rss
email
twitter
facebook

Monday, November 23, 2009

İsmet Özel

BUMERANG RİYALAR
ENTELLEKTÜEL MENOPOZ VE FEMİNİST MUNKABIZLIK
I
İslamın yüce peygamberi, yüce insan Hz. Muhammed (AS) Allah’a uçtuğunda sonradan Halife olacak arkadaşı Ömer (RA) ona olan sevgisi ve inkiyadından dolayı ortaya henüz söylenti halinde çıkan bu gerçeğe adeta karşı çıkarcasına elinde kılıcı mealen “Kim ki Muhammed öldü der ise, onun kellesini uçururum...” der.  Aynı derecede sevmesine rağmen Hz. Rasul’ün vefatını Allah’ın emir manzumesi ve risaletin insanlık sınırlarının bir parçası olarak gören  Ebubekir (RA), o sıdkın mücessem hali insan “Kim ki Muhammed’e inanıyorsa, bilsin ki O ölmüştür;  Kim ki Allah’a inanıyorsa bilsin ki O bakidir” der. 
Aslında bu rivayet her önemli olay karşısında almamız gereken tavra bir işaret  etmektedir.  Aynı tarzı ashabın Hz. Peygambere yönelttiği kimi sorularda da görmek mümkündür.  Rasul-ü Ekrem’in kimi emirlerine binaen “Ey Allah’ın Elçisi, bunu sana Allah mı vahyetti, yoksa kendi fikrin mi?” diye sorulduğu bir önemli vakıadır ki hadislerin yazılmasından, insanların başlangıçta alıkonması da benzer bir espriyi taşımaktadır. Nassların, belki tevile kaçmayan yorumları haricinde değişmezliği esası, onlarla şereflenen ve anlaması için akılla donatılan insanın değişebilecek yorumları ve devamlı yenilenmeye açık bırakılan, yapılan yorumda hata varsa bir, isabet varsa iki kat sevabı olduğuna dair hüküm getiren bir ucu açık hükümler silsilesi,  her toplumsal olayda hissiyatlar mı prensipler mi, kişisel ve değişken bağlar mı, evrensel (ne demekse!) ve değişmeyen unsur ve esaslar mı geçerli olması gerektiğine dair ciddi bir tarihsel ders vermektedir. Devamlı kaynaktan beslenen, akıl, bilgi  ve medeniyet birikimiyle kaynağı besleyen bir anlayışın, inancı ritüeller toplamından ibaret görmeyen, her iki alemi kurduğu medeniyetle kavrama iddiasında olan bir kültürün başka türlü olması da beklenemezdi zaten.   Yani hakikat mı, tamamen münferid olaylar mı tayin etmeli bakış açımızı? Geçici olan mı, kalıcı olan mı? Kişisel yaşantılar mı, felsefi boyutuyla derinliğine vukuf mu gereklidir yoksa? 
Lakin Türkiye’nin, hatta genelde müslümanların makus talihi midir nedir, hakikatın  değil onu kimin dillendirdiği hem bir belagat hem de semantik bir müşkülü olarak karşımıza çıkmaktadır. Ardından ince kelam tahlilleri ve niyetlerin yargılamaları girer devreye.  Sonra fısıltılar ve üst kademe alıcıların filtre ve tenkidi ve herkes bildiğine inanmaya devam eder. Netice olarak, X şahsı yanlış ve hatta yalan da söylese noter onaylı bir hakikatın suretini karşılık da ödemeden cebine ve gönüllere yerleştiriliyor, hatta neredeyse nass hükmünde algılanıyor, Y şahsı ise—velev ki risalet beratı taşısın--  hakikatten uzak olarak algılanıyor.  Dolayısıyla bu algıda seçicilik patolojik durumlara yol açıp hakikatın kendini değil, şahsın kendini birincil konuma yerleştiriyor ve hatta şahıs hakikat yerine ikame ediliyor.  Daha da ilginç yanı, Rasulün kendisi tebliğinin başlangıç yıllarında bizzat bundan mustaripti.  “Emin” ikinci adı gibiydi, ama emin olduğuna inananlar, onun risaletine ve tevhide yanaşmıyordu... Mikyasları seyyardı, inançları gibi.

II

İsmet Özel’in o mahut “İslami kesime” (=İslamı hayatında referans alan kesim (İHRAK) olarak anlıyorum ben) yatay geçiş ve intibakları da benzer bir durum arzediyor zannımca.  Özel’in ne “ihtidası” ne de “taarruzu” bu anlamda zerre kadar anlamı olmayan şeylerdir. Herodot Cevdet’in bay ve bayan sürümleri ne derse desinler, ne tür feminist (dilim de varmıyor bu tabiri kullanmaya ama) çıkarımlar Özel’inki şahsi tercihten öte değildir ve kendini bağlar, İslamı ve İHRAKı değil..  “El ma’na fi batn-ı şşair” ve kalplerde gizli olanları en iyi Allah bilir, doğrudur.  İnsanlar şahsi birikim ve tecrübeleriyle biraz sezerler.  Hem kelamı ve fiili hem de geçişken kaplar teorisi, etki-tepki unsurları ve buna katalizörlük yapan etkenler elbette var.  Yani  “everybody pleases me, some by coming in some by going out.”  Ne birinci safhadaki halinde cehalet ve kompleksle hareket etmek, onu Ömer İslam saflarına geçti edasıyla göklere çıkarmak, ne de ikincisinde ona hakaret ve onu tahkir etmek doğru değildi, ama ikisi de yapıldı.  Özel’in müridleri de bilir ki hakikat onunla doğmamıştır, onunla da ölmez. Özel’in kontra-müridleri de bilir ki “İki Ömer’den” biri değildi; zannımca Ebu Süfyan da değildir.  Gıffari’ye yakındı tavır olarak ancak.  Bu nedenle kendisi: ‘‘Ben İslami kesim içinde prestijli, ama söylediği hep kulak arkası edilen bir adam oldum.”  Geçtiğimiz yıllarda Yeni Şafak gazetesinde de okurları ile buluşan Özel, Gerçek Hayat’taki vedasının ardından iki ay daha Milli Gazete’de yazmayı sürdürdü. Bir Pazartesi günü kaleme aldığı manifesto gibi bir makaleyle 26 yıldır sürdürdüğü gazete yazarlığı serüvenine nokta koyduğunu duyurdu.  Yolu açık olsun.
Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan ve yazı hayatına atıldığı günden bu güne birçok gazete, dergi ve mecmuada yazan İsmet Özel, 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren geçirdiği fikri dönüşümün ardından İslamcı çevrelerin “kanaat önderleri arasına girdi.”  Bu tarihlerden itibaren şairlik kimliğinin yanına yazarlık serüvenini de ekleyen Özel, pekçok dergide yazdı.  Son olarak haftalık Gerçek Hayat dergisinde “Cuma Mektupları” adıyla makaleler yazan İsmet Özel, özellikle “Türkçülük” konusunu işlediği son yazılarında zaman zaman dergi okurundan tepki aldı. Cuma Mektupları’nı aynı dönemde kitap olarak yayınlayan Özel, derginin 26 Mayıs’ta yayınlanan sayındaki şu cümlelerle vedasını duyurdu: “Yazacak şey bitmemiş olsa bile, artık ortada yazılacak ‘yer’ kalmadı. Benim için daha çok dikkat çekmek suretiyle daha çok yanlış anlaşılmaya tahammül etmenin sınırını artık geçtim.”


Bazen nobranlığa varan dobralığı illa mutlak hakikate işaret etmez, ama kendince hakikat neyse onu haykırması, gerektiğinde ruhi, iktisadi be belki de itikadi maliyetler ödemesi onun belki de şairliğinden de öte takdir-i şayan halidir.  Şu anda sağ sol kamplardan karşılıklı ve devamlı yapılan ideoloji hırsızlığı ve karşı tarafın kozlarını alma taktikleri, dolayısıyla oya ve güce tahvil çabaları, riyakarca, ama zımni iktibaslara Özel itibar etmedi.  Bunu görecek kadar zeki, ama ona boyun eğmeyecek kadar asil tavrı oldu. Üç kuruş ya da üç adam fazlamız olsun diye yapılan hokkabazlık ve “düşman” addettikleri hedeflerinin ancak bir alt matruşkası olabilecek yapıda ve kapasitede olan grupları Özel, önceleri başarısızlığa ve suistimale uğradığını düşündüğü sosyalist akımlardan farklı, onları hala ideallerle donanmış görüyordu.   İslamın sosyal dayanışma mantığı ve maddi manevi paylaşma dinamikleriydi onu çeken.  İten ise daha önce ayrıldığı gruplarda bu mantığın sadece lafının olması, icraatının olmamasıydı. Tekerrür-ü tarihin İsmet Özel hikayesiydi.
Sosyalizm ile İslam arasındaki makul gördüğü geçiş aslında, paralellik arzeden, onu hayal kırıklığına uğratan bir durum arzetmeye başlamıştı geçen yıllar içinde.  Aşiret, kabile, hatta külte dönüşen yapıları kabul edemedi.  Şuuraltında 1930’larda benzer tecrübe yaşayarak bilen bilmeyen her sağdaki insanın ağzında pelesenk olmuş Necip Fazıl’ın yerine konmayı da bekledi. Ama Dergah dergisinde şiire dair görüşlerini yazarken 10 kişiden bile tepki alamamanın verdiği sıkıntı gitgide devamlı yazdığı dergiden sonra gazeteden ayrılmasının ip uçlarını veriyordu.  Hemhal olduğu kitle, sanat-kültür-edebiyattan çok, kendi silahlarına fikri mermi koyacak, kendi anlatamadıklarını anlatacak, solun reflekslerini de iyi bildiği için sistem ve ideolojik solun Aşil topuğunu nokta operasyonu ile vuracak ve bunların maliyetlerini de yüklenecek birisiydi Özel. Teorideki güzellikler pratikteki yapıyla benzeşmiyordu. Sisteme küfredip, sistemin parçası olmak, tevil yaparak inandıklarını yamultup her türlü kılıfa sokmak, kapitalizm, globalizm, güç paylaşım siyasetine dayalı oyunun parçası olmak ona göre değildi.  Sivil itaatsizliği bilen bir insan olarak kendi doğruları kadar konuştu hep.  İyi bir hatip olmadı hiç, iyi şiir okuruydu hep, ama iyi bir türkçe kullanıcısı oldu ve kelamının yazılısı sözlüsünden daha iyiydi.   
Ve Özel’in anarşistliği—iyi anlamda kullandım—bu olanları kaldıramadı. Nitekim 4 Ağustos 2003 te Milli Gazete’de şöyle diyordu:
Bundan sonra gazete yazısı yazmayacağım. Yirmi altı sene önce bir yandan inancıma ortak saydığım kimselere laf anlatmak, diğer yandan geçim derdiyle şoför mahalline bir şekilde oturduğum bu arabayı sürmem için hiçbir ahlâki gerekçe kalmadı artık. Neydi gazete yazısı yazmamdaki ahlâki gerekçe? İslamî siyaset yaklaşımı başını dik tutmak istiyorsa, ona destek olmaktı. Çok önemli ve işlev değeri çok yüksek bir işe giriştiğimi düşündüm. Yıllar ve yıllar boyunca çabalarımı hafife almadım. O kadar ki benden başka bir başka kalemle ikame edilebilecek bir tek satır yazmadım. Devran döndü ve benim niyetlerimle olduğu kadar, benim ciddiyetimle ortamın ahvali arasında herhangi bir irtibat bulunmadığı ortaya çıktı.
Ve ben sırf bundan dolayı bile saygı duymak lazım.  Kalemini, beynini, yüreğini inandıkları yolunda istihdam ettiği, ama satmadığı için. 
Şairliği konusunu ancak tek tek mısralarını ele almak neticesi anlamlı olarak tahlil etmek mümkündür. Ama toptancı ve totaliter kültür bu mantığı henüz kavrayacak düzeyde değil. Her türlü ideoloji ve nerdeyse inancın adeta Marx’ın 19. asır Batısı için dile getirdiği nazariyeleri doğrular mahiyette holdingleşip nakitleştiği, EFT yapıldığı dönemlerde Özel kendini, “Zor Zamanda” yazmanın bilinci ile yazdı.  Valdo’lar dışarda seyrettiler güvenli sığınaklarında.   Bazen de bu zor zamanda yazmanın ayrıcalığını yaşamak içindi, ama o bunu göğüsledi.  Kapitalin, üretim araçlarının, hatta inanç sistemlerinin insanları serileştirme çabasında olduğu dönemde nevi şahsına münhasır olarak yaşadı bu zamana dek, hatası ve sevabı, eksikleri ve fazlasıyla.  Yaptığı nefis muhasebesine devam ederek şöyle diyordu Özel:
Ben ortalıkta dönüp duran işlere, çevrilen dolaplara bulaşmadım. Buna mukabil adı duyulmuş biri haline geldim. Adım elbet gizli kalmayacaktı. Lakin benim hedeflediğim şey adımın yaygınlaşması değildi, varlığımın neyle uğraştığının farkına varılmasıydı. Gazete yazısı yazmaya başladığım günden bugüne aradan yirmi altı yıl üç ay geçti. Sonuç benim açımdan ve benim beklentilerim açısından pek parlak değil. Aslına bakarsanız, sonucun parlaklıktan uzak kalmasını ben istedim. Bidayetten itibaren basın hayatında kendine yer açmak isteyenlerden biri değildim. Eğer nefsanî tatmin söz konusuysa edebiyattaki yerim buna kifayet ediyordu. Üstelik neye emek verdiğimi anlamayan insanların benim adımı ağızlarına almalarından oldum olası büyük bir rahatsızlık duyarım, ilk yazımda dedim ki kitle iletişim araçları vesilesiyle yazı işine giren bir Müslüman’ın vazifesi dikkate değer şeyler yazmak değil yazdıklarıyla dikkatlerin Kur’an-ı Kerîm’de yoğunlaşmasını sağlamaktır.
III
Aslında daha İHRAKın tahlilini yapmadın böyle bir yazı anlamsız olacaktır.  Ve William Blake’ in ifadesiyle “To generalize is to be an idiot.”  Zeki olmasam da en azından bu alıntının muhatabı olmak da iyi olmayacaktır.  İhrakın elbette ki çok farklı kolları var, işin zorluğu da burda.  Müstakil münferid müslümanlar (MMM), tarikat ve cemaat mensubu müslümanlar ve onların alt grupları genel mansıp ve meşrep farklarının yanında iktisadi, kültürel, pedagojik ve coğrafi farklılıkların yanında siyasi eğilimlere göre de farklılık arzeden bir durumdu.  Ve aslında siyasi ve iktisadi güç paylaşımları olduğunda “savaşta hile mübahtır” mantık teviliyle tahtırevallinin yükselen kısmına kendileri oturmak için, muhalifleri oldukları “sistem”le bazen vals bazen lambada, bazen tango yapıp, flamenko seyrettirip hatta oryantal yapmalırıydı mesele.  Özel’in hayal kırıklığı aslında manifestosundan daha önce geliyordu.  28 Şubat sonrası olayların akabinde yazdığı bir yazıda İHRAKın artık belli bir boyuta geldiği ve fakat olanların kendisini yanılttığından dem vurarak duyduğu ıstırabı dile getiriyordu. Onun “işkence altında” söyleyecek şeyleri yoktu vesselam.  Milliyet’teki röportajında ise,
Türkiye’de Cumhuriyet’in neye dönüşeceği sorusu 60’tan sonra sosyalizm olarak cevaplandırıldı. Bu cevap 80’den sonra İslamiyet oldu. Çoğunlukta olan okuryazar insan birinci aşamada, “Sosyalizm gelecek madem, benim payıma ne düşer, ne vermeliyim bunun için? Sosyalizm gelecek madem, ben buradaki yerimi nasıl elde etmeliyim?” düşüncesiyle hareket etti. İşler bu entrikayla yürüdü sosyalist hareket içinde yani.

Ve sonra aynı şey İslamiyet için de söz konusu oldu. Ama bir farkla: “Bu devlet bir İslam devletine dönüşecek madem, o halde benim payıma ne düşüyor, ben ne yaparsam bu işler daha iyi yürür?” sorusunu kimse sormadı kendisine İslami çevrelerde. İslamcılar, sadece “Madem bu devlet İslam devleti haline gelecek, öyleyse ben nereyi kapatayım da, güme gitmemeyim?” düşüncesiyle hareket ettiler. İslamcıların, sosyalistlerden farkı şuydu: Sosyalizm, Batı’nın vicdan azabıdır. İşin içine vicdan girince mesele biraz değişiyor. Şüphesiz ki o zaman bina etme, binaya harç taşıma işi daha acil, daha zaruri bir şey oluyor.

Ama İslamiyet söz konusu olduğunda bir mirasyedilik durumu oluyor. Türk toplumunun kültürel değeri zaten İslamiyettir. O yüzden de İslami siyaset yapan insanlar hazır bir şeyi kullandıkları ve bu yüzden de sosyalistler gibi harç taşımak zorunda olmadıkları için bu hareketi bir yerinden yakalayıp kullanmakla geçirdiler vakitlerini.

Sır olan bir şey değildi bu elbette.  Ama özellikle İran’daki devrim ve 80’li yıllardaki genel eğilim ve siyasi gelişmeler İHRAKa yönelik bir ilgi uyandırdı ve hem sistemin refleksleri hem de yılmadan, usanmadan kendi dede ya da ninesinin de dindar olduğunu, sabahlara kadar “dua” ettiğini, Kur’an okuduğunu, ama (mesela) annesinin Cumhuriyet kadını olduğunu vurgulayarak konuşmalarına başlayan, bu girizgahla karşısındakinin gardını indirdikten sonra, etrafı, seyirci kitlesini ve aptal sandığı muhatabını elini oğuşturarak cerbeze mahpesine sokmayı bekleyen  ve ardından da Türkiyenin İran olmaması gerektiğini söyleyip –ki sonraları buna Cezayir de katıldı—ve kendilerinin de müslüman olduklarını ikrar edip guslün mahiyetinden bihaber,  aslında kamuflaj ve rektifiyeden geçmiş bitpazarı mallarını Shylock edasıyla en yüksek fiyattan pazarlama taktiklerinde oluşan sermaye savaşlarını, ideolojik ya da inanç savaşlarıymış gibi yutturma taktikleriydi.  Türkiyenin insanı belki birkaç safdil hariç  ne tarihte İran’ı istedi ne de şimdi ister. İsteyenin aklından ya da izanından şüphe etmek lazım. Ama sistemin reflekslerine bu ülkede dokunmanın yollarını iyi bilen kesimler, gruplar var.  Sayın Uzanlar da hem milleti soyup hem de “bak devlet paranızı vermiyor” demiyor mu  millete?  Sonra klasik teranelerle “Biz de Allah korkusu var” diye Clint Eastwood bakışlı, bet sesli sayın GP lideri baykuş muhabbeti yapmıyor mu hala?  Bahsettiği o korkunun Amerikan dolarları olduğunu anlamayanlar var mı? (“In God We trust” var ya hani). 
80’li yıllardaki iktisadi ve nisbeten kültürel açılım Ruşen Çakır’ın ilgisini de çekmiş ve   Ayet ve Slogan adlı kitabında gözlemlerini özetleyen belli başlı alan çalışmaları yapmış idi.  Eksikliklerine rağmen iyi bir denemeydi bu kitap lakin, daha sonraları yazdığı basın grubu, mensubu olduğu parti ve medya maymunluğu vs. Nedenlerden kendi yazdıklarını inkar eder şeyler ifade etmeye çalıştı.  Sonrası mez cezir, ebabil ve siccil... Daha sonra Nilüfer Göle ve diğer araştırmacılar devreye girmeye başladı.  The End of Political Islam gibi Lawrence Olivier çevirileri de Batılı olduğu için “otorite”nin sesi olarak duyuldu.  Ama bunlar özellikle “dışardan bakışı” ifade ediyordu.  Bir taraftan “aaa biz neymişiz” edası diğer taraftan ise kendine tutulan aynanın akisleri gibiydi.  İslamı siyasi anlamıyla hazmedenler hem medyaya taşınmamın hazzını yaşadılar hem de garip bir ispiyonlanma hissini.  Ne de olsa bunların bir kısmı solcu diğeri ecnebi idiler.  Fakat artan sermaye  birikimi ve Anadoluya yayılan sermaye hareketleri İstanbul sermayesini de rahatsız etmeye başlamıştı aslında.  Hem üniversiteler hem de sermaye anadoluya yayılırken onunla birlikte gelmesi gereken kültürel altyapı ve sermayenin akılılacağı kültür kanallarından da bigane idi insanlar.  Batı burjuvazisinin tarihsel olarak sanata kültüre yaptığı yatırım yerine önceleri beklettikleri dünyada sahip olamadıkları şeyleri diğer tarafa bırakma yönündeki telafi hissini dünyada tatmin etmenin yolları  ve imkanları çıktı ortaya.  Ehl-i dünya tevehhümleriyle oluşan bu kurgusal yadırgama alanı aslında fena şey de değildi. Mevcut laik bujuvanın alanlarına ancak kenardan sokulmuşlardı, ama para dediğin bu eşitliği sağlardı nasıl sa.  Onlar da diğerlerinin gittiği yerlere gidip, tükettikleri yerlerden ya da onların biraz daha islami görünümlü yerlerden tüketerek toplumsal hayattaki dışlanmışlıklarının, hatta bazen mazlumane yasadıkları zilletin intikamını ya da telafisini yaşamak faslıydı artık.  Paranın rengi ve tesettürü yoktu gerçekten, ayrıca bir şeyleri iyi temsil etmek gerekiyordu, bunun için de onlara yakınlaşmak.  Giyim kuşam, tüketim, sonra dinlenen müzik ve izlenen kanallar, benzer semtlerde onlar gibi yaşamak, “islami” tatil siteleri, hafif getoya çalan yerleşim alanları ve uydu kentler, ona göre marketler...
IV
Solculuğun da elbette farklı unsurları vardı.  12 eylül öncesinde 132 çeşit sosyalizm vardı  Türkiye’de.  Hepsi de biribiriyle kavgalı idi malum.  Belki problem solcuğunun adı dışında pek fazla yerli argümanı olmamasıydı.  Kimisi Leninistti, kimi Maoist, kimi Stalinist kimisi bilimsel sosyalist idiler. Fourier’i bilen hemen hiç yoktu.  Marx’ın çıkış noktaları idrak etmek değil, vardığı sonuçlara biat etmekti sonuç.  Fakat yerli dinamikler ve problemlerin halline eğilmekten çok başka yerlerde sosyalizmin muhatap olduğu propblemlerin benzerlerini Türkiye’de aramak şeklinde gelişti. Ve Sosyalizmin esas temeli olan madde bazlı sınıf çatışması esasını değil, kültürel çatışma temeline oturan bir mantığı oluştu solcuların.  Marx toplumlardaki kapitalizmin getirdiği iktisadi ve psikolojik çatışmaları incelerken bunun tarihi kökenlerine girdi Engels ile.  Esas inceleme sahaları 19. asır kapitalist yapıları idi. Aileyi incelediler, üretim ve dağıtım araçlarının rollerini incelediler daha çok. 
Türk sosyalistleri ise takiyye yaparak hem “din afyondur” tezini Marx’ın tek fikri gibi anlattılar. Meseleye sadece kültürel bir anlamla yaklaştılar.  Aslında bu da Avrupa’da sosyalizmin ergenlik sivilcelerinin Türkiye’ye sirayet etmesiydi.  Hem de ana babalarını hacı hoca olmalarını vurguladılar ki takke altındaki kel çıkamasın açığa.  Dahası bunların çoğu zaten ekonomik sınıf olarak zaten “burjuva” sınıfı ve bazen devlet beslemeli oligarşik unsurlardı.  Gelirleri, eğitim seviyeleri, devlet kanallarıyla ilişkileri iyiydi (hadlerini aşmadıkları sürece).  Tanzimattan itibaren gelişen tepki nüvelerinden biriydi o da.  Fransa ve Fransızca ya çevrilen sosyalist eserlerin etkisi, daha önceki “geri kalmanın arkasındaki temel unsurlar ne? ” tarihi açıdan yani diyakronik olarak değil aktüel yani senkronik mantıkla incelendi.  Halbuki Marx’ın esas çıkış noktası Hegel’in tarih felsefesini tersine çevirmek ya da kendine yontmak şeklinde idi. “Terakki” tezleriyle bir ittihad tarzı ile birleşen bir anlayış. Halka rağmen, halk için ve halkın yararına... İsmet İnönü döneminde CHP ile özdeş ve kutsal oldu.  
Militan ve teorik olarak da ayrışıyorlardı demokratik döneme geçildikten beri. Bir aralar ve hala var olan Kemalist sol ve sol söylemli İslam da cabası.  Ama hepsindeki genel maraz yerli olmamaları, olamamalarıydı.  Zaten çoğu çeviri kitaplardan aktarılan, aktarılırken “Türkiye şartlarına” uydurulan mahiyette kırpılan pasajlar, sansürlenen yaklaşımları vardı.  Baştan sona Marx’ı okuyup anlayan ne Marxist ne de Anti-Marxist olduğunu sanmıyorum Türkiye de.  Hele hele onun hangi dinamiklerden yola çıkarak hangi temellere fikirlerini dayandığı, “ezilmişlik” hissinin arkasına kendi kültürel ve şahsi sıkıntılarını eklemlemesi... Aynı şekilde İslamcılar da hep çeviriye dayılı bir kültürle demokratikleşme sonrası dönemde Mısırdan, Hindistan ve Pakistandan aldılar İslam modellerini.   Çok azı da İran’dan.  Bazen ayetler slogan oldu, bazen de müsekkin oldu derdin nerede yattığını tam çözemeyip, çareyi dertte aramak ekolüne dönüştü bir Arabesk tarzda.  Dinlediler dertlendiler, dertlendi yine dinlediler.  Derdin kuldan mı, Allah’tan mı geldiğine bakmadan, ama insanla olan meseleyi insanla, Allah ile olan meseleyi insanla çözmek yerine, Allah ile olanı kula bırakıp, insanla olan meseleyi Allah’a havale ederek. Genelde biribirlerine çelme atıp seksek oynayarak.
Bazı modellerde İslami geri kalmışlık Müslümanları her gelen ve fakat karşı duramadıkları fikre karşı skala olarak İslamı değil o fikirleri kullanmak şeklinde tezahür etti.   İslami sosyalizm vs. modelleri böyle idi.  Ayrıca teorik altyapı ve dinamikleri sosyalizmden, ama destekleri İslamdan olan bir mantık geliştirildi.  Bunun önceki modeli İslami pozitivizm, sonraki İslami demokrasi, İslami liberalizm ve kapitalizm şeklinde çıktı.  Yakında İslami globalizm olacak.  Fakat temelde bu biyolojik olarak kendi başına yaşayamayan unsurların parazitik yaşama modeline benziyordu. Sosyal Darvinizme yürekten inanmış bir akideyi barındırıyordu.  Ve bu uygulamaların arkasında yatan güya İslamı ayakta tutmak, yaşatmak mantığı idi.  Bir ara da İslami milliyetçilik oldu türevi ve hedefi İslami anti-milliyetçilik idi.  Ve her defasında ancak bir defans psikoloji ve refleksi ve ancak antitetik bir dinamiği oldu.  Her antitez ise ancak tez+1 modelini getirir.  Geliştirilen antitezler tezin çerçevesinden çıkamadı. Dün böyle idi, bugün de farklı değil.  Sonunda İslam da sosyalizm de ancak yanına birşeyler eklenince anlamlanan unsurlar haline geldi.  
Kökü kültürün öz dinamiklerinden çıkmayan hiçbir çarenin çare olacağını sanmıyorum.  Bir de farklı grupları eksiklerini oturup adam gibi konuşarak halletmeleri yerine, açık arama ta ya da “al papazı ver kızı” mantığı ile ne solcular ne islamcıların ve milliyetçi tezlerin yaşaması mümkün değil.   Ondan çevir bundan çevir derken, kıvıra kıvıra yaşamak her kesimde adeta bir huy oldu.  Herkes ve kesim kendi yüzü ile çıkıp, kendi çarelerini ortaya koymalı ve bir konuşmayı, dinlemeyi öğrenmeli.  Tenkidi bir şifa bilip, düşmanlık saymadan, dinli ise diniyle, dinsiz ise dinsizliğiyle çıkmalı ortaya ve her ikisinin de sosyolojik manada tezleri olmalı.  Kökü merkezde, ama dalları dünyaya açık, ama dünyay kompleks duymayan.  Uymak için değil, uydurmak için değil birlikte yaşamak ve anlaşmak temelinde.  Paralının da parasızın da, dinlinin de dinsizin de, cahilin de alimin de yaşama hakları olduğunu bilerek.  Eğmeden bükmeden, eğilmeden bükülmeden.  Apoletsiz, takiyyesiz, silahsız ve herşeyden öte kompleksiz insanlar olarak. 

Siyasal sağ 12 eylül sonrası kendi içinde muhasebesini iyi kötü yaptı.  Sol buna belki yeni yeni geliyor.  Ama kendilerini hem mazlum, hem hakim ve mütehakkim gördükleri için buna yeterince ismetozel-zaman2yaklaşmadılar. Şekil değiştirdiler. Aslında kapitalizm herkesi ezdi geçti.  Onlar da mesela holdinglerle çok  iyiler, Amerika’yı da en  az diğerleri kadar seviyorlar.  Amerika kapılarını açsa bu ülkede kim kalır sorusuna verilecek bir cevap da hem nerede olduğumuz hem de ne denli samimi olduğumuza verilmiş cevap bence.  Cennet bir ülkeyi hem kendimize hem başkalarına cehennem edip “başkalarına” peşkeş çekmekten öte arzumuz, argümanımız, beynimiz, yüreğimiz ve  hedefimiz mi var?  Şikayetler yanlışlıklardan mı, yanlışlıkların sağladığı çıkarlar bize akmadığı için mi diye de bir sormak gerekiyor.  Sahi özel hayatımızla halka açık hayatımız arasında santimler mi,  “miller” mi var?  Firaset mi gözümüzde, gözümüze ve gönlümüze çekilen miller mi?  Tanzimat neslini kınamaya kimin hakkı var,  tanzim satışlar da idealler pazarlanırken? 

0 comments:

Post a Comment