rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

OKUMAK YA DA OKUMAMAK!


OKUMAK YA DA OKUMAMAK: İŞTE BÜTÜN MESELE BU!

Yazının başlığı, anlaşıldığı gibi, Hamlet’in o sıkıntılar ve vehimlerin ağır bastığı  “bir belalar denizi”ne karşı mücadele verdiğini düşündüğü andaki telaffuz ettiği “Olmak ya da olmamak: İşte bütün mesele bu!” ifadesinin bir adaptasyonudur.  Okuma ile gelen bilgiyi kültürlü toplumlar, yaşamayla gelen tecrübeyi ise kültürden mahrum, insanın her yaşadığı yılı bir şeylere tekabül ediyor sanan gelenek toplumları. Birisi yazılı diğeri şifahi kültürü simgeler.  Kulak vermek her zaman okumaktan daha az maliyetli, daha az zahmetli, daha çekicidir. Okumak bilgi edinmenin temel unsurlarındandır ve Aristo’nun da ifade ettiği gibi her insanda aslında bilgiye doğru bir yönelim vardır doğuştan, ama ona ulaşmanın yolu toplumlar ve fertlere göre değişkenlik gösterirler.  Okumak bu anlamda hem ferdi hem toplumsal açıdan büyük kazanmaktadır. Descartes ile sloganlaşan “düşünüyorum, o halde varım” ibaresi münferid varlığın farkına varmak anlamında ve en azından kendi varlığından şüphe etmemeyi bilimsel-felsefi sorgulama mantığının esası gibi görürken onun formülasyonunu-henüz akl-ı evvelliğin aklına varmadı ama- “inanıyorum o halde varım,” “tüketiyorum, o halde  varım,” “üretiyorum, o halde varım” “mutiyim, o halde varım” vb. şekillerde varlık kategorileri oluşturmak amacıyla genişletilebilir.  Okumak bu anlamda bir başka varlık kategorisi olarak ele alınabilir.
Okumak çoğu zaman pasif bir eylem anlaşılıp ifade edilir. Bu nedenle bir boş değerlendirme uğraşı olan diğer unsurlarla beraber telaffuz edilir.  Yani boş sayılan bir vakit alanı tayin edilir önce ve arkasından onu “öldürme metodları”ndan biri olarak okuma akla gelir.  Okuma eylemi Türk toplumunun az eğitimli irfana dayanan kesimlerinde ve lügatinin kendisinde “tahsil yapmak” anlamında kullanılır.  Arif insanımızın tahsil yapanlara yönelik olarak hem gıpta hem de onlara önem atfederek kullandığı, kendine uzak görünen alanlarda gökten zenbille hikmet devşiren güruhtur “okuyanlar.”  Tahsil yapan güruh ise, sadece sorumlu olduğu “uzmanlık alanı” vehmettiği kitaplarla sorumlu tutar kendini.  Onun için değerli selüloz mamulü “mutluluk” vizesi sandığı diplomasıdır.  Netice olarak talebelerden hocalarına, gazetecisinden kütüphanecisine uzanan bir tayf içinde tamamen pratik amaçlara yöneliktir.   Kütüphaneler üniversitelerin arkadaşlarla buluşmak, sınava hazırlanmak, bilgisayar varsa chat yapmak için kullanılan bir mekan ve çoğu “temel” olarak addedilen ne idüğü belirsiz bir mantıkla tıkıştırılmış ve ancak  bir entellektüel kütüphanesi olacak genişlikte olan mekanlarda olur.  Mütemadiyen tavaf edilen kantinler kadar olsun ziyaret edilmeyen kütüphaneler “zorunlu hareketlerden” 10 üzerinden ancak 4 alabilecekken, “estetik hareketlerde” yani pratik amaçlar dışında koskoca bir sıfıra tekebül eder.  Bu tasnif umumidir. Ne özel durumlar bizi ilgilendirir, ne de  herkesin bu özel konumlara sahiplenmesi.   İşin bir başka vehameti de “orta malı” mantığıyla özellikle gazetecilerin okudukları herşeyi yazıya dökerken kendi fikirleri pazarlarken hiçbir referansa ihtiyaç duymamalarıdır. Aynı şeyi okuyucu da yaparak okuduklarından kendine pay değil başkalarına ahkam unsuru çıkarma yolunda hareket etmektedir.
Okumak, öncelikle yazılı bir metindeki göstergeleri yazanın benzeri veya aynı fikir dalgaları boyunca algılama, onun kodlarını çözme ve yeni bir zihin diline tercüme etme hadisesidir. Bu yazılan metnin yazarın maksuduna uygun  yüzde yüz eşdeğer olarak anlamak değildir illa.  Çünkü yazar bir şeyi telaffuz etmekte olduğu gibi birden fazla unsuru da ima etme gayesi güzdebilir. Bazan yazısını, eserini kaleme alırken aradaki insicam ve zincirleri kendisi koparabilir ki bu durum, o istemese de anlaşılma farklılıklarına, zenginliklerine yol açabilir. Yani okuyucu yazarın kastettiği şeylerden daha fazlasını anlayabilir, ondan daha kaliteli ve geniş müktesebatı ile onun zihnen kastetmediği, fakat eserinde olanları yakalayabilir.  Bazen bunun tersi de mümkündür; yazarın yazdığı ile okuyucunun anladığı okuyucunun aleyhine gelişen bir uçurumu ifade edebilir ki bu da bir teknik başarıyı ifade eder.  James Joyce’un Ulysses’i, Henry James’in Turn of the Screw  adlı eserleri bu gruba giren, kendini, anlamını kolay kolay ele vermeyen türdendir. Bu gruptaki eserler çoğunlukla sembol, mecaz, ironilerle donanmış bir anlatımı içeren eserlerdir. Sebepleri arasında formalist/modernist şekil ve anlatı kaygıları olduğu gibi, maksadı korku ve endişelere binanen özellikle kelimelerin gölgelerine gizleyen, anlamı kelimelerdeki çağrışımlar ile müntesip okuyucuya ayrı hariçteki okuyucuya ayrı açan tarzda, anlamı vermek yerine, anlama giden define haritası çizmek şeklinde oluşabilir.  Anlam kargaşası veya çeşitliliği metnin   bozukluğundan olduğu kadar metne gömülen kodları kültür farlılıklarından, aynı gibi görünse de farklı çağrışımları olan kelime kümelerinden, terminolojilerden de kaynaklanabilir.  Bir dildeki eşanlamlı kelimeler farklı kontekslerinden dolayı çoğu zaman biribiri yerine kullanılamadığı gibi, farklı dillerdeki kimi kelimeler çevrildiğinde aynı gibi görünmesine rağmen farklı semiyolojik çağrığımlar, semantik salınımlar yapar.  Özellikle dini terminoloji ve metinlerde bu durumu gözlemek mümkündür. “Elif” Fenikelilerde “öküz boynuzu” Eski Yunanda sadece bir alfabe unsuru iken, hristiyanlıkta “omega” ile beraber İsa’yı ifade eder. İslam kültürü ise elife  Allah anlamını yüklemiştir.  “İsa” isminin kendisi defarklı kültürlerde farklı şekilde yüklenmiştir.  Mütekabil ve mütenasip olmayan kimi kavramların tercümesi ise tarihte bazen büyük kavgaların çıkmasına da neden olmuştur.  İşte bundadır ki dildeki göstergeleri okumak, onları anlamlandırmak zor bir meşgaledir.  Öte yandan her metin onları anlamladıran okuyucu olduğu için, okumak yazmak önemli bir zihinsel emeği ve sorumluluğu temsil etmektedir.  Netice itibariyle okuyucu olmayan yazının ehemmmiyeti de olmamaktadır.  Okuyucusu çok olanları da ayrı tartışmak gerekir, bu kere okuyucuların ruh halini okuyarak. 
Okumak aslında okuldan önce başlayan bir melekedir.  Okulda resmi çerçeveler ve kalıpların ışığında ve ancak öğretmenin penceresinden okumayı, o doğrultuda okumayı sınırlandırmayı öğrenir insan. Eğer öğretmen eğitim ve ruh yapısında senfoniyi yakalayamamışsa okumanın sahası hem daralır hem de okunanın anlamı kısırlaşır.  Okumak yazmaktan önce gelir.  İlk okumalar bebeklikte başlar.  Algılama ve algılanan nesneleri anlamlandırıp hafızaya aktarılma safhasıdır bu.  Kelimelerin bile oturmadığı anda gelişen, resimler gibi bütün olarak okunan anlamlandırmalar.  Zamanla sesle nesne arasındaki ilişkilendirmeler başlar, sonra da yazı ve nesneler bir tutularak anlamlandırma süreci ki bu nedenle dilde Saussure’in belirttiği bir “nedensel”likten uzaklık bir tür “keyfi” durum vardır.  Bebeklik ve okul öncesi çocuklu dönemi çok hızlı husule gelir.  Çünkü öğrenmeye karşı bir açlık, doğrudan ve sansürsüz ve çıkar gözetmeden yapılan okumalar, yorumlamalar dönemidir bu.  Zamanla bu okumalar hayattan kitaba yönelerek devam eder. Aile içindeki süreç çevreyle fiziken genişler, ama yanlış kültürlenmelerden ve filtrelemelerden dolayı metod olarak daralır.  Yavaş yavaş aile ve çevrenin mantığı ve çerçevesi çocuğun hayat eksenini daraltır, okulda ise okulu elinde tutan mekanizmalar devreye girer kendince meşru saydığı toplumsal mutabakat doğrultusunda Althusser’in ifadesiyle “cihaz” bazlı okumalar başlar.  Okuldan hayata aktarılan bakışlarda artık reklam panoları, biletler, gazeteler, duvar yazıları ve tuvalet kapıları vardır nesne olarak.  Kriterler ise okunması gerekli gereksiz, iyi veya kötü, bizden ya da onlardan, meşru ya da gayr-ı meşru, yasak ya da serbest ayırımları başlar.  Bu dönem okumaları bağımzız değil güdümlü, filtreli ve sansürlüdür artık.  Yazmak ve yazının bu doğrultuda okunması biraz da büyümenin alametidir.  Biyolojik büyümeler ise fıtri küçülmelere gebe olabilir.  Okumak başlangışta şuurlu seçimlerle olmazken, şimdi şuur ve onunla beraber korku girer devreye. 
Okumanın önemi kültürleri--ister dini, isterse seküler olsun—kitaba dayalı toplumlarada daha fazla kendini gösterir.  Kitap bu kültürlerde temel taşı ve “kilit taşı” görevi yapar.  Yunanlılarda İlyada ve Odise, Yahudilikte Tevrat, Budizm’de Vedalar ve İslamda Kur’an çok önemli roller üstlenmiştir.  Hristiyanlığın durumu İncilin metni üzerinde daha başlagıcından itibaren ortaya çıkan tartışmalar daha sonra yorumsal ayrılıklara ve mezhep çatışmalarına kadar işi götürmüştür.  Bu nedenler hristiyanlıkla özdeşleşen Roma kültürü bazen Hint ekolünden gelen bir mistisizm bazen bazen manastır hayatına  ya da siyasallaşarak kilise tahakkümüne dönüşmüş ve incillere geniş çaplı eğilme ancak rönesansı takip eden dönemlerde olmuştur.
İslam toplumları bugün ne okuyan ne yazan, tefekkürden uzak ve tekellümü hayatlarının harcı tevekkülü de hayatlarının tek gayesi gibi algılar durumdadır.  Halbuki başka hiçbir kültürde olamdığı kadar bu kültür okumanın önemini vurgulamıştır.  Hatta malum olduğu gibi İslam peygamberine gelen ilk emir onun şahsında bütün insanlığa olan bir davetti. OKU!  BU anlamda okuma İslamın temel bir doktrinini teşkil eder.  Alak’ta bu durum öylesine vurguyla ifade edilir ki okumak adeta insanın var oluşuyla özdeş bir yakıştırmaya dönüşür:  “Oku, yaradan Rabbinin adıyla ki seni bir nutfeden yarattı. Oku ki Rabbin en büyük kerem sahibidir.  İnsana kalemle öğretti. İnsana bilmediklerini öğretti.”
Surenin başındaki ayetlere bakılırsa Hz. Peygambere ve bütün insanlığa yönelik bir emir, Rabb’in  Allah’ın sahiplik ve terbiye ediciliğini peygamberine beyan ediyordu.  Hemen arkasından gelen ayet ise insanın “nutfe” gibi önemsiz görünen, ama büyük potansiyeli olduğuna işaret etmekte, Araf’taki toprakla yani “human”ın kökü olan “humus”tan ilk yaradılışından sonra  bu harikulade yaradılışın alelade olan nizama yani insan tabiatı ve algılama sahası içindeki bir doğuş esası anlatılmaktadır.  Öte yandan yaratmak eyleminin ilk ayetteki okuma emrini müteakiben gelmesi çok manidardır. Yaratıcılığı yanında terbiye mürebbi de olan Allah insana lütuf ve keremi neticesi kalemi kullanmayı yani bilgisini muhafaza etme unsurunu ve enstrümanlarını da bahşetmiş oluyor ki biriken bilgidir medeniyetlerin özü.  Bu manada bilgiyi insanlardan kıskanan Yahova ile tam bir tezat  oluşturmaktadır. Bakara ve Araf’taki ilgili ayetlerle karşılaştırılınca insanın anlamının irade ve bilgi ile özdeşleştiğni ortay koymaktadır.  Müteakip ayette (96:6) ise Asır suresine atıf yapan bir bağlamda insanın bu potansiyelinin onu azgınlığa da sevketme tehlikesinden bahsedilmektedir. Bu özellikler yani irade, bilgi ve bilgiyi kaydetme unsurları insanı iradeleri sadece hasneat ve memuriyete açık olan meleklerden ve iradesi sadece fitne ve fesada açık olan şeytandan, ne iyi ne de kötü yönde iradesi olmayan hayvanat ve nebatattan farklı kılmakta iradesini kullandığı cihette daha üstün ya da daha aşağı olmaktadır.  O halde okumak, yaratmak , öğrenme ve öğretme bir silsile içinde yazmaya sonradan geçen bir mantığı ifade ederken, okumak  hem yaradılışın hakikat ve esasını ifade ediyor hem de okuyarak bunu kavramaya dave ediyor.  Bunun akabinde kendini yeterli görme hastalığından bahsediliyor ve tefekküre müteveccih ayet geliyor ardından. 
Bunun yanında insanı tabiatı okumaya yönelten nice ayetlerin olduğu aşikardır.  Tabiatı okumak,onun şifresini çözmek suretiyle insan onu ve kendisini yaratana ulaşacaktır.  Evreni yaratan Allah’ın yazdığı bu okunması gereken kitap olduğu fikri ise epey önceler dayanmaktadır.  Bütün ilahi kitaplarda var olan bu mecaz Kur’anda tekrar edilmiştir.  Ortaçağ hristiyanları ve 7. asırdan itibaren İslamlığın üzerinde durduğu bu okuma kimi zaman o kitabın içindeki en şerefli pasaj olan insanı okumaktan adeta bigane kalmış ve kitabın yazarının hamlettiği büyük anlamları bazen ruhban aristokrasisi bazen feodal arikrokrasi, daha sonra küçük burjuva ve sanayi burjuvası adeta hiçliğe, suistimal ve ihmal derecesinde anlamsızlık ve sömürü metaına indirgemiştir.  Son olarak da sermaye rekabet ve çatışmalarında tüketmek, çalışmak, reklam, şartlandırma ile içi, boş enformasyon ve dezenformasyonla boşaltılıp yeni çağın komuıtlarıyla yeniden yazılan bir karalama defterine dönüştürülmüştür. Artık okumak değil yorumlamak zamanıdır.  Okumak ise aslında yazmaktır.
Okumak, öncelikle yazılı bir metindeki göstergeleri yazanın benzeri veya aynı fikir dalgaları boyunca algılama, onun kodlarını çözme ve yeni bir zihin diline tercüme etme hadisesidir. Bu yazılan metnin yazarın maksuduna uygun  yüzde yüz eşdeğer olarak anlamak değildir illa.  Çünkü yazar bir şeyi telaffuz etmekte olduğu gibi birden fazla unsuru da ima etme gayesi güzdebilir. Bazan yazısını, eserini kaleme alırken aradaki insicam ve zincirleri kendisi koparabilir ki bu durum, o istemese de anlaşılma farklılıklarına, zenginliklerine yol açabilir. Yani okuyucu yazarın kastettiği şeylerden daha fazlasını anlayabilir, ondan daha kaliteli ve geniş müktesebatı ile onun zihnen kastetmediği, fakat eserinde olanları yakalayabilir.  Bazen bunun tersi de mümkündür; yazarın yazdığı ile okuyucunun anladığı okuyucunun aleyhine gelişen bir uçurumu ifade edebilir ki bu da bir teknik başarıyı ifade eder.  James Joyce’un Ulysses’i, Henry James’in Turn of the Screw  adlı eserleri bu gruba giren, kendini, anlamını kolay kolay ele vermeyen türdendir. Bu gruptaki eserler çoğunlukla sembol, mecaz, ironilerle donanmış bir anlatımı içeren eserlerdir. Sebepleri arasında formalist/modernist şekil ve anlatı kaygıları olduğu gibi, maksadı korku ve endişelere binanen özellikle kelimelerin gölgelerine gizleyen, anlamı kelimelerdeki çağrışımlar ile müntesip okuyucuya ayrı hariçteki okuyucuya ayrı açan tarzda, anlamı vermek yerine, anlama giden define haritası çizmek şeklinde oluşabilir.  Anlam kargaşası veya çeşitliliği metnin   bozukluğundan olduğu kadar metne gömülen kodları kültür farlılıklarından, aynı gibi görünse de farklı çağrışımları olan kelime kümelerinden, terminolojilerden de kaynaklanabilir.  Bir dildeki eşanlamlı kelimeler farklı kontekslerinden dolayı çoğu zaman biribiri yerine kullanılamadığı gibi, farklı dillerdeki kimi kelimeler çevrildiğinde aynı gibi görünmesine rağmen farklı semiyolojik çağrığımlar, semantik salınımlar yapar.  Özellikle dini terminoloji ve metinlerde bu durumu gözlemek mümkündür. “Elif” Fenikelilerde “öküz boynuzu” Eski Yunanda sadece bir alfabe unsuru iken, hristiyanlıkta “omega” ile beraber İsa’yı ifade eder. İslam kültürü ise elife  Allah anlamını yüklemiştir.  “İsa” isminin kendisi defarklı kültürlerde farklı şekilde yüklenmiştir.  Mütekabil ve mütenasip olmayan kimi kavramların tercümesi ise tarihte bazen büyük kavgaların çıkmasına da neden olmuştur.  İşte bundadır ki dildeki göstergeleri okumak, onları anlamlandırmak zor bir meşgaledir.  Öte yandan her metin onları anlamladıran okuyucu olduğu için, okumak yazmak önemli bir zihinsel emeği ve sorumluluğu temsil etmektedir.  Netice itibariyle okuyucu olmayan yazının ehemmmiyeti de olmamaktadır.  Okuyucusu çok olanları da ayrı tartışmak gerekir, bu kere okuyucuların ruh halini okuyarak. 
Okumak aslında okuldan önce başlayan bir melekedir.  Okulda resmi çerçeveler ve kalıpların ışığında ve ancak öğretmenin penceresinden okumayı, o doğrultuda okumayı sınırlandırmayı öğrenir insan. Eğer öğretmen eğitim ve ruh yapısında senfoniyi yakalayamamışsa okumanın sahası hem daralır hem de okunanın anlamı kısırlaşır.  Okumak yazmaktan önce gelir.  İlk okumalar bebeklikte başlar.  Algılama ve algılanan nesneleri anlamlandırıp hafızaya aktarılma safhasıdır bu.  Kelimelerin bile oturmadığı anda gelişen, resimler gibi bütün olarak okunan anlamlandırmalar.  Zamanla sesle nesne arasındaki ilişkilendirmeler başlar, sonra da yazı ve nesneler bir tutularak anlamlandırma süreci ki bu nedenle dilde Saussure’in belirttiği bir “nedensel”likten uzaklık bir tür “keyfi” durum vardır.  Bebeklik ve okul öncesi çocuklu dönemi çok hızlı husule gelir.  Çünkü öğrenmeye karşı bir açlık, doğrudan ve sansürsüz ve çıkar gözetmeden yapılan okumalar, yorumlamalar dönemidir bu.  Zamanla bu okumalar hayattan kitaba yönelerek devam eder. Aile içindeki süreç çevreyle fiziken genişler, ama yanlış kültürlenmelerden ve filtrelemelerden dolayı metod olarak daralır.  Yavaş yavaş aile ve çevrenin mantığı ve çerçevesi çocuğun hayat eksenini daraltır, okulda ise okulu elinde tutan mekanizmalar devreye girer kendince meşru saydığı toplumsal mutabakat doğrultusunda Althusser’in ifadesiyle “cihaz” bazlı okumalar başlar.  Okuldan hayata aktarılan bakışlarda artık reklam panoları, biletler, gazeteler, duvar yazıları ve tuvalet kapıları vardır nesne olarak.  Kriterler ise okunması gerekli gereksiz, iyi veya kötü, bizden ya da onlardan, meşru ya da gayr-ı meşru, yasak ya da serbest ayırımları başlar.  Bu dönem okumaları bağımzız değil güdümlü, filtreli ve sansürlüdür artık.  Yazmak ve yazının bu doğrultuda okunması biraz da büyümenin alametidir.  Biyolojik büyümeler ise fıtri küçülmelere gebe olabilir.  Okumak başlangışta şuurlu seçimlerle olmazken, şimdi şuur ve onunla beraber korku girer devreye.


0 comments:

Post a Comment