rss
email
twitter
facebook

Monday, November 23, 2009

ATİLLA YAYLA

ATİLLA YAYLA 


Attila Yayla Bey’le tanışmamız 1994 yılına rastlar.  O zamanlar araştırma görevlisi idim. Araştırma kelimesini adeta kutsal bir tarafı vardı beynimde. Eliot’un Çorak Ülkesi gibi bir yerde akademik ahlakın varlığına, bilmenin ve bildiğinin arkasında durmanın gereklerine ve bildiklerini ve öğrenmek istediklerini paylaşmak isteyen bir yaşta dergi çıkarmanın hazzı ve meşakkatlerini yaşıyordum.  Thoreau’nun “Sivil İtaatsizlik” adlı denemesini çevirmiştim.  Ve Yayla okumuştu tercümeyi.  Bir anlamda entellektüel tanışma  vesilemiz olmuştu Thoreau. Sonra Hacettepe Üniversitesinde bir gidişimde şahsen de tanışma imkanımız olmuş ve biraz sohbet etmiştik sağdan soldan.  Sonraki zamanlarda fırsat ve zaman buldukça devam etti bu süreç. İlgimi çeken ilk şey akademi dünyasında sadece titr için hayatını ve şahsiyetini tir tir titreten değer namına ne varsa hepsini eprimeye, hayatındaki tüm ezilmişliklerini, zaaflarını, garipliklerini, o, isminin solundaki ünvanının arkasına gizlemeye çalışan kimi akademisyenlerin aksine Yayla, kendini tanıtırken hiç ünvan filan kullanmadan “Ben, Attila Yayla” diye tanıtmıştı kendini. Kafasında kastlardan ve hiyerarşilerden uzak bir algılama sistemi olduğu açıktı.
Tercümeden bahsederken onun gözlerindeki zeka ve fikir pırıltılarını okumak mümkündü.  Zihnindeki hız nisbetinde hızlı konuşması ilgimi çeken bir başka özellikti.  Konuşurken gene, kimi akademisyenlerin adeti olduğu gibi ünvana sığınan değil kafasında teşekkül ve tekemmül ettiği fikir silsileleri ile konuşmaya meyli vardı.  Konuşmayı belli ki seviyordu.  Aynı şekilde dinlemeyi de.  Dahası konuşurken kendi dediklerini de dinlemeyi biliyordu. Akademik, daha doğrusu entellektüel muhabbetin hazzına varmış, fikirlerini birilerine yaranmak için değil, kendi kafasındaki  “idea” ve ideali buluşturan bir edayla ifade ediyordu.  Ve Yayla için bu muhabbetin özel mekanı yoktu.  Üniversite de olabilirdi, ofis de, kendi evi de, lokanta da, kahvehane de.  Onun için önemli olan bir konuyu entellektüel düzeyde felsefi arkaplanı ile incelemekti.  Bu açıdan Sokrat ile benzeşen yönleri vardı.  Sormayı, sorarken muhatabına dalgıç pompası atmayı, sormak kadar cevap vermeyi de seven ve muhatabı herhangi bir kimse olabilen biri. Kafasında halletmek istediği meseleler ve kazanmak istediği bazı kavgaları vardı; konuşurken bazen kafasını kaldırıp herkesin görmediği bir yerlerden bir kitabı okur, muhatabı ile konuşurken o kitapla da konuşur bir edası.  
Sonraları Ankara’nın bazı semtlerinde beraber yemek  yeyip sohbet ettiğimiz zamanlar oldu. Her defasında gördüğüm, kuruntu ve yapmacıklıktan uzak tavırların insanıydı. Lokantadan çıkarken hesabı ödemede erken davranmaya çalışması da Yayla’nın, çoğu insanın kaçırdığı bu toprağın özünden damlayan bir şeydi. Bir keresinde evinde de ağırlamıştı bizi. Yılların akademisyeni olmasına rağmen hayatında ne ev ne araba namına lüksü olmayan biriydi.
Fikirden korkan, karşı fikirleri olmayan, sloganların lüksü ve kolaycılığına kaçan, Yayla’nın onda biri kapasitesi olmasa da terfi basamaklarını ondan hızla çıkanların gözünde Yayla “saldırgan,” “ukala” tipli bir adam oldu. Bilenlerin gözünde gözüpek bir entellektüeldi, pısırık bir akademisyen değil. Fikirlerinin gücüne inanıp, omurgalı duruşu olan ve gerektiğinde sinmeden maliyetini ödeyebilen, arada bunun iç hesaplaşmısını yapan, ama yine de o maliyeti ödemekten çekinemeyen bir insan. Güce değil, fikre saygısı olan bir entellektüel.  Kalıbına sığmayan, kendine biçilen kalıpları kıran bir insan.  Misafirine çay ve pasta ikram etmeyi kendi kültürünün bir gereği görecek tevazu içinde davranan, ama tevazuyu üçkağıt tiyatrosuna döndürmeyen bir adam ve adam gibi bir adam.
“Adam olmak”  deyimi dilimizin en veciz ve kapsamlı ifadelerinden birisi olup, cinsiyet farkına bakılmaksızın “insan olmayı” “cevher (essence) sahibi olmayı, bir şeyleri yapmaya muktedir olmayı, terbiye ve tevazuyu, “evdeki dana”nın tedricen ve nisbeten “öküz” olma yoluna girdiği ve bunun da dananın bizzat yakınları veya ebeveyni tarafından –istemeyerek de olsa-kabul gördüğü vs gibi manaları bağrında barındırır.
            İngilizcedeki “to be somebody” ifadesi ise insanın kendini yaptığı, başardığı bir iş ya da meşgalenin üstesinden geldiği, kazandığı ya da becerdikleri çoğu zaman mayeryal anlamda ki değerlerle kendine anlam yüklediği veya kendisine anlam yüklendiği manasındadır. “To have” ve “to do” filllerinin metaforik yansımasıdır.
Adam olmak daha çok sosyal ve ailevi ve ruhi tekamülü, “to be somebody” ise ferdi zafer muvaffakiyet veya sahiplenmeleri ifade eder.  Bu cümleden olarak, Anglo-Amerikan kültürünün insanının “olması” (to be) genelde yapması veya sahipliğiyle (to do ve to have) sosyal-semiyotik izahını bulur. 
Türk toplumunda “to be” ise yine genelde ya “not to be” ya “refuse to be” “to obey” “to subsist “to deny the self” “to submerge within the whole” “ veya to exist to suffer ve to put up with suffering to test the self” ve to get rid of the self ve “to subsist in realation to others” şeklinde ifade edilebilecek bir dünya nazariyesi geliştirmiştir.  Bunun sonucu olacak dünya hem ve sadece zindan ve hem de mescid ve hem içerde hem dışarda tecrübi olarak varlığını sürdüren bir Yusufiye medresesidir. Gerçi Emily Dickinson gibi kimi yazar ve şairler “I am nobody /Are you nobody, too /Then, there is a pair of us, /Don’t tell anybody!” istisnai ve çoğu Amerikalınn anlamakta güçlük çekeceği, yadırgayacağı hatta aptalca bulacağı türden biraz gramer cambazlığı biraz anlam cazibesi olan ifadeler  kullanmışlarsa da, “I am somebody” ibaresi Amerikan toplumunun kavli bayrağıdır. Bu da çoğu zaman materyal varlık vasıtasıyla kendini başkalarına kabul ettirme ilgili olup, kişinin kendi olarak ve kendi başına var olmasının ancak güçlü olanın yaşamasını mümkün kılan ekonomik ve soyal şartlarda o “toplum” denen, kuru heybeti, kalabalığı, gürültüsünden başka pek de bir şey ifade etmese de ferdi kendine benzetmekteki maharetiyle malul ve mahut olan heyulanın değer atfettiği unsurlarla yani finansal ve materyal güç ve gösteri kabiliyeti ve mavevrası kabilinden kazanımlar yoluyla kendine yer açabilmesi demektir kulaçlarıyla.  İşin ilginç yanı somebody olmanın mahiyet ve derecesi ne olursa olsun bu mantık yapısında da insanlar kazanımlarını kendi öz varlıkları ve onun fitri temayülleri değil o “başkalarının” ehemmiyet verdiği kriterlere endekslenmiş değerler ve popülarite ile özdeş haldedir. 
Ama sevenlerinin de sevmeyenlerinin de inkar değil ancak ikrar edeceği bir şey var ki Yayla hep mert ve dürüst, düşündüğü gibi inanan, inandığı gibi yaşayan ve konuşan bir insan oldu.  Onu hiç sevmeyenlerin bile bu özelliği gizliden gizliye hayranlıkla gözlemlediklerini ifade etmek “yiğidin hakkını” yiyenlere rağmen bile teslim edilen bir tutumdur. Aydın Bey’den aldığı ilhamlar ve Liberalizmi şahsındaki cevherle birleştiren bir entellektüel misyoner edasıyla beni de davet ettiği tartışmaları hatırlıyorum.  Yayla bir seküler mürşit gibi gördüğü Hayek ve liberal düşünce namına devlete, topluma ve dine dair ne varsa tartışılsın istiyordu; bunun akademi dünyasında, üniversite kürsüsünde yapılamayağına dair bir tecrübi kanaate sahipti.  Ona göre, zaten fikir üreten azdı.  Bunu becerenlerin yanında ifade edenler daha da azdı.  Düşündüklerini paylaşırken, insanlarda olabilecek endişe ve korkuların anlamsızlığını vurgulayan tavırları ve hatta potansiyel endişelere meydan okuyan ve gözlüğünün arkasından çakmak çakmak parlayan gözleriyle ve tiz ses tonuyla anlatmaya çalışıyordu. 
Daha sonra Liberal Düşünce Topluluğu bünyesinde bu tür toplantıları artan bir heyecanla, daha çeşitli, daha büyük topluluklara ulaştırma çalıştığını ve daha Hayekçe bir çerçeveye oturduğunu gözlemledim yıllar içinde.  Hem kürsüsünde, hem LDT bünyesinde hem de partiler ve STÖleri nezdinde Yayla’nın konuşmaları aynı hız ve heyecan ve kıvırtmadan, kaygı gütmeden ifade etti. Kimi STÖ ve kimi STÖ görünümlü kuruluşlar ve partiler dönem dönem Yayla’nın kalemiyle gerdeğe girme hazzını ve tehlikesizliğini yaşadılar. Aslında ne liberalizm ne de demokrasi bu tür kuruluşların umurlarında değildi, ama istepne olarak fena da değildi.  Attila Yayla’da ise aynı heyecan var oldu hep, gitgide beyazlaşan saçlarıyla ve devrimci edasıyla liberalizmi anlatmak, anlattırmak iştiyakı ve ülkesini, kültürünü  sevdiği iddiası olan nice kişi ve kurumdan fazla ülkesini severek yaptı yaptıklarını.
Projesinde eksik kalan kısım olarak gördüğü bir şey teorilerin yabancı kaynaklı olması idi.  Onları yerli örneklerle mahallileştirmek de ve daha geniş kitlelerce kabulünü sağlamak da istiyordu. Osmanlı Devletinin son dönemlerinden Cumhuriyet dönemine kadar bir tayf içinde liberalizme dayanak olabilecek, fikirleri ve kişileri de kafasında tarıyordu. Çözmek istediği konu, tartışmasız olarak en iyi gördüğü liberalizmin görünümüne sahip olan Cem Boyner’in ve Besim Tibuk’un “partilerinin” neden başarısız olduğu idi. Bunun nedenlerinden biri ona göre, liberalizmin yerli kaynaklarının azlığı ya da yokluğu idi. Bazen de kendini “eşeğin kulağına Yasin” okuyormuş konumunda görüyordu.  Olanların gündeme gelmesi gerekiyordu.  Zaten o, şiire ilgisi ve kabiliyeti olmamasına rağmen, dinlemeyi nezaketen reddetmeyen, içinden geldiği kültürün kodlarındaki bozulmayı istemeyen, bağlamayı ve türküleri seven, bir köy düğünündeki eda ile becerebildiği kadarıyla halay çekme ve yerli müzik eşliğinde ve ona katılarak kalkıp uluorta oynamayı da hem bu işin bir yansıması hem de içindeki özün bir uzantısı görüyordu. Kafasındaki, ülkesinin kültürüne dair sevgi, onun özündeki değerlerine saygı, devlet problematiği ekseninde ve devletin gücünü haksız ve adaletsiz şekilde akademi ve siyaset dünyasında kullananlara dair hınç ekseninde çatallaşıyor ve bu konularda demokratik tavrını ortaya koymak suretiyle katkıda bulunmak istiyordu hep. Devrimci misyoner tavrı, kıvrak zekası, “bu insanlar daha burada mı” diye sorgularcasına bakan seçkinci tavrı, ve kendi içinde Anadolunun güzelliklerini en iyi şekilde barındıran bazılarını kırmaya çalışan, tahrik ederek düşündürmek isteyen.  Benliği ve karakteri sonuna kadar tekemmül etmiş, ama bencil olmayan bir tavırdı bu hep.  Entellektüel düzeyde olması kaydı ile Yayla ile o çok sevdiği liberalizmi ve Hayek’i de tenkit etmek onda size karşı husumet neden olmadı  ve olmaz da.
            Akademisyen kelimesinin ötesi bir adam Yayla. Bu akademisyen lafı esasen bilim ile bilimadamı, bilimadamı ile de halk denilen -ne olduğunu herkesin kendince tanımladığı- unsurlar arasındaki uçurumu hem etimoloji hemde menşei ile belgeleyen bir laf olduğu için ben bilimadamı  veya  ilimadamı ifadelerini kullanacağım.. Çünkü bu akademisyen lafı aynı şoför yerine kaptanı kullanan ve bunu bi üst kültürün unsurlarından sayan mantıkta olduğu gibi kem kullanana bir efsun gibi gelebiliyor hem de kendisi için kullananı ayrı mecralara ve haketmediği zirvelere taşıyor. 
       Adam kayırma, adamsendeci mantık yerine kuruma ve ülkeye yararı dokunabilecek, kendini geliştirmiş, hakkını almayı ve hakkı teslim etmeyi bilen insanlardan oluşan bir akademik ve idari kadro hakim midir?  Güzel olan da bu yani olan bitenin hiçbir cebre ve menfaate dayalı olmadan tartışılabilmesidir.  VE akademi dünyası siyasetin ve toplumsal olayları hem aydınlatıcısı hem de açıklayıcısır, onların maşası veya emireri veya mikrofonu veya kuklası değil.  (Aksaklarını başka bir yazıda ortaya koymak lazım, geçiyorum.) Burdan yola çıkarak ülkemizde üniversiteden bahsedince aynı şeyi kastetmiş olmuyorsunuz.  İlimadamı kavramı da işte böyle relativite teorisinin en ince iplerinde oynayan bir cambazlık gibi.  Hem elindeki denge cereğini siyasetle sağa sola eğen hem de menfaatle (yani bilimsel anlamıyla gravite) bir yukarı bir aşağı hamle yapan biri çoğu zaman. 
        Bilim dünyasından arasıra bilimadamı çıkar memlekette: menfaati, yalakalığı, koltuk sevdasını değil liyakati, ilmi ve zihni üretimi, nalına mıhına hakikati esas alan.  Onun amacı zihniyle hem zaman ve mekanda seyahat edebilmektir.  Birkaç dil bilir, alanını da bilir.  Hakikat haricinde hiçbirşeye boyun eğmez.  Hakikat huzurunda munis bir bülbül, zulmet ve riyakarlık karşısında yalçın bir kaya, çoğu zaman yalnız uçan bir kartal.  Yarasalar ve akbabaların ne semtine ne dergahına uğramaz. Hürdür, hürriyeti hakikata ve vicdanına otomatik ve tereddütsüz endekslidir ve O'na esareti hürriyetinin daimi menşeidir.  Hırçın da olabilir yalçın olduğu kadar, metaneti zulme ve zulmete karşı tekebbüründe ve hakikat ve ilme olan tevazuunda, talebesine ram olmasında, her inkisarı hayalden sonra bir yeni ümide at koşturmasında.  Alanında hem ülke içi hem ülke dışı meslekdaşlarıyla yarışabilmesinde.  Verilecek rüşvet kabilindeki akademik veya idari ünvanlar için değil de vicdanı ve ilim mantığı doğrultusunda hareket etmesinde. 
            Yıllar Türk Milletinin demokrasiyi hem isteyip hem de onu haketmek yönünde gerekli adımlar atmadığını ispatlayan düzeneğin bir mütemmim cüzü olarak karşıma çıkmıştır.  Evet biz ne demokrasiyi ne de ondan daha yüce bir sistem olan meritokrasiyi hayata geçirmek yönünde adımlar atamıyoruz; tabiatıyla  demokrasi eksikliğinden kaynaklanan ıstırablarla Sisifus misali atılan her adım yalama olmuş vida üzerindeki bir civata gibi daha hedefe kilitlenmeden tekrar başlangıç kademesine dönüş yapıveriyor. 
Demokrasiyi yaşayamıyoruz çünkü hakikatı, adaleti, liyakatı, şecaati ve dahi bunlara sahip olunca da maliyetlerini göze alacak medeni cesaretimiz yoktur.  Sonra bedevi kurnazlıkları alıyor yerini hem zalim hem de mazlum cihetlerinde.  Medeniyetten bedeviyyete dönüştür irtica ve Sani-i Kainatın en büyük Sanatı onu ayakları altına almıştır kutlu vedaından evvel çünkü o cahiliyyedir.
Hakikatı, nezakete, menfaate, nefasete, gayr-i meşruiyete ve meşru olmayan ve olmak da istemeyen kudrete, derin kanunlar kütlesine ve ne idüğü belirsiz bir “çoğunluk” veya azınlık mazlumluğuna bina edilen mikyaslara; adaleti, insanlar üstü ve insanlardan bağımsız bir vicdani ve meşru zemine değil de, kerameti kendinden menkul kişilere ve onların tahakküm eksenli iradelerine; liyakatı, kendimize benzeğini sandığımız ve fakat bizi kendilerine benzetmekten öte sevdaları olmayan, daha hayalleri bile hüsrandan ve esaret halkasından kopmayan dolayısıyla kah Doğu adına kah Batı adına ortaya atılmış hemen hiç cevheri (essential) manada tahkik etmeden  taklid etmeyi hayatlarının yegane gayesi edinen ruhi pusulasını kaybetmiş, bir koltuk, bir yazlık, bir arabaya veya bir iltifata esir olacak kadar liyakatten uzak, hafızaları beşer olmalarından değil de menfaate endeksli olduğundan şaşan,  kapasiteleri ihtiraslarının yüzde biri olamayan, aradaki uçurumu desise ve Bizans ve Yesrib hileleriyle kapatmaya çalışan, her hakikat aşığını “ahmak,” “anormal,” “sivri,” “aykırı,” “sapkın” veya kendilerine müstakbel rakip addeden kurnaz, şaklaban, oynar başlıklı süfliyet abidelerine;  şecaati, şecaat sahiplerini yaşarken ayıplama, kötüleme malzemesi yapıp zindana ya da kabire mahkum olduktan sonra alkış malzemesi ve kendi söyleyemediklerimiz veya yapamadıklarımızı, maliyetlerine maruz kalmadan söyleyen mikrofon veya hoparlör yapan kahraman alkışlamayı “kahraman” olmaya tercih edenlere; medeniyeti bedevi ve cahiliyye ehline teslim etttik. 

Demokrasinin—geçerli olmasa da—genelde tarifi “halkın, halk için, halk tarafından yönetimi”dir.  Ve demokrasilerde temel şart, yönetimin seçimle iktidara gelmesidir.  Bu, ilk bakışta cazibesiyle insanı meczup eden tarifin, hem teorik hem de pratikte pek çok bölüneni ve muhalif kolları vardır.  Öncelikle liberal demokrasi, sosyal demokrasiden politik ve ekonomik olarak farklı alt yapılara dayanmakta olup, dolayısıyla toplumu faklı yönlere tevcih etme eğilimindedirler.  Dahası, her ikisi de doğrudan ve temsili demokrasi bölünenleriyle ayrı ayrı gruplaşmaya gitmektedirler. Birinde doğrudan, diğerinde dolaylı olan katılım şekli kuvveden fiile geçiş aşamasında da demokrasi kelimesinin kökleri olan “demos (=halk)” ve “kratos (=yönetim)” un yansıttığı kitle ve nüfuz alanı olarak başka değişkenler kumkumasını ortaya koymaktadır. Yani baz alınan halk kesimi ve yönetimin uygulanışı.
Bu konuda sık yapılan hatalardan biri, çoğu zaman demokrasiden bahsederken cumhuriyetin, cumhuriyetten bahsederken demokrasinin kastedilmesidir. Cumhuriyet “iktidarın, yetkisini toplumun verdiği vekalete dayanarak kullandığı siyasal örgütlenme biçimidir” bu anlamıyla cumhuriyet, monarşinin karşıtı olmakla birlikte demokrasi anlamını da ifade etmeyebilir.  Mesela, oy hakkının ve geniş anlamda halkın idareye katılımının olmadığı cumhuriyetlerde durum böyledir.  Hele hele Rousseau’nun Toplumsal Mutabakat’taki “yönetim biçimi ne olursa olsun, yasalarla yönetilen her devlet cumhuriyettir” ifadesini hatırlayacak olursak, demokrasi=cumhuriyet olamayacağı aşikardır.  Meseleyi içinden çıkılmaz hale getiren bir diğer husus, cumhuriyet kelimesinin ideolojik kökeni  farklı olan diğer idari yapılanma şekilleriyle terkip halinde kullanılıyor olmasıdır.  Mesela, (eski) Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Iran Islam Cuumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti vs.
Eski Sovyetler hem sosyalist hem de cumhuriyetti güya.  Yani farklı yönlere hamle yapan, fakat aynı koşum takımına mahkum edilmiş bir çift kısrak...  Aynı zamanda Politbüronun 1973’te yaptığı bir beyanda Sovyetlerin dünya yüzeyindeki tek gerçek demokrasi olduğu ifade ediliyordu.  Çin’de benzer bir keşmekeş yaşanırken, bir taraftan devlet yönetimi kapitalizmle uzatmalı flörtünü surdüregelmiştir.  Iran’daki durum ise ne gerçek Islam ile ne de cumhuriyet ve demokrasi ile uyumu sözkonusu olmayan bir tepki tornasından peyda etmiş, her üç hammaddeyi kullanıyor görünen, fakat potasında eritemeyen, mamulleri defolu bir seri üretim hattı gibidir.  Kendilerine bu tür sözümona cumhuriyetleri örnek alan ahmaklar hala varsa, yağmur birikintisine olta attıklarının farkına varsalar iyi olur!
Adları cumhuriyetle veya demokrasi ile anılmasa da “demokratik” yapılanması olan bazı ülkeler vardır ki kendi halklarının haklarını gözetmekte genelde iyi puanlarla taltif edilegelmiştir kendi klüp üyeleri tarafından.  Mesela Ingiltere ve Hollanda resmi olarak meşruti krallıklardır, ama demokratiktirler.  Amerika cumhuriyettir, ama demokratiktir en azında bir zaman öyle oldu.  Bu ülkelerin demokrasisi öte yandan, kendi—beyaz, zengin—halkları için mevcuttur.  Uluslarası platformda mutlak anlamda demokrasi—ki insan hakları ve hukuk cerçevesinde vuku bulması gerekir—bu ülkelerde de yoktur. Kendi halklarının hukukunu gözetmeleri bakımından en azından Türkiye’den daha demokratiktirler.  ABD’de oy kullanma oranı ortalama yüzde 45 civarındadır.  Yani orada zorla demokrasi yoktur.  Oy kullanmak kadar oy kullanmama hakkı ve hürriyeti de geçerli bir demokrasi tezidir Amerika’da.  
Demokrasinin kavramsal ve kuramsal ihtilafına gelince,  şurası bilineki demokrasi insanın icad ettiği en iyi rejimdir.  Fakat “vicdan”ın üst sınır olmadığı hiçbir yer ve zamanda demokrasiden söz edilemez.  Nitekim ne teorik ne de pratikte, Eski Yunan’da olsun günümüz devletlerinde olsun mutlak anlamda her şart ve durumda geçerli bir demokrasi hiçbir zaman olmamıştır. Demokrasinin yatağı eski Yunan ise, politika ve çıkar ile cimaından olan gayr-i meşru çocuğunun beşiği de bugün Amerika ve bazı  batı Avrupa ülkeleridir.  Eski Yunan’da halkı yetişkin erkekler temsil ediyordu.  Yunan sitelerinde yaşayan yerli olmayan erkekler ve kadınlar, Yunanlı kadınlar ve dahi çocukların iraptan mahalli yoktu.  Meraklılar Aeschylus’ın Oresteia adlı trilojisini okuyabilirler.  ABD ve Bazı Batı ülkelerinde—temelleri kan ve sömürü üzerine kurulmuş olsa da—demokratik bağlamda imrenilecek hususlar elbetteki mevcuttur, fakat buralarda da halk hem medya ve kapital, hem de devletlerin iç-dış çıkar ve denge hesapları yüzünden “demos”u mutlak anlam da “kratos”a yansıtmaktan mahrumdur.
Demokrasiyi çoğunluğun tahakkümü olarak algılamak yanlıştır.  Bu anlamda, kasdedilen sadece “poliyarşi”dir.  Bizce demokrasi “vicdan,” yasal anlamda “hukuk” ve “insan hakları”na dayalı olan, hem insanlar hem devletler arası platformda en üstün kurum olarak algılanan, ekonomik sosyal ve statü  farkı gözetilmeden, ikili üçlü standartlara boyun eğmeyen şark kurnazlığı ve garp ihtiras ve açgözlülüğü gözetilmeden uygulanan, adil bir seçimle halkın tamamının temsil hakkına sahip olduğu ve bilinçli insanların oylarını gerçek anlamda teftişe tabi tutmasını mümkün kılan rejimin adıdır.  Ve demokrasi insanların silah, kurşun ve dişlerini sıkmadan “adam” gibi konuşabildiği, devletin millet için var olduğu, hem ferdin ferde, hem ferdin devlete karşı hukuki eşitliğini öngören, ne biri 99’a ne 99’u bire tercih etme hakkını kendinde görmeyen, bununla uyumlu bir ekonomik ve politik altyapıyı oluşturmuş idare şeklidir.
O halde demokrasi (1) alternatif fikirlerin ve muhalif uygulamaların varlığına hukuk çerçevesinde müsaade eder. (2) Demokrasi faziletli, şuurlu ve vicdanlı insanların ekseriyette olduğu toplumlar, insanlar ister.  Aksi halde, sayısal azınlık için bir kıyım makinası olur. (3) İyileri iktidarı getirmek kadar, kötüleri alaşağı etmeyi de mümkün kılar. (4)  Sermaye-emek vb. ayırımlar yapmadan hukuki eşitliği esas alır.  “Genel faydayı maksimize etmek” maksadına yönelik olsa bile bu kuralı aşamaz, hacıyatmazlık yapamaz. Kapitalin ya da kapital ve güç hırsının sonu plutokrasi ya da kleptokrasidir, demokrasi değil. (5) Profesyonel siyasetçi ve halk ayrımı yapamaz. (6)  Seçimle iş başına gelen kim olursa olsun, onu yasal ve hukuki olarak tanır, yöneten kadar yönetilenin de hukukunu gözetir. (7) Iktidar sahiplerinin liyakatini esas alır ki bu anlamda “meritokrasi” ile örtüşür. (8) Oy veren ve oyuna sahip çıkabilen insanlar ister.
Ve sonuç: hamasetle hamakat arasında bocalayan, boşa harcanan zamanı simgesi sarkaç. İradesi olmayanların, idaresi olmaz. Hukuki hiyerarşinin olmadığı yerde anarşinin—yani sivil itaatsizliğin, terörün değil—vukuu mukadder ve mübarektir. Ve “haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” toplumun düsturu olmadıkça, gerek sarmısakçı gerek soğancı takiyyeci, zekadan yoksun kapıkulu geleneğinin uzantısı kurnaz şaklabanların kuracağı yönetimin adı da HİPOKRASİ’dir.  Hipokritlerin mebzul olduğu yere de böylesi yaraşır! Bu malzemeyle demokrasi değil, olsa Mem(e)okrasi olur.  Zaten onun için toplum olarak hep iyiyi aramak yerine, ehven-i şerle iktifa etmek zorunda kalmıyor muyuz?  Ve ondan değilmi ki ventrilokrasinin şanlı evlatları her zaman kazanıyor?
            İşte Attila Yayla hiçbir zaman bir ventrilog olmadı.  Karnından konuşmadı.  Onu anlamadan mahkum edenler, onu anlamak lüksünden uzak durmaya devam ederlerse bilmeleri lazım ki.  Zindan’a bile ancak bedenleri koyarsınız, fikirler her duvarı aşar, Thoreau’nun dediği gibi. 
VE Sokrat'ta mahkum edilmişti.  Kendini mahkum edenlere bırakmadan, haklı olduğunun verdiği vakarla zehri bizzat içerek hayatına son verdi.  Zindandan kaçması mümkünken, haysiyetle ölmeyi tercih etti; o gülüyordu ölürken..  Ölmeden önceki son sözleri de bir arkadaşına olan horoz borcunun arkadaşları ve talebeleri tarafından ödenmesiyle alakalıydı.  Öbür tarafta "borçlu olmak"   istemiyorum diyordu.  Sokrat'ın haksız mahkumiyetine  sebeb olan tiranlar ve yardakçılarını, savcıyı ve hakimi bugün hiçkimse bilmez, ama Sokrat hala hayatta bugün.  Hallac Onun müslüman kardeşidir.  Nesimi her ikisinin kardeşi.  Galileo da öyle. 
Attila Yayla! Her konuda fikirlerimiz çakışmayabilir, gereği de yok.  Ama bilmen gereken birşey var ki seni seviyor, sana saygı duyuyor ve senin gibi entellektüellerin çoğalmasını çok ama çok istiyorum.  Kendine iyi bak!
  

0 comments:

Post a Comment