşıması gereken nazım ya da  nesir  eserlerdir. Onlara şiirler olarak gönderme yaptığım zaman  hala geniş anlamda edebi eserleri kastediyorum.daha dar anlamda sadece nazıma gönderme yaptığım zaman, bunu okuyucuya bildireceğim. Daha açık teknikleri –bu tekniklerin ;mutatis, mutandis, nazım şirlerde karşolığı bulunmaktadır- ortaya çıkarmak için, nazımdan ara sıra örnekler kullanmam gerçeğinden bir problem ortaya çıkar.
2 Stanley, Edgar Hyman, Armed Vision: Modern Edebi Eleştirinin Metodlarında Bir Çalışma (New York,1948)
3 Şimdi ‘eleştiri teorisinin’  ‘edebiyat teorisi’ yerine kullanılabilecek daha saf bir ifade olduğu açık durumdadır. Genllikle, biz edebiyat için teorik bir yapı araştırırken (bir başkasınınkini veya bize ait olanı) biz gerçekten edebi eserler hakkında  düşüncelerin (başkasının ya da bizim) yerini alacak bir teoriyi araştırırız. Bu yüzden edebi teoriyi konuşmak, belki de daha doğruca, eleştirel teoriyi konuşmak demektir. Bu, bu kitabın başlığının anlamına gelen ifadedir.

0 comments:

Post a Comment