rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Konuşmak ve Şaraba Dair

Konuşmak ve Şaraba Dair

  Kimi müslüman vasıfları kafirde olduğu gibi, kimi kafir hasletleri de müslümanda olabilir.  İlla bir yere girmem gerekirse birincisi bana daha uyar sanırım.  Ben içeriden dışarıdan, aşağıdan yukarıdan, karnımdan ve bağırsaklarımdan değil, kardiyografi cihazının tespit ettiği titizlikte, içimdeki pusulanın gösterdiği, içimdeki mönitörün, sırtımdaki kameranın kaydettiğini bilerek, vicdanımın, aklımın ve bildiklerimin gereğini tekellümü severim.  Talebelerinin hocası, öğrettiklerinin talebesi olarak.  Kelamın bir kudsiyeti vardır.  Eğer farkında ise kelamı telaffuz edenin de. Eğer “enaniyet” olmayacaksa ben, kendim olarak konuşmayı tercih ederim.  Şablonlara, şablon bariyerlere takılmadan, pusuladaki istikamet ne ise çizginin görebildiğim ve gidebildiğim kadarıyla.  Kılıfsız, bohçasız ve maskesiz.  Maske eski Yunan tiyatrosunda geçerlidir.   Çok nadir durumlar haricinde ben, “ben” diye konuşurum sevilme rüşvetine prim vermeden.  Böyle konuştuğumda yanlışlıklar varsa –ki binlercesi var onlardan biri de anlamayana, anlamak istemeyene hala kelam ve iz’an  israfında bulunmak--bana ait olarak algılanmasına inandığım ve yaşadıklarımın muhatap alınmamaması.  Kelamdaki bozulma zihindeki bozulma ve kayma alametidir.  Alem’in  A(uzun)lem’in kucaklaşmasında malum bir sırrın şuurunda, hakikatın şiirinde yeri yoktur.
Allah’ıma şükürler olsun ki en azından  şeklen beni insan yaratmış. İnşaallah  bu şeklin içini de doldurma gayretim olacaktır.  (Gerçi şeklen hayvan suretinde yaratılsa idim de yapacak birşeyim yoktu)  Özündeki nutfenin küçüklüğünün de idrakinde, lakin “oku” emrini muhatabı, bilmediğini kalemle öğreten”in lütfettiği insan olma büyüklüğünüğün de farkında olarak.  Kime ve neye karşı tevazunun, kime karşı “tekebbürün” gerektiğinin şuurunda olarak.  Bir garsona iltifatlar yağdırıp, ceberrut makamperestlere eyvallah demeyecek kadar.  “Altındakilere”efendilik yapıp, üstündekilere efendi mülkü olmayacak kadar.  Konuşurum, zarf atmadan, yem atmadan, olta atmadan, ama atılanın ne olduğunun farkında olduğunu bile bile, gene bildiğim gibi konuşurum. Hatalarım, kabahatlarım, günahlarım, suçlarım bana; bütün övgüler benim gibi fasıkların, zındıkları fasıklar ve zındık olacaklarını bilmesine rağmen belki “Rahim” olarak değil, ama en azından  “Rahman” olarak merhametini tecelli ettirme taahhüdünde bulunan, benim gibi küçük kulları da yaratmayı-belki de iyi olmak isteyenlere tersinden okumalarıyla kazanacakları negatif örnekler olarak--o büyük hilkat halkasına dahil eden O’na aittir.  O ki kitabının başına fatihasıyla  bir kapıları açma faslı ile başlar, gönüllerin fethini, o gönüllerin zilletini bile bile, bir ufacık pırıltı için kapıları açık bırakır.  O açar ve ancak O kapatabilir. Yeterki küfrün, şeytanın zulmet ve mezelletini içinde kıvrım kıvrım çöreklenen, o sardıkça ona sarılan küfrün esiri olmasın.  Ve o küfür ile Şeytan’ın birleştiği nokta “gizleme,”  hakikatı gizleme işidir.  Kelime’nin anlamını Hazret-i İsa’dan, kitabın anlamını, “OKU”ma ile muhatap olmanın şerefini Rasul-i Ekrem’den öğrendim.  Birini vasfı idi “kelime,” diğerinin memur olduğu emirler şahikası.  Bir şahika ki kimilerini, nuruyla asırların karanlığından gözlerini kamaştıracak bir aydınlığa götürdü de kimilerini de sesiyle hoplattı korkuttu.  Malum işin içinde “korku” da var, lakin korku da bir tapınak değil, uyarı levhalarıdır.  Suhufa inandığım gibi Kitab’a da inanırım.  Kur’an’ın “okumak” kökünden geldiğini bilirim.  O’nu en iyi okuyana ve yaşayana da inanırım.
            Bir insan olarak insanlık tanımları üzerinde de bazı öğrendiklerim oldu: mesela insanın, düşündüğü, konuştuğu, bugün anlamı değişikliklere uğrasa da “politik” bir varlık olduğuna dair kimi felsefi tanımlar, ayrıca onun “şeref”li bir varlık olduğu, hatta öyle şerefli olduğu ki onu yaradanın, aslında  kendisinden başkasına secde etmemin bir şirk olduğunu ifade Sani-i Kainat’ın, meleklere secde etmelerini bizatihi emrettiği, hatta melun Şeytan’ın mel’anetinin bu emre uymamaktan kaynaklandığı ve Şeytan’ın bu nedenle şerefsiz olduğuna dair Heybeliada Ruhban Okulu’nda okuduğum kimi şeyler sonucunda insanın izzet ve şeref gibi, düşünmek ve illa birşeyler karşılığında olmadan konuşmak gibi fıtratına perçinlenmiş bazı haslet ve melekeler olduğuna dair belki “gerçek” diye adlandırılan materyal hayatta karşılığı az olan şeyler.    
            Konuşmak işini bir tabi hak görmenin sonucu ve beklentisiz olmanın sonucu maliyetlerini bile bile konuştum bu zamana kadar.  Dinledim de...  İnsanların ancak bu şekilde anlaşacağına dair vehimlerim hala devam ediyor.  Dinlerim konuşurken, hem kendimi hem de muhatabımı.  Söyleneni değil kafasına koyduğunu anlayan olursa, resmin negatifiyle konuşurum ki varsa içinde birşey muhatap da onu tab etmesini bilsinler. Hem konuşurken dinlerim, hem konuştuktan sonra çarmıha gererek kelamı.  Konuşmak illa da o “meşhur” ya da “mahut” şaklabanların ya da “ajan provokatörlerin işi” ya da liberallerin ya da komunistlerin –ki bildiğiniz gibi bir sosyalistim- olmamalı.  Söylediklerinin insanı bağladığına inanarak konuşurum.  Sözümün arkasında durarak konuşurum.  Nalına mıhına konuşurum. Sözümü satmam, zihin fahişeliği yapmam. Kendimi ellerimden, ayaklarımdan mıhlarım, zihnimin karıncalarını ayıklarken kafamdaki hararetin arttığını hissedene kadar... Ne zamana uyabilen ne de kendine zamanın uyduğu.  Bu dünyayı kendime yaşanmaz kılacak kadar konuşurum. Öbür tarafa gitmek üzere yola da çıktık, ama metronun çıkış kapısı kapalı olunca tekrar döndüm.   Doğru bildiğimi konuşurum. Tek ders almadığım bu konudur hayatta. Kendi laflarımla konuşurum.  Konuşmaktan bir kazanç beklemeden, kendi süfliyetimi kelamın, kelimenin şerefine eklemeden konuşurum.  Konuşmak insanın varlığının aksü-l ameli. Zihnimi ve kelamımı kiralamadan konuşurum.  Yanlış konuşurum, eksik konuşurum, ama bildiğim doğru o kadar olduğu için konuşurum ben.  Anlamayanlar oldukça, kasdettiklerimi tersinden söylerim.  Gene de anlatamasam da lanet olsun gene konuşurum.  Enaniyet işte! Çok da çektiğim oldu, ama en çok çektiğim düşmanların taşları değil, dostların gülleri oldu.  Ve gülmeleri oldu kul olmanın idrakinde olmayanların. Küllü de umurum da değil esasen.  İnandığımın arkasında, inanmadığımın karşısında olacağım, takatim ve ömrün bitene kadar.  Ya inandığımın yanlış olduğuna vicdanen ve aklen ikna olacağım, ya da böyle gidecek her ne varsa. Elimde değil.  Bütün bunları Anglo-Amerikan kültür emperyalizminin bir temsilcisi olarak--belki bir papaz da diyebiliriz-- yazdım, zaten ben aynı zamanda milletinin inancını ifsad etmek için Protestanların yetiştirdiği bir gizli istavroz çıkaran, ömrünü buna vakfetmiş bir faniyim.  Judas’ı da bilirim, Peter’ı da.  Jesus’u disciplelarından daha iyi anladığımı, ancak bunu anlatamadığımı itiraf edersem affıma mazhar olur belki.  Jesus’un sıkıntısı ile Cassanda’nın ıstırabını yaşamak... Kureyş’e dağ arkasındaki ordudan bahsedip inandırıp, risaletine inandıramayan risalet tacının bir köpeği olabilirsem, onunla dizdize bir sohbet edebilirsem ne mutlu bana. Tek beklentim, “maymuna dönüşenlerden” olmamak.  Nasip olursa ona bir iki soru da sorarım belki, soruların ve cevapların anlamını yitirdiği yerde. 
İşte bu “elma, armut” meselesi de bununla bağlantılı, şarap da.  Çünkü cennet kavramını birilerinin herşeyi yiyebilecekleri bir meccanen işletilen manav dükkanı gibi algılamak beni pek açmıyor.  İnsanın dünyada sahip olmadığı aştan, işten, eşten öte bir karşılığı, anlamalı olmalı cennetin.  İnsan dünyada hasbelkader tattığı şeylerin de üst katmanlarına sahip olabilir.  Benim istediğim şarap da bu zaten.   Bir damlası bile zihni hoplatan, esrük eden, hatta  varlığının hiçliğini farkettiren varlığın özüne dair bir şarap ki sohbet ile demlendikçe kafalar,  meyhanenin mesken olduğu, sükunetin en gür kelama dönüştüğü, sadece dışardan görenlerin bile pencerelerine üşüştüğü bir mesken, sakinlerine meskenet olmayan, dinledikçe konuşulan, konuştukça doyulmayan, doyuldukça acıkılan, içildikçe susanan ve meskenin dahi bir şaraba dönüştüğü bir mekan.
Şeytan’a küfretmen de Allah’a sığınmaya, sevabımızla günahımızla, O’ndan başka sığınılacak olmadığını bilerek, ama gühahın da, sevabın da samimi olarak  ikrar edileceği bir gün.  Gönül ister ki, o istesek de çarpıtmadan konuşmak zorunda olduğumuz gün gelmeden konuşmanın niyetle, niyetin de maksatla, maksadın hedefle, hedefin araçla kenetli olmasını dişlerimiz kenetlenmeden becerebilelim.     “Sen Elif Dersin, hoca, manası ne demektir?” manzumesindeki sorgulama ile “Kadı Efendi bize kafir demiş...” manzumesindeki bumerangın etkisini düşünerek benim de hakiki mümin olmaya yetmeyecek kadar imanımın olmadığı ve fakat hakikatleri tahrif edecek ya da gizleyecek kadar da kafir olmadığımı düşünüyor, “İman edenler, iman ediniz”e kendimi muhatap alarak bitiriyorum.   

0 comments:

Post a Comment