rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Türkiye'de Demoktasi Niçin Olmaz?

Türkiye ve Demokrasi    
I. Sarkaç ve Bumerang
Ömrümün geçen her yılı, beni aslında en azından ecdad nezdinde  canımdan aziz bildiğim,  Türk Milletinin demokrasiyi hem isteyip hem de onu haketmek yönünde gerekli adımlar atmadığını ispatlayan düzeneğin bir mütemmim cüzü olarak karşıma çıkmıştır.  Evet biz ne demokrasiyi ne de ondan daha yüce bir sistem olan meritokrasiyi hayata geçirmek yönünde adımlar atamıyoruz; tabiatıyla  demokrasi eksikliğinden kaynaklanan ıstırablarla Sisifus misali atılan her adım yalama olmuş vida üzerindeki bir civata gibi daha hedefe kilitlenmeden tekrar başlangıç kademesine dönüş yapıveriyor.  “Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz” kaidesi, “İçimizdeki ahmakların yüzünden bizi helak eder misin, Allah’ım?” hükmüyle kafamda bir anafora sebeb oluyor, o anaforu havsalam kavrıyor ve sonra ani irtifa kaybı gibi bir hisle oluşan vakum içinde beyin hücrelerim savruluyor önce ve tamamen içine çekiyor beni ve sanırım çoğumuzu. 
Demokrasiyi yaşayamıyoruz çünkü hakikatı, adaleti, liyakatı, şecaati ve dahi bunlara sahip olunca da maliyetlerini göze alacak medeni cesaretimiz yoktur.  Sonra bedevi kurnazlıkları alıyor yerini hem zalim hem de mazlum cihetlerinde.  Medeniyetten bedeviyyete dönüştür irtica ve Sani-i Kainatın en büyük Sanatı onu ayakları altına almıştır kutlu vedaından evvel çünkü o cahiliyyedir. Ve Cahiliyye putların dönemidir... Netice olarak,  Medine Yesribe tegallüb ediyor ve Cahiliyye değerleri de Medineyi kuşatmaya başlıyor bazan hiç de fıtri olmayan, tabii addedilen değerler kumkuması adına.  Tabii olanın (natural) ise her zaman fıtri olası iktiza etmez.  Fıtrat ise hilkatinin hakikatına vakıf olmaktır... O fıtrat Sani-i Kainata teslimiyetin aslında en büyük hürriyet olduğunun şuurundadır. O fıtrat aşktır, aşk kainatı kuşatan sarmaşık ve ışıktır, huzmeleriyle zulmeti ve ve küfrü ve zalimle kafiri dahi saran... Zalim de farkındadır ışığın kafir de lakin arkasını dönmüştür ona ve gölgesini hayatına rehber edinmiştir, onu takip eder... Fecr-i sadık ancak sıddiklerin üstüne doğar ve sadakatin hedefi O’dur.  Kezzab ise fecr-i kazibin geçici aşüfte nazarıyla meftun olur.  Hobilerin ve fobilerin putlaştığı mekan bedevi ikametgahıdır.   
Hakikatı, nezakete, menfaate, nefasete, gayr-i meşruiyete ve meşru olmayan ve olmak da istemeyen kudrete, derin kanunlar kütlesine ve ne idüğü belirsiz bir “çoğunluk” mikyasına; adaleti, insanlar üstü ve insanlardan bağımsız bir vicdani ve meşru zemine değil de, kerameti kendinden menkul kişilere ve onların tahakküm eksenli iradelerine; liyakatı, kendimize benzeğini sandığımız ve fakat bizi kendilerine benzetmekten öte sevdaları olmayan, daha hayalleri bile hüsrandan ve esaret halkasından kopmayan dolayısıyla kah Doğu adına kah Batı adına ortaya atılmış hemen hiç cevheri (essential) manada tahkik etmeden  taklid etmeyi hayatlarının yegane gayesi edinen ruhi pusulasını kaybetmiş, bir koltuk, bir yazlık, bir arabaya veya bir iltifata esir olacak kadar liyakatten uzak, hafızaları beşer olmalarından değil de menfaate endeksli olduğundan şaşan,  kapasiteleri ihtiraslarının yüzde biri olamayan, aradaki uçurumu desise ve Bizans ve Yesrib hileleriyle kapatmaya çalışan, her hakikat aşığını “ahmak,” “anormal,” “sivri,” “aykırı,” “sapkın” veya kendilerine müstakbel rakip addeden kurnaz, şaklaban, oynar başlıklı süfliyet abidelerine;  şecaati, şecaat sahiplerini yaşarken ayıplama, kötüleme malzemesi yapıp zindana ya da kabire mahkum olduktan sonra alkış malzemesi ve kendi söyleyemediklerimiz veya yapamadıklarımızı, maliyetlerine maruz kalmadan söyleyen mikrofon veya hoparlör yapan kahraman alkışlamayı “kahraman” olmaya tercih edenlere; medeniyeti bedevi ve cahiliyye ehline teslim etttik.  Çünkü Allah korkusunu içimizden kaldırdılar ve yerine de kanun korkusu  ve hukukun yüceğini-hiç değilse insani muamelatı tanzim ve tertip etme babında- koyamadılar. Aradaki boşluğu gene fıtrat değil “tabiat” doldurdu.  Bir garip sarkaç olduk beşerlik ve insanlık  arasında bocalayan... Kaçamak  muarızların attığı her hamlede Hamlet’in tereddüt ve intikam hissi ve bumerang gibi kendine dönen bir fikirsizlik hamulesi. Peki Niçin?   

II. Cebirlugat

Lewis Carroll’in  Through the Looking Glass isimli eserinde şöyle bir konuşma geçer:
““şerefle” neyi kasdettiğini  bilmiyorum,” dedi Alice.
Humpty Dumpty küçümseyen bir bakış fırlattı. “Elbette bilmezsin—
Taki ben sana söyleyene kadar.  Ben bir kelimeyi kullandığım zaman, ben onunla neyi kasdetmeyi tercih ediyorsam aynen o anlama gelir—ne az ne de çok.” 
Meselenin özündeki hadiseye bakacak olursak, ülkemizin sorunu en başta hem kendi dilimizdeki hem de başka dillerden dilimize giren anahtar kelimelerdeki toplumsal mutabakata dayalı bir mana bütünlüğü olmamasıdır: demokrasi, devlet, laiklik, hürriyet, serbestlik, itaat, esaret, hukuk, adalet vs. gibi.  İster asimile edilerek, isterse tercüme yoluyla girsin kelimelerde onların kapsadığı mefhumlar, o kelime kimin vasıtasıyla ve kimin iradesi doğrultusunda olmasını istediyse, o şekilde mana geliştirilmiş dolayısıyla, dilin içinde ayrı diller oluşturulmuş ve her dil bir tahakküm aracı olarak diğerlerinin ya sırtına basarak ya da ona kendince manalar yükleyerek ya da onu tamamen yok sayarak veya yok ederek sadece kendi varlığını mütehakkim ve mütegallib kılma sevdasına kapılmıştır.  Bu diller bazen siyasetin kucağında, bazen siyasetin tacında, bazen belli kesimlerin sultası altında yer almış; mutabakata, müsamahaya, teatiye ve hatta müteradif unsurlarına bile tahammülü olmayan, kısmi ve dahi münferid mutabakatını bile milli ve hatta evrensel olma iddiasıyla ortaya koymakta ve kendine has bir referans ve tahakküm alanı oluşturarak, kısmi farklılıkları da kendine özgü sözlüğüyle yaftalayan, onu kendi dilinin dışına, dolayısıyla “toplum”un ve hatta devletin dışına veya  zindanına, kimi grupların insafına ve psikolojik, ekonomik ve siyasi  muhasarasına mahkum etmektedir.  Yani bir tür –benim icadım bir kelimeyle-“dictationary” yani cebirlugat (to dictate ve dictionary den mülhem) teşkil etmektedir.  Ve o, kendisinden başka hiçbir dile hayat hakkı tanıma niyetinde değildir. 

İşin bir ilginç tarafı da cebirlugatin dışladığı diğer diller arasında da dışlanmanın getirdiği bir başka halet-i ruhiyeyle aynı cidali görmek mümkündür; bazen cebirlugatten istifade bazen onu altetme adına... Ve her dil matruşka bebekleri gibi kendinden aşağı, küçük ve güçsüz gördüğünü, onu kapatmak ve altetmek suretiyle hem beyan hem de temeyyüz etmektedir. Halbuki bize ifade buyrulan şey farklı kılınmamızın özündeki hadisenin biririmizin arifi ve marufu olmamızdı; hasım ve rakip olmak değil. O öyle kılmıştı bizi...
Az veya çok farklılığı kötülüğe veya fesada veya fitneye veya kişisel ve toplumsal komplekslere kurban etmeden tahlil ve tahkik etmek, aslında kendinizi de daha iyi tarif edebilmek manasına gelir ki burada tecahül-ü arifane de tearüf-ü cahilane de aynı derece de uzak durmamız gereken mefhumlardır. Ve fakat herşeyin zıddıyla kaim olmasından ve herkesin aynı olmasından illa da ilham veren bir senfoni değil rahatlıkla aynı tonları terennüm eden bir kakafoni de tebarüz edebilir. İyiyseniz kötü, kötüyseniz iyi sizin için aslında birer nimet bile olabilir.  Yeter ki hakikatı ve mütemmim ve mürekkeb cüzlerini yok etmeyelim.  Hakikatı dahi putlaştırmadan,  her günün ve her farkın temel mikyası yapalım kelamımızı ve fiiliyatımızı o idare etsin. 
Cebirlugatın varlığı buna da manidir, çünkü o ayniliği birliktelikle, uyumu tekdüzelikle, istişare ve teatiyi zaafiyetle ve muhalelefeti ve tenkidi ise düşmanlıkla eş tutar.  Halbuki-meritokrasi gibi bir üst dil şöyle dursun- demokrasiyi var eden ise hakkı bilen muhaleffettir... Ve o da bizde Cebirlugatin düşman olduğu unsurdur.  Kelam bozulunca tekellüm tekkelüm bozulunca tefekkür bozulur ve sıdkın yerini kaside ve kizb alır...Bazan da mersiye ve riya...

3. Fert Olmak ve Egoist Olmak
Türk toplumu ve dolayısıyla Türk kültürü bugün hala onaltı ülkelik İmparatorluktan Cumhuriyete, üç kıta büyüklüğündeki bir coğrafyadan Anadolu yarımadası hacminde sıkışmış bir cografyaya, ummetlik ve tebaaliktan milletlik ve vatandasliga, “ayip kulturunden” “suc kulturune,” dogu-Asya kulturunden, bati-Avrupa kulturune ve dolayisiyla Turk-Islam medeniyendinden genel anlamiyla Bati teknolojik-ekonomik hayat tarzına gecisin sancili safhalarini yasamakta ve birincileri ihmal, red ve hatta ihlal etmenin ikincilere ise—gerekli veya gereksiz, yararli veya yararsiz olsun—ulasamamanin buhranini yasamakta ve bunu da hem ferdi ve milli planda bir kimlik arayisi bir dil seklinde aciga vurmaktadir.   Ve sonuc butun aciligina ragmen itiraf etmek gerekir ki, vakur bir sukunetten asagilik kompleksinin telasina garkolustur.
Iste bu bahsettigimiz unsurlarin en buyuk ve hazir gostergesi de yine Turkce diye adlandirdigimiz, fakat nasil olmasi konusunda henuz karar veremedigimiz anadilimizdir ki onun tayin ettiği alan—aynen tarihte olduğu gibi—dil çalışmaları ve dilin mantığı doğrultunda değil mazi ve halin mücadelesine dönüştürülmekte ve istikbalin de yokoluşuna zemin hazırlamaktadır.  Çünkü o, sosyolojik manada bir çatışma alanıdır.  Ve ulkemizdeki dil hareketleri agirlikli olarak bir ideoloji malzemesi yapilmis, bazen gecmisin reddi bazen de benimsemeye ve ozumsemeye calistigimiz yeni yukselen ve cogu zaman devlet destekli kultur ve dil unsurlarinin halka kabul ve hatta tahakkum ettirme araci olarak gorulmustur.  
Batı kültür havuzunu besleyen dort ana pinar vardir.  Bunlardan ikisi Ortadogu kokenli Yahdi-Hristiyan lik ve diger ikisi Grek ve Latin kulturudur.  Bu kultur pinarlari tarih icinde aktiklari havuzu kizila boyamis, ortacag boyunca kurumaya yuz tutmus, lakin butun tezat ve ihtilaflarina ragmen havuza akmaya devam ve Bati kulturu veya medeniyeti dedigimiz yekunu olusturmaya devam etmektedirler. Bu havuza agirlikli olarak Islam caglayani da ozellikle Endulusten akmis, ve kurumuya yuz tuttugu Karanlik Caglardan alip caglamasina  yardimci olmustur. Kurumus ya da kurumaya yuz tutmus pinarlari gozeneklerini tekrar acip ona yol veren Isalmin yine kendisi olmus ve Batidaki ronesans ve Reform hareketlerinin temeleini olusturan da yine bu caglaya coskun akisi olmustur.   Fakat Bati medeniyeti dedigimizde aklimiza gelen yine o dort pinardir.  Bu durum bizim kendi oz kulturumzu iciende ayni sekilde olmali veya kabul edilmelidir.  Milli kulturumuz deyince aklimiz gelen tarik boyunca biribiriyle meczolan Turkluk ve Islamlik bugun bizim kulturumuzun—ister kabul ister “evresnsel kultur” ve “globalleşme” safsatasi” lehine feragat edelim—akmaya devam eden, fakat debisi zayiflamis iki uzun kollu pinarimizdir.
Dil ile mantik arasinda dogrusal bir alaka vardir.  Websters’ Unabridged Dictionary gibi herhangi bir  etimolojik sozluk “logic” kelimesinin  tanimini  verirken logic kelimesinin Ingilizceye Fransizca vasitasyiyla geldigini ve kelimenin aslinda Latince olup Yunancaya gectiginin ve buradan da Hint-Avrupa dil ailesine geçtiğini bildirmektedir. 
Buna gore kelimenin koku “logos”tur ve ve bildigimiz anlamda hem mantik bilmini ifade etmekte hem de “kelime” ya da “soz” anlamina gelmektedir. Turkceye arapcadan giren Mantik kelimesi de yine ayni dogrultuda sulasi mucerred kok olan “nataga” dan gelmekte olup hem dogru akil yurutme bilimi hem de Aristo’dan mulhem “hayvan-i natik” ibaresinde oldugu gibi soz sarfetmeyi veya konusmayi icermektedir.  Iste bu baglamda dil sirf kelimelerin telaffuzu ile baglantili olmaytip onlari ayni zamanda mantigin suzgecindden gecirmeti ve o sekilde kelimeklerin zihinsel faaliyet yani mantik suzgecinden gecirmenin gerekli oldugu sonucu ortaya koymaktadir.  Durum boyle olunca dilin dogru kullanilmadigi yerde mantigin:manntigin olmadig yerde de dilin dogru kullanimindan soz etmek imkansizlasmaktadir.  Lisan anlaminda dilin ortaya cikisi da insanin dogru zihinsel faaliyetlerde bulunmasi ve konusma organi olan dil ile uyum icinde hareketiyle baglantilidir.
Insani diger canli varliklardan ayiran iki onemli fark da yani konusmasi ve akil yurutmesi de yine mantik ve dil arasuindaki bariz isliskiyi ortaya koymaktadir.  Insan hem dusunmekte hem de dusunmeyi   bazen sesli bazen sezssiz ama mutlaka ve mutlaka kelimeler vasitasiyla yapmaktadir.  Mantik silsilesindeki bozukluk dile dil silsilesindeki bozukluk gosrergelerin anlasilmamasina sebep olmakta ve iletisinmi bazen bozmmakta yada imkansizlasmadadir.  Insan toplumunun kurdugu medeniyetin asli anlamiyla bir zihinsel faaliyet sonucu olustugunu ve bu medeniyet yekununun yazi ve kayit araclariyla nakledildigini hatirlayacak olursak aradaki baglanti daha asikar olarak hale gelmektedir. 
Bunun sonucu olarak milletlerin hafizasi olan ve gostergelerden olusan dil kendi basina bir milleti gecircdigi asamalari, hayat tarzini icinde bulundugu kultur dairesini, siyasi, cografi konumunu, kulturel ve teknolojik alisverislerinin siniri ve derecesini basaka bilimlerin olmadigi duurumda dahi en azikndan ipucu mahiyetinde bilgiler verecek bir gosterge olarak karsimiza cikmakatdir.  Bir dilin sozlugu ve edebiyatini  hem es zamanli (sychronic) hem de tarihi icinde (diachronic) izlemek suretiyle kulturel degisimin yakinen izlemek ve kultur dairesini teyin etmek mumkundur.  Yalniz bu ancak oturmus, gelenegini olusturmus bir dil ve gerekli unsurlri ilmi olarak olarak ifade debilen bir etimolojik sozluk ile yapmak mumkundur.  
Bugun Turkcenin ayrintili ve gerekli ilmi unsusrlari hakkiyla yerine getiren bir etimolojik sozlugu olmammasina ragmen hangi dillerden ve dolasisiyla kulturklerden etkilendigini otraya koymak imkan dahailikndeddir.  Mesela Turkcenin kelimelerini gozden gecirecekk  olursak dini ve kulturel termilonojinin Arapca ve Farsca, siir terminolinoljisinin  Farsca ve Arapca, roman, drama moda ve kozmetik terminolojisinin Fransizca, denzicilik termilojosinin Italyanca ve teknolojik terminolojininde Ingilizce agirlikli oldugunu gostermektedir.  Boyle bir  olmasi da ister istemez cogunlukla bu gibi unsurlarin ya eskiden olmadigi ya bazi sosyoljik ve semantik sebeplerden veya ozentiye bagli olarak esanlamli yabanci kelimelerin kullanmilmasi gibi—sofor kelimesinden kaptana gecis boyledir dilde suni bir yabancilasmaya yol acmaktadir.  Bu da zihinsel yabancılaşmaya sebep olmaktadır.

4. BEN, ONLAR VE BİZ KİM (İM)LER? BİZİ KİMLER MİMLER?
Daha önceki kısımlarda Türkiyemizdeki demokrasi meselesini takdim ederken, demokrasi ve önündeki engellerden bahisle bunların başında lisanın ve lisanın yönlendirdiği fikir sisteminin olduğunu ve bunun da sosyal hayata yansımalarının olduğunu ifade etmiştim.  Aslında o yazının devamı bu konuları açmaya müteveccih idi, lakin meseleleri çoğu zaman olduğu gibi, scapegoating (günahı keçilere yüklemek) ve mazoşistik bir self-flagellation (isterseniz buna nefs muhasabesi deyin) ve de mevzuyu miderin dışına atmak  ve/ya kolay genellemelerle son ve nihai darbeyi indirme babında epey mesafeler katettik.
BEN, BİZ ve Onlar işte bu yazılardaki-benim de kurtulmakta zorlandığım biçimde- belki de insiyaki veya refleksif mahiyette tüketilen zamirler oldu.  Sebebi birkaç türlüdür: “Ben” demek bu ülkede çocukluktan sonraki aşamalarda hep yadırganır haldedir.  “Ben” ile “bencillik” veya enaniyet hep karıştırıldığı gibi “fert” olmakla “egoist” “narsist” veya “egotist”  olmak arasında da hemen hiçbir fark gözetilmemiş ve hatta afaroz edilircesine bu kavram men edilmiştir. 
Türk toplumu -ki ayrıca tanımlanması gereken bir ifadedir- bunun yerine güya tevazu ve içtimai zihniyeti ve diğergamlığı ifade eden “BİZ” e yönlendirilmiştir.  Ben BİZ olarak ifade edilince ortaya bir de ONLAR çıkıyor tabiiki ve her iki unsur da bu mantık ve algılama gereği monoblok ve monolitik birer yapıyı arzetmiş oluyorlar.  Halbuki farklı olmamız hem kaçınılmaz hem de arzu edilir bir şey.  Ama farklılık da hep düşmanlık sebebidir ülkemizde kişisinden, dermeğine, partisinden spor takımlarına, o ülkeden/kültürden bu ülkeye/kültüre ve hatta o cinsten bu cinse.  Binaenaleyh, bizim her birimiz herşeyiyle aynı muhabbet erbabı ONLAR ise yine herşeyiyle aynı, hasım veya düşman unsuru temsil etmiş oluyorlar. Sivil ve askeri her tür kışlada bu mantık hakimdir.  Bizi yetiştiren ailemiz de kışlanın çoğu zaman beşiğidir. 
“Bizden” biri birşeye muvaffak olursa o hepimizin müşterek muvaffakiyeti, eğer durum tersi olursa, kendimi rahatlıkla işin içinden çıkaracağım bir na-mütemmim cüzdür.   Çünkü “onu ben tamamlıyorumdur.”  Bunun maniası da, bir sonraki aşama da “ONLAR”dır.  Ya da bir mücerred ve müvehhem bir “toplum”dur.  Bu bakış tipik bir “utanç” toplumu mantığıdır.  Münferid insan bu toplumda herşeyi toplumun  rızası ve hatta kendi şahsi tercihlerinin de ötesinde en yakın çevresinin “kendi hakkında ne düşündüğü,” tasvip mi veya tahkir mi ettiği saikiyle hareket eder.  Ya farklı gördüğünü kendine düşman sayar ya da kendisi ona üşman olur her ahvalinden yeni tefsirler ve şerhlere varır.  Bu manada o, fiziken var ve fakat ruhen yoktur.  Tek başına hareket edemez söz söyleyemez ve hatta karşı cinsle ilişkilerinde de bu manada yüceltmeyle karışık bir aşağılama hissinden kendini kurtaramaz. 
O kendi başına hareket edemez.  Edecek olduğunda da bir cürüm korkusuyla titrer kendine döner... Ya da daha önce içselleştirdiği herşeyin geçersiz olduğu yanılsamasıyla ifrattan tefride savrulan sarkaçtır...Hatta aile ocağından ve arkadaş çevresinden ayrılma bile ona “koyar.” Normların dejenere olmadığı toplumda bu tür unsurlar çok güzelliklere vesile de olabilir.  Normallik “norm”a uygun olma demektir.  Ama zormallik de bu toplumda putlaştırılan bir vasatı geçmez.  Çünkü felsefe ona diğerlerinden ne bir adım önde ne de bir adım geride olmasını ister.  Geride kalırsa tenkide karşı cevabı yoktur, ileri giderse de maruz kaldığı şu veya bu şekildeki tavırları karşı duracak cüreti.  Ya da küstahlığını doğruları olan bir münferid insan olarak değil de kendi menfaatine doğru tevcih eden bir şark kurnalığıyla ortaya koyar...
Bunun karşılığı da “suç toplumu”dur.  Orda ferd başarısında da başarısızlığında da kendine endekli olarak davranır.  Hatta başkalarına maliyeni de yükleyebilir. Daha aşırı şekillerinde ise Firavunlaşır.  Ondan ötesi yoktur.  Ama genel manada bu toplumda insanlar ferdi potansiyelini keşfedip başka fertlerin potansiyelinden oluşan bir havuza katkıda bulunur: sivi toplum örgütleri, dernekler vakıflar vs. gibi.  Doğu toplumları genelde birinci, Batı toplumları da ikinci grupta algılanıyor sosyolojik olarak -ki bu genelleme bile işe yaramasına rağmen monolitik algılamadan sadır olan aptallıktan kurtulamıyor. Her ikisi arasında alışverişler ve örtüşmeler her zaman mümkündür. Genellemeler her zaman genel hatalara maruzdurlar.  Bu zahirde dilbilimsel olan ayırım, aslında kültürel anafor ve dehlizleri de mündemiçtir.  Enaniyetten kaçınırken Nahnuniyyete garkolmak da var yani. 

Bu ne demektir?  Bakara Suresinde tekvin bahsine iyice bakılırsa Sani-i Kainatın İnsanlara ne derece ehemmiyet verildiği aşikardır.  Ve Kur’anın hakim dili “BİZ” zamiri ve sıygasıyla kullanılan fiillerden oluşmaktadır.  O halde ben demek illa benciliği ifade etmediği “Biz” demek de her zaman tevazuyu ifade etmez.  Nitekim Cenab-ı Hakkın kudreti mükerreren “BİZ” ifadesine yansımaktadır.  İş her iki zamiri yüreğinizin derinliklerinde nasıl yoğurduğunuza bağlı olarak ortaya çıkıyor.  ENE’ yi kullanarak bir kişiyi ifade ettiğiniz gibi, Nahnu” yü kullanarak da Aslında tevazuyu değil sizin kendi içerinizden çıkardığız binlerce “ben”e tekabül edebilir.  Maksudun halisliğini O bilir; insanlar da biraz sezerler...
Bunun sonucunda evren kitabını okurken insan ayetlerini -ki her insan bir kelimesini oluşturur- epey ihmal ettiğimiz kanaatindeyim.

Bütün bu mantığın silsilesi olarak, kendi sorumlu olduğumuz yerde hep ONLAR suçlu oluyor, hak talep etmemiz gereken yerde de hakkımızı ALLAH'a ve ahiret gününe bırakmak suretiyle aslında, ALLAH "kul hakkına" kendisinin bile müdahale etmediğini belirttiği için, O'nun emrine de muhalefet etmiş oluyoruz.  Aksi takdirde dünyada mahkemelerin hiç olmaması gerekirdi. Ne de insanlararası bir hukuki muamelat ve fıkıh.  Alamadığınız için başkasında kalan hak aslında hiç de hukuki mantığı olmayan bi züğürt tesellisi olarak yansıyor. Çünkü bağlı olmayan devenin  tabiatıdır: serbest kaldığı anda çöle koşar ve çöle inen nur aslında onu sahraya dönüştüren bir memba idi de......Onunla cahilleyeden medeniyye(t/y)e geçiş oldu..   Dünyanın zindan olduğu kadar mescid, mescid olduğu kadar da vadedilen cennetle kıyas kabul etmese de bir mikyas değil midir?   Ve bizim karanlık çağlarımız hal değil midir? Zulmet içimize o kadar derin bu yüzden işlemiyor mu? Demos, Logos ve Kratos bundan dolayı mikyaslarımız makeslerimiz haline getirmiyor mu?  Hallaç ile Sokrat’ı rüyasında kolkola gören var mı?

0 comments:

Post a Comment