rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

III. Olmaktan Oldurmaya Giden Yol

III. Olmaktan  Oldurmaya Giden Yol
Olandan olana yansıyan ilişkide (fiil), bir öznelik (fail)  ve nesnelik (meful)  konumu söz konusudur. Gramer açısından, “seni seviyorum”  ifadesinde, “Ben” doğrudan doğruya “sen”i  nesneleştirmektedir.  Eğer tersi de geçerliyse bu sefer de özne ve nesne yer değiştirmektedir, ama fiilin kurduğu eylem köprüsünde değişiklik yoktur.  “Ben”in “sen”i sevmesi, “sen”in “ben”i sevmesi anlamına gelmez.  Öte yandan, “Ben” “ben”i severse, fiil özne ve nesnenin aynı varlık olmasından dolayı normal görevini yapmakta, ama “ben”deki iki ayrı varlığı da ortaya çıkarmaktadır. Anadan doğma, babadan “ol”ma aşamasında, yaşam süresince “Ben” “sen” olursa, “ben” özne iken fiilin dönüşüm getirmesi ile ortaya bir nesneleşme çıkar, ama bu nesneleşme empati denilen gönül yüceliğini ifade eder.  Bu esnada nesne de özneleşir, ama öznenin işlevinde değildir.  “Kimse”lik, “kimesne”lik safhasında özne ve nesne,  kendilerini kaybetmeden öteki olurlar.  Leyla ile Mecnun’da Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’unun buluştuğu noktadır bu.  Bir tür diğergam olma hali.  O’nda yok olarak var olma.  Bu durumda seven ve sevileni bağlayan fiilin kendisi aynı kalırken, fail ve mef’ul ilişkisindeki roller değişmektedir. İngilizcedeki “you” zamiri hem özne hem nesne, hem “sen” hem “siz” anlamında kullanıldığı için, toplumsal hiyerarşiyi yok eden bir zarf konumundayken, onun eski şekillerindeki “thou” ve “thee” zamirdeki eski hiyerarşiyi yansıtır.  Türkçedeki “o” özne konumunda tüm varlığı aynı düzlem içinde algılar. Ayrıca hem özne hem de nesne konumunda ancak cümlenin gelişinden çıkan bir belirsizlik ve eşit konumu ifade eder.   Arapçada ise hem özne, hem nesne konumunda farklılıklar olduğu gibi, ayrıca zamirin ifade ettiği sayı ve toplumsal cinsiyet ayrımı da ortaya çıkar:  Müfred, müsenna, cem’ gibi.   
Kavramların mefhum-u muhalifiyle algılanması temel yanılgılardan biridir.  Bu yanılsamanın özünde “herşeyin zıddıyla kaim” olduğu algılamalası yatar.  Halbuki zıtları tanımlamadaki sıkıntılar kadar zıtlığın kendisini ayniliğe karşıtlık olarak almak da vardır. Doğrunun olması için yanlışın varlığı, doğrudan yanlışın varlığına doğruyu da bağlamak anlamına gelir. Sonra doğru ve yanlış arasında bir ortalamayı alarak doğruyu bulmak esas yanlışlık demektir.  Mesela melek ve şeytan ortalamısının illa da makul bir vasat olmasını gerektirmez. Bu ikisi arasında tez-antitez ilişkisi illah doğruyu değil, ama temelde hangisi önce başlarsa onu tez almak anlamına gelir. Duygunun gerçekliğini dil tayin edemez.  Fiilin kendisi de mastar halinde iken (“sevmek”)  tamamen özne-nesne ilişkisi açısından tarafsız bir konumda iken, aslında onca fikir ve duygu arasında sadece bir duyguyu ifade etmesi açısından taraf konumundadır. “Nefret etmiyorum” demek, “seviyorum” anlamına gelmediği gibi, “seveceğimi” de ima ve temin etmez.   Kadın, erkeğin, beyaz,  siyahın, Tanrı ya  da melek de şeytanın tersi değildir. Ama Zerdüşlükte ve Hristiyanlıkta Şeytan ya da “negatif Tanrı” algılaması vardır ve devamlı bir çatışma halindedirler. İslam’i gelenekte tanrı ile şeytan arasında bu tür bir tezat oluşumu yoksa da, günlük müslüman dilinde sık sık “şeytan” adeta kadir-i mutlak tanımlamalarla şöhretine şöhret katageldi.  Aynı bakış sonucunda, melek ve şeytanın, hayır ve şerrin, darul İslam ile Darül Harb’in, bizimkiler ve ötekilerin dünyası da oluşmuştur. Buna cennetlilk ve cehennemlik ayrımlarını ve “ehl-i hizmet” ve “ehl-i dünya” yı  da bu algılamaların uzantısı olarak eklemek  gerekir. Tarih üzerinden verilen kavgaların sonucunda oluşan Osmanlı ve Cumhuriyet ayrımı da benzer bir düzlemde olmaktadır. Benzeri bir ayrım mesela, Selçuklu ve Osmanlı arasındaki geçiş ile ya da mesela Osmanlı Beyliği ile Karaman Beyliği arasında yapılmaz.  Abbasiler ve Emeviler arasında da yapılmaz.  Bunun arkasında ideolojik çatışmalarda tarihi mesellerin kurşun olarak kullanılması yatmaktadır.  
İşin ilginç tarafı İslamcı bakış açısına göre, “latın çağ” olan Asr-ı Saadet döneminin sonunu hazırlayan Muaviye ve Emeviliktir, ama Muaviye’ye yönelik olarak tarihçilerde bile mutlak değerlendirmeler yoktur.  Sonuçta Muaviye “ashap”tandır ve artık bronz bile olmayan nesilleri, onun ayakkabılarındaki toz kadar kıymeti yoktur.  Öte yandan Osmanlı dönemi de baştan sona bir ütopya devleti hükmünde olduğuna göre, onun yıkılmasından sonra kurulan Cumhuriyet arasında da iyilikle hayır ile şer arasındakine benzer bir ayırdım yatmaktadır.  O halde yapılması gereken şey, önce devr-i sabık’ın hesabını sormadan ve anlamadan geçmişi hayrın hali de şerrin mümessili olarak algılatmak ve hayra daveti de iki dönem arasındaki “farkların” oluşturduğu husumetten beslenmektir.  Tarih yanında dile de yansıyan çatışmanın sonucunda ise, Osmanlı eşittir İslam, Cumhuriyet eşittir küfür yanılsaması çıkmakta ve bu sürecin devamında Mustafa Kemal “Deccal”, anıtkabir ise “tuvalet” anlamına bir mecaza dönüşmektedir.  Anıtkabir mimarisinin de  Eski Yunan’a benzetilmesiyle ortaya şehla bir “şeytan”  bir şeytan çıkmaktadır.  Ama sembolik dilde, Mustafa Kemal’in Cumhuriyet öncesinde bir Osmanlı subayı ve Osmanlıya bağlı olduğu dönemleri kabul etmek anlamında taktiksel olarak sadece Asker Mustafa kabul alanına sokulmakta, onun askerken çekilmiş resimleri yasak savma kabilinden kullanılmakta, şifreli, mecazlı ve sembolik cemaat dili de kendi kabul ettiğini kendince sergilemektedir.   
İsmin yalın hali ile içinde bulunduğu eylem azdır insanların.  Bebeklikten itibaren oluşan dilin etkisiyle, önce ona su yerine “cuu” diyerek onun vehmedilen seviyesine eğilen aile, sonradan ona büyüklerin dilini anlamaya yönelik eğitime tabii tutar.  Sonra okul ve kültürlenme sürecinin getirdiği etkileşimsel çevre.  “Biz”in “ben”i  şeytanlaştırmak potansiyeli, tehdidi ve suretiyle, “ben” de olan farklı, kendinden ayrışma, kendine muhtemel rakip ya da hasım olma, anarşi endişesiyle, “ben”likten sıyırıp, “biz”leştirmeye, “biz” emrine sokmayı amaçlar.  Aynı şekilde “ben”in yerini “biz”e bırakması “biz”in kendisini ayrı bir üst-ben’e dönüştürürken, “ben” varlığını devam ettirir. Ama “üst-ben”in oluşturduğu yeni “ben,” diğer üst-benlerle çatışmaya girer.  Üst-ben bu süreç içinde özneleşirken, “ben” nesneleşir.  “Üst-ben” ve “ben” arasındaki ilişki enstrümental bir kimlik ilişkisine dönüştürür.  “Biz”in tanımladığı “üst-ben” ise, kendi içinde eritmek istediği “ben”leri “üst-ben” kalıplarında eriterek, “onlar”a yönelik bir surun yapı taşı olur.  “Ben” erimeye direnirse, “üst-ben” onu farklı sürgünlerle karantina altına almaya, etkisizleştirmeye ya da yok etmeye çalışır.  Üstben içinde eriyen bireyler ise dünyayı ya kendinden olan ya da kendinden olay adaylardan oluşan bir ikilem içinde görür.  “Ben” ve “sen” yoktur artık, “o” ancak objeleşen mantıkla kullanılır ve “siz” taktiksel bir nezaketi anlatırsan, bilinçaltında “onlar”ın yansıması olarak yer alır ve onun karşısında “biz” durmaktadır.
Gramer yönünden yapılan tespitler, toplum içi ilişkilere, toplumlararası ilişkilere semantik olarak yansır, ama semiotik olarak da kendini gizler.  Saussure’le gelen “dil” ve bireydeki toplumsal kimlik oluşumu, Jung ile “kollektif şuuraltı,” sonra da Lacan’ın tanımladığı şuuraltı “grameri” gibi unsurlar aslında nesneliğe dair arayışı imkansız hale getirmektedir. Bu konuda Derrida’nın 1966’da ki manifesto niteliği taşıyan bildirisi de,  Derrida’nın merkezlerden uzaklaşırken, merkezler arası bir “freeplay”e ve devamlı sıçrama yapsa da (differance) insanın en azından kendinde oluşturduğu bir merkezi--Derrida inkar etse de—ima eder.  Bireyin içine doğduğu dil, kültür, yasa, iklim, coğrafya, çevre ve  zaman, aslında onu zaten kendi için hazırlanmış olan bir hazır kalıp doğrultusunda yetiştirir.  Farkında olmadan o kalıpla, o kalıbın  bir  parçası olarak  şekillenir insan.  Nesnel” bakmak bu unsurların etkisiyle aslında imkansızdır.  Her öznel olma çabası, özne olanın da nesneleştiği süreç içinde, kendini nesneleştirenlerin kendilerine telkin ettikleri öznellik statüsü ile avunur. Bir taraftan nesnellik kendi başına fazilet ve inanırlık göstergesi olmakta; diğer taraftan, bir yanılsama sarsılmaz gerçeklik kazanmaktadır. Yorumları oluşturmakla, metni yeniden yazarak yorumlamak arasındaki fark aslında kendi başına bir olma alanın ötesinde, oldurmak çabasını ortaya koyar.  Diyebildiğini demek, diyemediğini saklamak, diyemediklerini kodlamak, çağrıştırmak, hacıyatmazlık abidelerine dönüştürmek, dinlediklerini yeniden yazmak da, bilginin perspektiften ibaret kaldığı bir başka adil olmayan öznel alan oluşturmakdır.  Gerçek hayatı tayin eden bir merkeza algı olmaktan çıkar ve nesneleşen ve nesneleştikçe seyyarlaşan enstrüman olur.
İki unsurun çatışması sonucunda “normal,” yani “üst-ben”in çizdiği normal içinde “ben” artık bir “üst-ben” içinde erir, onu hem oluşturan hem de onun oluşturduğu bir etkileşime girmiştir.  “Ben” ile “üst-ben” arasındaki ilişki, “olma” çabasına engel olan bir “oldurmak” eylemidir. “i-mek (=olmak)” ilmekler arasında dokunan bir kumaştır artık.  “Olmak” bir kimlik ifade ederken, “oldurmak” bir başka kimliği giydirme çabasıdır.  İnsan toplumlarının doğayı oldurması ve oldurma şekli de medeniyet dairesinde kültürlenmeyi ifade eder. “Cemiyet”in müşahhas ya da “cemaat”in  mücerred şekillendirme metodları, insanın doğayı şekillendirmesine benzer şekilde, bireyin doğasını şekillendirmek ister.   Bu süreç içinde farklı etkiler sonucunda beşeriyet, cemiyet ya da cemaat bilinci oluştur.  Bireysel bilincin “birlik” adına gemlenmesi ve/ya törpülenmesi aslında cemiyet ya da cemaati kendi başına bireyleri ve bireyliği kendi içinde eriterek bünyesine ekleyerek, kendi “ben”ini oluşturur.  Bu “ben”in gelişimi, diğer “ben”lere benzeme ya da onları kendine çabasına gider ve toplumsal çatışmanın özüne bireysel ilişkiler değil, bireyi eriterek var olan hırslı “ben”ler arasında oluşur. Erittiği bireye “ben”in şeytaniliğinden bahsederken, onların eriyiğinden kurduğu heyula “ben”i ilahileştirir. Kendi içindeki bireylerin sanal eriyiğinden yeniden kalıba dökülen ben ise, bireylere salık verdiklerinin aksine bencil, ganimetçi, saldırgan tutumu ile sadece karşısındakin şeytanlaştırmak değil, kendi içinde çıkabilecek kopmaları da oluşturduğu tanrısal yargılama mekanizmalarıyla meşrulaştırır.  Tanrı etrafında ve ona itaat adına girilen süreçte, bizzat Tanrının kendisi nesneleşir ve Tanrının kullandığı misyoner insanlar, Tanrıyı kullanmaya başlar. Devletin milleti kendi varlığının takviye ve bekası için araç görmesine benzer şekilde cemaat, çıkışındaki temel iddialar yerine, kendi varlığını oluşturan bireyleri ve “hizmet” hedefi olan Tanrıyı onlar üzerinden başkalarına hükmetme sürecine dönüşür.   

0 comments:

Post a Comment