rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

AŞK VE ÖLÜME DAİR

Kainatın başlangıcında aşk vardı.  Aşk ışıktı, aşk
sarmaşıktı.  "Aşk" kelimesi hem ışığı idi dünyanın, hem sarmaş
dolaştı ilk insanlarla. Aşk Yaradanın izniyle kuşattı evreni. 
Yaradan aşk ile yarattı.  Aşk Yaradan'dan huzmelerini aldı. Ve
Yaradan aşk idi. Ölüm sonradan geldi.  Çünkü ölüm aşksızlığın
eseridir. Yaşamak için aşk lazımken terkedilen aşk ile tersini
doğurdu hayat. Ve ölümün geleceğini bilerek aşk ile yarattı
Yaradan.  Maşuk iken evvela, Aşık da oduğu için yarattı.

Adem'di  Havva idi ilk sakinleri kainatın.  Bir anlık dalgınlık ile, sürçme ile başladı ölüm.  Çünkü Maşuk'un aşksızlığa tahammülü yoktu.  Çünkü insanı kendi nefsinden ruh üfleyerek yaratmış, kendi varlık özünden
bir nebze de olsa insana katmıştı.  İnsanın hamuruna aşkı katmış,
aşk ile toprağa suyu salarak insanın çamurunu öyle hazırlamıştı.
Aşkın özünde toprağı unutmamak vardı.  Lakin insan çamurunun özünü
yanılıp unutmuş, aşka karanlık düşürmüştü.  Işık ise tahammülsüz
karanlığa ki zulümdür.  Yani deler geçer onu.  Ya elbise gibi
sarar aşkı zulüm.
Toprağı unutan insan o zamandan beri düşer toprağa ki aşkın önemi ve hallerinin bir nişanesidir ölüm. Ve insan ölümü bir ibrettir aşkın
ihmale gelmediğine dair.  Aşkı tadan ölmez, yaşayan ölmez.  Lakin
hatıralarda yer etmek önce bir yaşanmayı gerektirir.  Adem de aşkın
yönü değişti biraz, biraz muhatabı değişti.  Halbuki melekleri ve
İblis'i kıskandıracak bir  aşk ile yaratılmıştı.  Ve sadece kendine
secdeyi bir aşıkın kıskançlığıyla sadece kendine saklayan Yaradan,
Adem'i yücelmiş ve ona secde etmelerini emretmişti.  Hem meleklere
hem İblis'e. Bu anlamda İblis'i de yoldan çıkaran aslında aşktır. 
Yaradan katında ikincil bir konuma düştüğünün kıskançlığı vardır
onda. Fakat esas hatası aşkı Yaradan'a rağmen ve insana nispet
yaparak kibir karıştırarak, aşkın sapkınlığa giden bir modelini
oluşturur. Kendisine yar olmadığını düşünerek ve fakat yine
Yaradan'ın izniyle insana ölümü getirecek, aşkın muhatabını
değiştirecek işlere kalkışır ki bu muhatap Havva olmuştur. Havva
ise "HAYAT" köküyle aynı anlamdadır.  Ve İblis insana hayatı
sevdirmek, aşkın raylarını makaslamak suretiyle kaydırır aşkın
yönünü.  Aşka karşılık bulamayanların can havli ve kıskançlığıyla.
İnsanı daha sonraları iblisleştirmeye mezun olan İblis, insan
olmadan önce ismi ile müsemma değildi.  İblislik yapmıyordu. İnsana
olan aşktır onu iblisleştiren.  Sonra İblis ayrılır huzurdan, insana
gider ve yüce huzurdan insanın da çıkmasına vesile olur.  Ama irade
ortaya çıkar ve irade ile ölüm aynı dönemlerde neş'et eder.  Aşktan
geri kalırlar yalnız, o da ölüm de.  İradeyi kullanmadan nimete ve
aşka boğulan insan artık, iradeyi iyi yönde kullanarak aşka muhatap
olacaktır artık.  Ve fakat bu dahi bir girizgahtır Yaradan'a aşık,
kendisine Yaradan'ın aşık olduğu Rasul için.  Havva olmasa, ölüm
olmasa. Habib ile Mahbub arasındaki aşkın şeceresi olmayacaktı. Kök
oldu, gövde oldu, dallar oldu, yapraklar oldu ve Kainatın serveri
olsun.  "Ol"mak ve "öl"mek arasında iki nokta idi fark: biri Adem
diğeri Havva.  Ve insan Allah’a en yakın varlıktı. “İnsan” yakınlık ve irtibatlı olmak anlamına geliyordu. 


II.
            Ölümle aşkın münavebesi böyle başladı. Ölümün özümdeki İblis “mel’un”du insan ise “zalim.”  Zalimdi artık çünkü AŞKın usaresi ile  Maşuk ile irtibatını kaybetmişti.  Zalimdi çünkü haketmeden kendisine bahşedilen nimetin birisinin kıymetini bilememiş iki nefs arasında bocalayıp, kendine nefes vereninkine kendi nefsinden yaratılanı tercih etmişti. Zulüm ise karanlıktı.  Karanlıkla başladı insanın kendinden utancı ve yine Aşk örttü ışığıyla insanı.  Merhametin örtüsü galebe çaldı. Maşuk döndürürdü istese karanlığı aydınlığa.  İsterse kalpleri döndürürdü, isterse kalıpları. Kalpazanlık yoktu O’nun yazdığı aşk kitabında. Ve fakat insanın ettiği, teneffüs edeceği nefis kendi nefsinden yaratılan. Değişen ufuk, değişen meyline veyl etse de insan, tesellisi de yine temayülündeki nefs oldu.  Sonra Habil ve Kabil, kan ve intikam, sonrası akil ve şair, büluğuna gitgide böyle erdi belagat ve Aşk’ın ıstırabı da güzeldi.  Havva’sız Cennet’e konan insan, Havva’sız Cennet’i tahayyül edemez oldu.  Hatta Havva’sız cenneti Havva’lı dünyaya tercih eder oldu.  Köprünün bir ucunda o, diğerinde O vardı.  İblis, Havva Tarih’in özündeki unsurlardır. Havva ile başlayan tarih, biten zamanın hikayesi terennüm edilir. İblis tetikleyicisi oldu tarihin, Havva ise tesellisi aynı zamanda.  İşte sürgün başlamıştı. Sürgündedir ise insanda yeni sürgünleri çıkması.  Adem’in tarih, Havva ve Aşk arasında parçalanması tecrübe alanını açtı.  Bilgiden tecrübeye geçişti.  Bilgi verilir, tecrübe ise kazanılırdı, ama acı ama tatlı.  Yasak meyvadan yasak olmayan meyveler türedi.  Kimisi fitne, kimisi nimet.  Kur’anda İblis Bazı dinler ve felsefelerdeki gibi iyi tanrının karşısına dikilen kötü tanrı değil.  O iyi insanın negatifi.  Aşk ile nurlanan insanın üzerine çöken gölge, gözlerine tüneyen karartı.  Karanlık ölümdür.
            Ve fakat Tevrat’taki yılan Kur’anda hiç olmadı.  Kur’andaki Adem, Tevrat’taki Adam gibi hiç, kaşlarını çatıp hatasını Havva’ e yüklemedi.  Ademce, Ademoğluna yakışır bir usulde, belki de nefislerin ikinci defa mutabakata vardığı nokta buydu: “Biz nefsimize zulmettik. Bizi affet ey Rabbımız!” dediler.  O Rab idi, Rab terbiye eden, eğiten idi ve insanın ilk muallimi de oydu.  İkincisi İblis. Tevrattaki muadili gibi Yahova’ya adeta kurnazca diklenen ve hatta gizlice onu da suçlayan Adam gibi “Şu senin kaburga kemiğimden yarattığın kadın var ya! O verdi ben de yedim” (yasak meyvayı) demedi! Kulluğun gereğince kulca davrandı.  Rab’da kendi şanına yaklaşır şekilde.  Rahman idi ve Rahim idi O. Kur’anda İblis vardı, ama kadına iblislik yakıştırmadı Kur’an. İblis olan iblise uyan herkesti. Takva İblisten uzak kalmaktı.  Birine yaklaşan diğerinden ırak düşerdi.  Dağlara inleyip kabul edemediğini insan kabul etmişti.  Yola çıkmış, yoluna da dağlar çıkmıştı. Dağın pınarı da vardı.  Yılanı da. Tevrat’ta yılan vardı.  Yılansılık kadına bir takı oldu o kültürde.
            Ve tekrarı vardı olanların. Çünkü zaman başlamış, kronometre nazlı nazlı çalışıyordu.  Tarih başlamıştı.  Zaman bitmiş, tarih başlamış, sınır başlamıştı insan için ve her bitişte bir  yeniden başlama, her başlangıçta bir sona yuvarlanma.  Ve tekerrür ederdi tarih bir nebze.  Züleyha ve Yusuf böyle çıkar sahneye. Kur’andaki Züleyha, Tevrattaki Potifar’ın karısı gibi “hadi yat benimle” demez.  Aksine Yusuf’un güzelliği üzerinde hem Kur’an durur, hem Züleyha’nın kendisi. Hatta çıkan şayialar üzerine Züleyha kadınları toplar ve Yusuf’u gösterir geçerken.  “Bakın da görün” demek ister, “ona olan aşkımda haksız mıyım?” Ve kadınlar Yusuf’un güzelliğiyle bakışları mıhlanmış bir halde, ellerindeki bıçaklarla ellerini doğramaya kadar şuursuzlaşırlar.  Züleyha’nın bir gömlek yırtması ne ki! Hakikat de O’ndan güzellik de. İstediğini kendi güzelliğinden bir hubbe ile hubbundan nasiplendirir, istediğini hakikatından bir zerre ile donatır O. 
Ve Yusuf’ta ikisi de var.  Güzelliği takdir ediyor.  Hatta Kur’an onun da kalbinde hafif bir meyil olduğunu, ama güzellik takdir hissinin, Allah’ın hakikatına muhatap olmasından dolayı ileri gitmediğini.  Allah’ın tekdiri ile kendi takdiri arasında birinciyi seçtiğini vurguluyor.  Yusuf ceddi Adem’in hatasını tekrar etmiyor. Demek o ki ders iyi verilmiş ve alınmıştır.  Bu nedenledir ki İslam kültürü Züleyha’ya bir süfliye abidesi olarak bakmamış, Yusuf’a çektirdiklerine rağmen onun sonradan -kocasının ortadan çıkması ile- mutlu bir son bağlamında değerlendirmiştir.  Yani arada nikah-ki Kul’un meşru olarak mutabık kaldığı bir akittir-ile daha önceden kalpten akan pınarların bir hazneye akması için önce hüznü sonra hazanı yaşıyor ve bahar ile çoşuyorlar.  Kendisini hem kardeşleri kuyuya attırıyor, hem Züleyha zindana.  Ama kardeşleri nefretten, Züleyha aşktan.  Zaptemediği ve uğrunda kıvrandığı tutkuya dönüşen aşktan. Aşk tutkusuz da olmaz ki.  İblisin başlangıçta Adem’e olan hasedi, kardeşlerinin Yusuf’a olan hasedinden farklı değildir.  Ama ilmi gene tırmandırıyor Yusuf’u hem sosyal hem açıdan.  Başında önceleri bela gibi biten olaylar, Yusuf’un milletlere yardım edecek kadar önemli bir konuma gelmesine sebeb olur. 
Sonraları Yusuf ve Züleyha, Leyla vü Mecnun olur, Ferhat ile Şirin olur.  Kerem ile Aslı, Tristan ve İsolde, Abelard ve Heloise, Romeo ve Jüliet olarak önce İslam coğrafyasında başlayıp sonra Avrupa ve Asya’yı sarar.  Endülüse varıp yedi asır yankılanır ve Amerika’ya sıçrar.  Önce dillerden gönüllere, sonra gönüllerden şarkılara akar, sonra kağıtlara ve perdelere.  “Romance” olur, şarkı, şiir olur, “chanson” olur, “lied” olur.  17. asırdan itibaren roman olur,resim olur ve film olur.  Bugün çoğumuza normal gibi gelen bu tür hikayeler Batı tarihinde antikite ve Ortaçağ ortalarına kadar görülmez.  Bunun sebebi de Troubador ve bugün adı gitar olan müzik aletleri ile bu kültürün, yani aşk kültürünün Batı’ya özellikle Endülüs’ten girmiş olmasıdır.  12. asra kadar Batı’ta böyle bir anlayış, aşkı, aşığı, maşuğu kutsayan bir anlayış YOKTU.
            Aşkın halleri, muhatapları, metodları farklı farklıdır. Aşk her dönem de olmuştur aslında. Bir şey ya da varlığı herşeyin önünde görmek, herşey ve her varlığın ötesinde kutsarken, kendini maşuk karşısında tutkun, zelil görüp, başkalarına karşı rezil rüsva olmaya aldırmadan, kendine rağmen kendinin ötesi hislerle bağlanma işidir aşk. İnsanlık tarihini yönlendiren hadise ise aşkın muhatapları olmuştur.  Yani tarihteki dönemleri oluşturan bir sürü dönemler vardır.  Ama hepsinin özünde yatan aşkın hangi muhataba aşığın yönlendiğidir.  Bu manada aştır tarihin özündeki yönlendirici etken.  Burada benim yaklaşımım aşkın tarzı ve maşukuna  göre Aşığın aldığı tavra göre tarihi dönemleri yeniden ele almaktır.              Adem, Havva ve İblis tarihte mütemadiyen isim ve şekil değiştirerek tarihi oluşturdular.  Şuurun oluşmasıyla kaybedilen aşkın muhatapları tarihsel dönemlerin esas aktörleri oldular.  Kim neyi herşeyin ötesine koydu, ne için kendini ortaya koydu ise, Adem oldu. Havva oldu. Kimi zaman İblis oldu.  Hem fertler hem de milletler bazındabu tezin doğru olduğuna inanıyorum. 

            O halde aşkın ne olduğu sorunsalı ortaya çıkıyor hemen.  Bu gayya kuyusundan çıkmak Yusuf’un atıldığı kuyudan çıkması kadar zor bir hadise aslında.  O’nu nefretin attığı kuyudan.  Aşkın türkçedeki kullanımı onu anlam açısından daralmış olsa da kelime arapçadır.  Kelimenin anlamı da “ışık” ve “sarmaşıkla” bağlantılı. Dilimize ne zaman girdiğini bilmiyorum, ama Kaşgarlı Mahmud Ata’nın Kamus’unda.  Kaşgarlı Araplara Türkçe öğretmek gibi bir kültürel misyon ile kaleme aldığı Kamus’unda aşkı tanımlama da zorluk çekmemişti.  Aşkın insan içine güneş gibi doğan onu fiziki alemden alıp götüren, uzaklaştıran, kimi zaman yeme-içmeden kesilmesine, maşuk ile arasındaki zihin ve gönül bağı haricinde ağyar ile arasındaki irtibatı kesmek, gözlere nakkaş gibi işlenen ve öyle derin işlenen ki bizzat maşukun resminin gözdeki iris tabakası ile yer değiştiren, beyne hatırayı, iki çift kelamı, bir kalem endamı telkari inceliğiyle işleyen, kulaklara hücum eden hangi ses olursa olsun, sadece onun sesini duyan, “bir dünya iki yoldaş” bir yürek iki beden, yarım yarım paylaştırılmaşçasına ve her yarımın yarımlığının ıstırabını hem kendine hem diğer yarısına bakışta hatırlayıp tekrar sarmaşıkların sırrına erme hali. Sarmaşık ve asma bahçeleri, aşk ve şarap... Bir kadehten diğerine akan ve fakat her doluşta kabını asrhoş eden bir şarap.  Ve fakat eksilmeyen..yeter ki dökülmesin aktarılırken..  etkisi azalmaz ve aşıklar şarap olurlar zamanla sermest.  Sermest olmakta ki sırdır zaten serbest olmak.  Özündeki tabi suyla şarabın yer değiştir.  Bu anlamda aşk dünyaya mahküm olan insanın dünyada maşuku hariç kendini bağlayan herşeyle irtibatını koparıp dünya ötesi alemi ruhen yaşama hamlesidir.  Cesedinden sıyrılan ruhların sarılması, sarmaşıkların zamanla sadece gövde değil köklerde de birliğe yönelmesi. Öyleki aşık maşuktur  artık, kendini onun yerinde görür, Onun yerine onun için, onun lehine, onun rıza ve mutluluğuna göre hareket eder.  İşte bu nedenlerdir ki-Arap edebiyatından aldığı hikayeyi yeniden tasavvuf hamuruyla yoğuran Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u uzun engel ve arayışlardan sonra bağırları kadar yangın çölde buluştuklarında “Mecnun!” sedasını işitende Mecnun garip garip bakar ve mealen “Eğer ben Mecnun isem sen kimsin ey Leyla? Eğer sen Mecnun isen ben kimim ey yar!” der.  Mecnun normların üstündedir, çünkü normlar onu süfliyete garkedecek şeylerdir.  Bu nedenle aslında lakabı olan Mecnun adı olmuştur.  Yani cinli, cinlerin dadandığı adam.  Herkesin itibar ettiğine itibar etmediği için, herkesin gözüyle Leyla’yı görmediği için, Leyla’yı Mecnuni tarzda gördüğü için.  Leyla aşktı,bir huzme gibi süzülen fani gözlerinin fani olmayan kirpiklerinde süzülen ve Aşk geceydi.  “Leyl” gece idi. Leyla gecenin güzelliği.  Onun haricinde kimsenin görmediği ve yalnız onun göreceği Ölüm idi Leyla.
 Bu nedenle Leyla ve Mecnun sadece aşkı değil aynı zamanda aşk içinde ölümü yaşama abidesi olarak geçtiler tarihe.  Husumetten aşkı bitiren Maşuk-u Mutlak ve Aşk-ı Mutlak’ın bir katresi düşünce yüreğe ne çöller ne de ölümler vardı.  Cesetlerinden sıyrılıp aşkın mutlakiyetinden bir nebze zılal oldular biribirlerine.  Aileleri husumetin peşinde, onlar aşka özgü bir vahdetin.
VI .../...
            Ne kadar karmaşık olursa olsun, ne kadar insan kadrosu zengin olursa olsun, tarihteki her olay, okunan her roman ya da şiir, izlenen her film, yapılan ya da yapılamayan herşeyin içinde aşk oldu.  Çoğu zamana ikili olarak karşımıza çıktı bu aşk, bazen de üçlü bir merkezde cereyan ederken, merkeze yönelen ve merkezden uzaklaşan bileşenleri ile çeşitlendi. Aşık insan olarak kaldı bazen, maşuk da insan oldu çoğu zaman, ama maşuğun değişken tabiatı yönlendirdi zamanı.  Bazen Nirvana oldu, bazen İsa veya Meryem, bazen Allah veya Rasulu, “kelime” “kelimeyi yüceltmek” veya bazen saadetin asrı, “kızılelma” oldu maşuk, aşığın kendini aştığı dönemlerde.  Erkek oldu, kadın oldu.  Ve insan neyi herşeyin ötesinde gördü, neyi sadece kendi ve o varmışçasına kutsadı ise, o Leyla’sı oldu. O Mevlası.  Leyla geçti dönem dönem, dönem dönem Mevla.  Mevla diye sığındığı yeni şeyler de buldu insan.  Mevla’nın önüne neyi koyduysa, o oldu mevlası.  O kıskançtı ve istemezdi kendisinden çok başkasının sevilmesini. Aşkın kendisi bazen maşuku da aştı dönem dönem aşka aşık oldu insan. Bazen de kendisine aşık oldu.

Havva tarihsel sürecin hayat aktrisi, Adem’e hem korkuyu hatırlattı hem aşkını, hem şuursuz mutluluk hem şuurlu mutluluğu.  Şuurdan öteye götüren mutluluk ve şuursuzluk, derin bir şuur anaforuna iten ıstırabı.  Hem gücünü hem korkuyu.  Kabul ve reddi, kovulmayı. Cennetin tebessümü, cehennemin ağzını açarak sırıtması.  Varolmanın hüznüne nispet olarak verilen bir teselli hüsn abidesi, yokolmanın özündeki daire.  Yaşamak ve ölmek, ölmek ve yaşamak.  İlmi Allah verdi Adem’e kültür Havva ile geldi.   İktisadi hayat onunla geldi, biyolojik hayat onunla firkat-vuslat-firkat-ölüm biribiri ardına onunla, ruhi hayatın pahasına, ama ruhi hayata tekrar yükselmenin letafeti de öyle.  Adem Havva’yı severken hayatı sevdi. Hayatı severken ölümün ayak seslerini duydu.  Vahid olana hasretini vuslata çevirme iştiyakı vardı onda. O kendi nefsindendi.  Onu her sevmede biraz kendini sevdi, kendinden olanı, kendinde olmayanı..   Eros ve Thanatos beraberdi çoğu zaman.  Vahid’den kopuşun önce sancısı, sonra teselliye dönüşen coşkusu, sonra hafızaya nakşolunan hafıza ve tarihe dönüşen zamana rücu edişi.  Ruh buutunda zamanın hiç kopmayan irtibatı, eksilen rabıyatla tarihe dönüşen ceset.  Tecrübe ile hafıza, aktarılan tecrübeyle tarih oluştu.  İlhamdı, mahremdi, ölümdü artık.  Mısırda Ishtar, Tammuz, Eski Yunanda Ghia oldu.  Havva sevgiliydi evvela, aşkı çeken, onu yeni yön tayin eden  unsur oldu, sonra eş oldu sonra anne. Sonra kızkardeş, sonra kız evlat.
            Dört temel unsurdan ruh tecelli etti insanda ve insan topraktı.  İnsan toprak, İblis ateş, Havva ruhtan ona dönmek üzere ayrılan ruh.  Aşkın coşkunluğu raksa döndü, rakkase döner oldu aşk için semaya açılan elleriyle semazen oldu. Aşkın yaşandığı an zihnen ve bedenen maşukun doldurduğu andır ki bu nedenle aşk zihne nakşolunan resmin hem zihni hem bedeni esaret derecesinde göğüs kafesine hapsolunan bir kuşu yaşatmak için var olur ki.  Burada biyolojik alandan ruh alanına zihnin çizdiği bir rotayla tegallüb eder aşk ki tutku ile aşık kendisine dar gelen göğüs kafesinden kendisini tecrid ederek sadece maşuka mekan kılar aşık kalkar o zaman aşk ve meşuk kalır sadece.  Aşığın kendini maşuk yerine koyduğu süreç başlamıştır.   

0 comments:

Post a Comment