rss
email
twitter
facebook

Monday, November 23, 2009

GELENEKLER VE GELMEYEN EKLER

Gelenekler  ve Gelmeyen Ekler
           

I. Tanımlar

Gelenek,  bizatihi gelenek adıyla anılan kültürel değerlerin bir nesilden diğerine şifahi veya fiili olarak aktarmanının vasıtası ve hamulesidir.  Toplumların hem düşünce hem davranış tarzını mütemadiyen ifade eden, bütüncül, istikrarlı ve musaffa olma iddiasındaki, bu geçmişten hale akan kumlar gibi, hali ve geleceği, toplumda oluşturduğu Jung’un ifadesiyle “toplumsal şuuraltının” dışarıya ve özellikle diğer toplumlara yansıma şeklinin  kendisidir.  Onu oluşturan “turas”ın anlamı, yazılı olan dini-ahlaki inanışlar ve yazılı olmayan “töre,” “anane,” “örf” gibi isimlerle anılan, çoğu zaman yazılı olarak aktarılmayıp, atasözlerinde ve folklorik düzeyde kendini ifade eden değerlerin ve yaşantıların tümü geleneği oluşturan unsurlardır. Bir toplumun geleneği, bu anlamda aynı kültür dairesi içinde olsalar bile diğer toplumlardan ayıran faktördür.  Batı kültür dairesinde olsa da, Amerikan toplumunu Avrupa’dan; İslam kültür dairesinde olsa da, Türk toplumunu Araplardan farklı kılan anlayış ve yaşayış tarzları böyle bir farkı ifade eder.
Coğrafya ve iklim farklılıkları, onların meydana getirdiği tabiatı biçimleme, tabiata anlam katma, tabiaattan kendisine anlam ve kaynak çıkartma, tabiatı natürel halden kültürel hale getirmedeki izlediği yol, alet ve mekan yapımını mümkün kılan her şey,  ev yapımından, mutfağına, tapınaklarından eğlence mekanlarına, doğum, evlenme ve cenaze törenlerine kadar uzanan bir silsile içinde dış ve iç dünyasına etki eden unsurlar da onun bir parçasıdır doğal olarak.  Fransız Hippolyte Taine’nin İngiliz Edebiyat Tarihine Giriş adlı eseri daha çok bu mantık üzerine kurulmuştur.  Yani iklim, çevreyi ifade eden “milieu” milli harsi unsurları ifade eden “race” ve zamanın etkileri anlamında kullandığı ve ondokuzuncu asır Fransız Naturalistlerinin sık sık andığı “moment”-ki Alman ekolünden gelen “Zeitgeist”la da bağlantılıdır.   Bu manada kültürü oluşturan, ama  bazı farklılıklar da arzeden mirasdır gelenek.   Taine’den beş asır kadar önce benzeri konulara Mukaddime’sinde İbn-i Haldun bu konulara değinmişti.  Ama bazı kaynakları muteber referans, bazılarını itibarsız saymak da bu ülkede oluşan bir entellektüel gelenektir.  Kendine güvenini kaybetmiş ve kendi haricinde hemen herşeyi kıymetli ve hatta kendi üstünde sayan bir gelenek.
Gelenek çoğu zaman gücünü yaşanmışlıktan veya yaşanmış sayılmaktan ve yılların, yüzyılların süzülmüşlüğünden alır. “Demokratik” ya da seçime dayalı bir tercihler toplamından değil; bazen dini, bazen siyasi olan ve başlangışta azınlıkta kalan figürlerin zamanla zımni bir kabule mazhar olması ve bir nesildeki kabulün diğerlerine aktarılmasıyla kurumsallaşır. Başlangıçta bir ihtiyaca binaen ortaya çıkan davranış ve fikirler oluşan bazı boşlukları doldurarak kendine mazhariyet ve meşruiyet alanı oluştururken, genelde iki ya da üç nesil sonrasında meşruiyeti tayin eden sadece bir önceki neslin tercihlerinden ibaret olmasıdır.  Gelenek yenisini veya daha iyisini bulamayan ya da yerinde saymakta ısrar eden toplumlarda artık fikirsel bir konjonktürel dinamik değil, bir statik tarihsel sığınak ve tarihsel olanı yüceltme alanına dönüşür. Milletlerin tarihinde birden fazla ferdin aynı şeyleri bulup söylediği, ve sonuçta bu farklı yollardan akan pınarların akarak bir umman oluşturdukları yok gibidir.  Olanlar da ya dini, felsefi ya da askeri ve siyasi otorilerle meydana gelmiştir. Son iki asırda bunlara sermaye ve teknoloji ağırlıklı otorite alanları izlemiş olup, Marx’ı doğrulayan ve hatta onun beklentilerinin de ötesinde kendi geleneklerini oluşturmuştur.  Bazen bu otorite unsurlarını arkasına alarak bazen de tam karşısında durmak bir geleneğin ihdasında kolaylaştırıcı rol oynamıştır.  Bu oluşan ummanların çok olması da esasen bu tür statik yapılarda zihin ve ülkü kulacı atmaya mecali ve azmi olmayan toplumlarda toplu boğulmalara da yol açabilir. 
İnsanların münferit tecrübe ve hayatları, zamanla kurumsallaştırmak suretiyle, şahsi olanı milli ve kültürel hale gelmiş olmasıdır bir bakıma gelenek.  İlkçağ site devletleri ve mitolojik hikayeler bunlarla doludur.  Burada dikkat edilmesi gereken husus, ferdi olarak başlasa da, geleneğin bir parçası haline gelen davranış tarzlarının toplumda, bazen toplumun fertlerinin halet-i ruhiyelerine uyması, bazen öyle işlerine gelmesi, bazen de kimi baskıların zamanla doğruymuş gibi algılattığı değerler yekününe tekabül edip etmediğidir geleneğin.  Toplumun bilinçli veya bilinçsiz, istekli ya da isteksiz belli davranışları gelenekselleştirme süreci ona katkıda bulunmaktan çok, onu sadece kabullenmek ve onu yapabildiği, becerebildiği oranda hayatına geçirmek şeklinde ortaya çıkar.  Yürümek gelenekse biri yürür; konuşmak gelenekse biri konuşur; susmak gelenekse biri sustuğu için susar toplum...  Bütün elitist bakışları bir tarafa bıraksak da “toplum” dediğiniz çoğu zaman, kuru kalabalıktan öteye gitmeyen, kendine ait diye o toplum içindeki kimilerinin değerlerini size dayatma sevdasından öte pek amacı ve yüce ülküleri olmayan  tamtakır kuru bakırdan ibarettir. 
Geleneğin buradaki önemi, şu an bile esasen kişisel farklılıkları gözetmeden, seri üretim mantığı doğrultusunda verilmesine rağmen eğitim alamayan  kitlelere hem okul öncesi hem okul harici durumlarda yön tayin edici olmasındadır.  Üstelik de hayattaki pratik örneklerden öğrenilmesi, ev ahalisinden sokaktaki nice insanlara kadar geleneği bir eğitim misyonuyla da mükellef kılar. Bu mükellefiyet kullanılan kimi terminolojiler ile onları geleneğin va’z edicileri olmaktan öte bir konuma da yükseltebilir; bizzat gelenek ihdas etmek ya da kanun yapıcılığa soyunmak gibi.  O halde toplumun ekseri fertleri, iyi değerlerle geleneği yaşar ve aktarırsa işlevi açısından gelenekler çok büyük önemi haiz kurumlar olurlar. 
Öte yandan gelenekler, toplumsal mutabakata dayalı olduğu sanılan kanunların onaylamadığı, “suç” diye nitelendirdiği bir seküler alan dışında oluşur ve geleneğin onaylamadığı hususlar “ayıp,” “günah” vs. kategorilere girer. Kanunların bir kısmı en azından tarihsel süreçte geleneklerin ve hatta dinlerin kurallarından alınsa da, devletin kanun hakimiyeti alanını gelenek aşar, bazen tüm fertleri kanun yapıcı ve uygulayıcı konumuna sokabilir.  Bu da gitgide geleneği uygulayanları kanunun “sahibi” devletin, hatta dinin “sahibi” Tanrı’nın alanına sokmaya kadar gidebilir.  Dolayısıyla kırmızı ışıkta geçmek suçtur, ama kaza veya ceza olmadıkça önemsiz olur.  Öte yandan kişilerin iç dünyalarının tanzim etmek iç var olan dini öğretiler, yapılan iyi ya da kötü şeyleri Tanrı onayladığı için değil, çevre onayladığı için yapanlardan oluşan bir körebe oyununa dönüşür.  Trafik polisinin olmadığı yerde kırmızı ışık ihlali nasıl oluyorsa, tanıdık çevrelerin olmadığı yerde sevap ve günah kavramları rahatça değişip ortama uygun makyajlara, kamuflajlara ve te’villere tabi olurlar.  Devletle milletin zımni bir küskünlük yaşadığı toplumlarda ne kanunun ne de geleneğin sağlam dinamiklerle yürümesi de imkansız olup, bazen kanun geleneğe, bazen gelenek kanuna çalım atar bazen de hem kanun hem de gelenek ferdi kıskacına alarak onu anlamsızlaştırır, robotlaştırır.
Bir diğer anlamıyla, insanların ferden ferda teşekkül ettirip sonra da cem’an en yüce yargı ve infaz organı yaptığı, hatalarına, günahlarına ortak yapmak ya da mazeret olarak koymaktan maharetleri pek olmayan, fertlerden “elden ne bir adım ileri git  ne de bir adım geri kal” deyimini hayattaki  her daim mesut yaşamanın tek etik değeri gibi sunan, ama herkesin müktesebatı doğrultusunda tanımladığı “kendi haricinde herkes”tir sosyolojik geleneğin tahakküm ettiği gelenek toplumu.  Yumak yumak, oymak oymak toplum. Bir arada gibi, ama aslında dağınık; ortak statüsünde, ama zerre iştiraki olmayan insanların tümüdür toplum. Aşirettir, kabiledir ve varlığı ancak kendi dışındaki benzer gruplara düşmanlıktan oluşan bir temele dayanır. Gizlice yaptığı hatalar haricinde kendine ait bir fiili dahi olmayan, halka açık yüzüyle mahrem yüzü arasında dağların hallaç pamuğu gibi atıldığı, kelamı bile iktibaslardan öteye gitmeyen bir göstergeler kumkuması...  Dinler, uyar. Dinler, ağlar.  Susar, konuşturmaz da. Alkışlamayı sever, alkışa değer işler yapmayı düşünmez. Kahramanları sever ve alkışlar, ama kahraman olmayı düşünemez.  Soyut düşünemez, ancak somutlaştırarak anlar ve anlamlandırır. İçselleştirir, sorgulamaz.  Sorgularsa, beynine korku ve hafakanlar tüner.  Küfrün karanlığı, fıskın gölgeleri dolaşır gözlerinde.  Sorgularsa, kendine yontar.  Kendine yontar, kendine biçim vernek için değil, hadiselere kendince bir biçim vermek, başkalarını kendileştirmek için.  Kendini sevmez, ama başka insanları ve milletlere kendini sevdirmeye ve onları kendine benzetmeye çabalar. Başkalarını sever, ama kendi gibi yaşadığı zaman.  Yani başkalarının şahsı ve nezdinde kendine aşıktır; onların meşrulaştırdığı bir anlam ve  değer sistemi kadar anlamlı, kendi başına kalınca gölgesiyle yumruklaşan. 
Gelenekleşmiş toplum, konuşursa kendi gibi vehmettiğiyle konuşur.  Vehmeder çünkü fehmetmek zordur, sancılıdır, zahmetlidir; taklit etmek kolaydır.  Zoru aşmak için değil, zorlukların niçin aşılmaz olduğunu, yani kendisinin niçin beceriksiz olduğunu ifade ve başkalarına da bunu tevsik ettirmek için konuşur.  Konuşur, ama bir şey söylemez.  Söyler, ama dinlemez. Dinlerse de, yine bildiğine gücü yettiğince iman meselesi yaparak yaklaşır.   Söyler, ama yazmaz.  Lütfederse okur.  Her okuduğu kitabı kendi kapasite ve potansiyelinin üstünde hikmetlerden mülhem bir ilahi güldeste gibi okur. Herbiri yaşanılır kılmak için vardır dünyada, yaşamak için değil.  Bir kurtarıcı hezeyanı ve sergüzeşti hayatın, ışığı arkasına alıp da önünün niye karanlık olduğunu düşünen ve dahi kendi gölgesinden ürken bir gelenektir toplum. Gelenekle var olan, gelmeyen eklerle hayatiyetini kahr ve fahr arasında bir tarihsel medeniyetin küllerine teslim eden toplum.  Kah Rahman’a bakar kah Şeytan’a, mülk kimden yana ise, kulak da o tarafa akar yürekle beraber. Meliki Kabe edinen, kendini mülkleştiren toplum.  Devleti ve geleneği için var olan, onları milleti ve medeniyeti için harekete geçiremeyen bir toplum. O halde toplumu gelenekleştiren gelenekle, geleneği toplumsallaştırma arasında bir sarkacın ahenksiz gitgellerine kendini bırakan toplum arasındaki  anlayış farklarını gözden geçirmek gerekir.

II. Geleneğe Bakış Tarzları

Geleneğin tabulaşmasında geleneğe karşı alınan tavır itibariyle “gelenek müridleri” ve “gelenek mürtedleri” ifrat ile tefritin mücessem kanatlarını temsil ederler.  Gelenek müridleri genelde şu sebeplerden tabulaştırırlar onu: Gelenek müridleri kendi geleneklerinden başka gelenekleri bilmezler, bilmek de istemezler,  dolayısıyla coğrafi, milli, tarihi ve ferdi farkları gözardı ederek, sadece kendi geleneklerini ikame etmek isterler heryerde.  Buna ferdi iradeden mahrum olmalarının yanında, geleneklerin oluşma aşamalarını bilmemelerinin de katkısı vardır.  Kendi geleneklerinin de aslında tarihsel bir diyalektik sürecinden geçtiklerinin farkında değildirler.  Onlara göre gelenek, başta nasılsa öylece intikal etmiştir.  Gelenekle turas’ı da biribirine karıştırırlar.  Halbuki yazılan her yeni yazı ve edilen her kelam aslında, doğan her yeni çocuk gibi, mevcut olanların içinde kendine yer açma ve ona kendini bireysel anlamda eklemleme durumundadır. Yeni olan veya görünen, gelenek müridini rahatsız eder. Bu zımnen mevcudun yetersiz veya eksik veya arazlı olduğunu da ifade eder.  Bazen bu geleneği bilmeden geleneğe karşı çıkmak veya onu müdafaa etmek sevdasını ortaya çıkaran bir cehaletin sonucudur.  Onun kabullendiği gelenek de aslında “yeni” olduğu zamanlarda aynı tür bir tepkiyi görmüştür.
Gelenekteki kimi hala geçerli ve gerekli olan unsurları geleneğin tamamını teşmil etmek suretiyle kutsanması diğer bir durumdur.  O kül’den hiçbir cüzü bu kudsiyet halesinden uzak tutmama hissi. Ve bununla gelen vehim ve paranoit korkular.  Arkasından “kurtarıcı” ve “tek yolcu” mantık gelir.
Anlamadan yüceltme hissi de gelenek müridlerinin özelliklerindendir.  Hakikatler ve güzellikler ancak ayrıntılarda ortaya çıkar.  Tersini ifade ederseniz gene bu ifade geçerlidir. Gelenek müridi ise anlayarak seçmemiş, olanı taklit ve takdis etmiştir.  “Ya atalarınız yanılıyorduysalar?”  Kelamının deruni çağrışımlarına kulak tıkar. Bu manada gelenek aslında ecdad kutsamaktan öteye gitmez.  Ankebut suresindeki :  “Siz Allah’ı bırakıp putlara taptınız.  Tek sebeb, bu dünyada kendinize (ve atalarınıza) karşı duyduğunuz sevgiye esir olmanızdı.” ayeti de bu konuyu muhatap almaktadır.
Geleneği aşma gayreti, istidadı ve enerjisi gelenek müridlerinde yoktur. Geleneğin değeri onda--kendisi anlamlandıramasa da--sadece geleneğin eski veya yaşlılığıdır.  Ölmek, veya ortadan kalkmış olmak kavramları da buna takdis usulü  açısından katkı yapar. Halbuki toplum yaşamaya devam eder.  Her “giden” onun gözünde “yeri doldurulamayanlar” listesinde muallakat-ı sebaya eklenerek  askıda sekizinci sırayı alır.  Sorarsanız, boşalan yerin niye dolmadığını, size  amiyane-velev ki hasbi olsun-ve hamasi ifadelerle ancak anlatacaktır meramını.  Tahlil ve tahkikten yoksun, meddah manzumeleri takip edecektir.
Öte yandan, gelenek mürtedleri ise, reddettiği veya terkettiği geleneğin hazzına hiç varmamış, dolayısıyla başka gelenekleri daha  cevval, mütenasip ve makbul görmüş ve ona hüsn ü kabulle ram olmuştur.  Bu manada kendi geleneğini anlamadan öven gelenek müridleriyle aynı psikolojiyi paylaşır gelenek mürtedi.  İkisinde de şahsi süzgeçler çalışmaz.  Toplumsal çatışmaların doğrudan müzakere ve  istişare ile halledilemediği yerlerde, geleneğe vurmak, çoğu zaman o geleneğin eksik ve aksak taraflarını ortaya koymak için değil, bizzat körükörüne reddelinen geleneğin yerine bir başka kültürü körükörüne ikame etmek mantığından kaynaklanır. Gelenek mürtedi geleneğe vurmak suretiyle geleneğin sırtından kendine ve tasvip ettiği kültüre paye ve mekan sağlamak ve bunu rasyonelleştimek iddiasındadır.  Gelenek mürtedi geleneğe vurmak işini doğrudan yapmak yerine, tepki çekmemek için geleneğin bazı cüzlerini temsil ettiğini sandığı kimi değerlere saldırarak aslında gelenek namına ne varsa parça bazlı imhasına çalışmaktadır. Bunun neticesi olarak kültür tarihi de bir anlama, algılama alanı değil, cımbızla bir seçilen tarihi an ve resimlerden oluşan ve mevcut kavgaların üzerinden kendi üzerinden yapıldığı, haldeki savaşı geçmişe taşımak hikayesidir. Kimileri atış poligonu olur, kimileri totem. Geleneğinin cahili ve biganesi olması, gelenek mürtedinin hem reddini hem düşmanlığını beraber getirir.   

Hem gelenek müridleri, hem gelenek mürtedleri geleneksel olarak diyalektik akışkanlıktan uzak ve entellektüel teatiye kapalıdırlar. Geleneğe, gelenek adına pek çok farklı sebepten dolayı  “toplum” sahip çıksa ve koruma ve kollama görevini üstlense de, aslında onu muteber ve muhterem kılan kendisidir.  Ekseriya farklı sebebler ve imkanların rüzgarını dolduran bir kişilik kayık, zamanla toplumun önce binmek sonra tapınma derecesinde ihtiram izafe  etmek istediği bir seyyal tapınağa dönüşür. Ne anlaşılır, ne tartışılır ne de yarına bakılır.  Aslında belki onu başlatan bir kişinin bile istemediği şekilde yüceltme hem onu yüceltip putlaştıran toplum hem de onu aşma melekesine ve istidadına sahip fertler nazarında her ikisinin de önünü tıkayan bir engel halini alır.  Ortaçağ Avrupasındaki dini taassup ve Rönesansla başlayan Aristocu felsefi taassup böylesine bir skolastisizmi remzeder.  Onu aşma çabaları da ister istemez bazen korku ve endişe, bazen beklentilere binaen oluşan bir yeni dil peyda eder toplumda ki bunu adı te’vildir.  İletişim kesilince hedefler somut olsa da dil ile beynin, beyin ile gönlün bağları kopar.  Karşılıklı hedefler doğrudan meselelerin halline yönelik değil de bilardo oyunundaki gibi topu önce bandan sonra esas göze kestirilen hedefe doğru usta manevralarla atma şeklinde tezahür eder.  Oyuncuların ustalığı, gerçeği ifadenin maliyeti ve beklentilerin büyüklüğü oranında top masa da bantlaraka vurarak üçgen bile çizdikten sonra esas hedefe de yönelebilir.  Herkesin karşı tarafın taşlarıyla oynadığı satrançtan ortaya çıkan sonuç yener gibi görünenin de aslında yenilen olduğu bir garip meşgale olur.
Gelenek zihni akışkanlığı olmayan toplumlarda çoğu zaman hiçbir değişikliğe uğramadan bir sonraki nesle aktarılması gereken  bir ölü varlık gibi de algılanır.  Halbuki gelenek ne hazzını ne ıztırabını mantık dairesince algılabildiğimiz bir sado-mazoşist muharebe veya zikir alanı veya ritüel içselleştirme safhası olmamalıdır.  Atalardan kalan bir işe yaramaz tereke mesabesindeki gelenek, bir yandan onu maziye sahiplenme adına, kültürel bir ihtiram müzesi gibi algılayan, onu kullanmak ve geliştirmek ve yeniden üretmek ondan yeni unsurlar türetmek  yerine sadece onu yüceltmek ve haldeki munkabızlığın ıztırabını böyle bir savunma psikolojisiyle telafi etmekten öte gitmeyen  mantıkla, onun zaten  reddini ve ondan kalan parça bölük unsurları imha amacındaki güdük ve köksüz vehimler arasında sıkışır kalır.   Geleneğin  kendi güçlülüğü oranında, haldeki ona anlamadan tapanları ve onu hali yüceltmek için geçmişi kötülemek maksadıyla bir tarihi sağlama mekanizması yapanlara direnmesi gerekir. 
Geleneğin bir başka uzantısı ise, farklı toplumlarda cevvaliyetleri ve katkıları değişen gelenek mücedditleridir ki onlar geleneğin eskiyen, unutulan iyi taraflarını  yeni ihtiyaçlara göre yorumlayarak tekrar hayatiyet kazandıran kişilerdir.  Bu da hem zaman hem de mekan içinde yayılan safha ve sahalarıyla diyalektik bir bakış açısını gerektirir.  Son asrın edebi, sanatsal, askeri ve ilmi alanlardaki büyük şahsiyetlere bakıldığında bu açıkça görülecektir.  Osmanlı ölürken-listeleme kaygısı gütmeden ifade edelim- askeri alanda bir Mustafa Kemal’i ve Fevzi Çakmak’ı, sanat  ve edebiyatta Necip Fazıl, Yahya Kemal, M. Akif, Nazım Hikmet, Neyzen Tevfik, Hamit Aytaç vb. insanları, çeşitli bilim alanlarında Sait Halim Paşa, Said-i Nursi, Hamdi Yazır, Nurettin Topçu, Ali Fuat Başgil, Fuad Köprülü,  Erol Güngör gibi temel taşlarını çil çil ardına dikerek,  onları hem o pak sütüyle emzirmiş hem de sütünün yetişmediği yerden kan transfüzyonu yapmıştır.  O ölürken mirasçılarına azmi ve enerjisinin kalan son şehadet şerbetinin damlalarıyla bir Türkiye Cumhuriyeti çıkarabilmiştir.  Giden, bu anlamda sadece Osmanlı hanedanıdır.
Lakin, genel manada geleneği aşılmazlar panteonuna sokmak ve birer beyin totemi haline getirmek, falan şairin, filan devlet adamının veya falan devlet veya filan kültürün aşılamaz olduğuna dair bir dizi iç fren mekanizması geliştirmek, aşağılık psikolojisi ve kendine güvensizliği beraberinde getirir.  Unutulmaması gereken mesele şudur ki, ancak sadak bir doğrusal profili haizdir ve onun görevi hazne olmaktır oka.   Yayın ise ne ip ne de ana çerçevesindeki yapının doğrusal kalması onu iyi yay yapmaz; aksine okun ileri fırlayıp kendinden çok ötelere fırlamasını sağlamasıdır yayı yay yapan.  Bu ise yayın gerilme esnasında ip ve çerçevesi arasında oka, bir hareket ve dolayısıyla devinim alanı açılmasıyla olur.  İp gelenektir, ok istikbal, ve yayın iskeletini oluşturan ahşap çınardan koparılmış ve şekillendirilmiş hem geleneği hem geleceği yaşatan haldir. Mahremiyet ve takdis alanına sokulan gelenek ise, bizzat kendi fanusuyla sönen mum gibidir.  Artık gelenek kutsallaşmış, heykelleşmiş, heykel kadar cansızlaşmış, abidevi mehabeti olan ama kendini dahi beslemekten aciz bir hal alır.  Estetiği ve kudreti hayret uyandırır, lakin yeni nesilleri gafletten ve ataletten uyandırmaya yetmez gücü.  Takipçilerine sadece onu yüceltmek kalır.  O tarzın, metodun, duyuşun, söyleyişin, şeklin dışında bir başkası daha yoktur.  Olamaz da.  Bu tür bir iradesiz mürit öykünmesi ise, idraksiz bir pozitif mankurtluğu beraberinde getirir.  Tıraş edilmiş kelleye değil, bizzat beynin kendisine taze koyun yüzülmüş, post geçirilmiş ve kavuran güneşin altında kendini kaybetmiştir.  Başta zihnini sınırlamıştır, sınırlanan zihni de ilham ve enrjisini sınırlamıştır ve hatta yok etmiştir.  Günümüzdeki Mimar Sinan’ı bırakın aşmayı, onun mimarlığının özünü dahi kavramadan Selimiye abidesini 3. dereceden bile taklide yanaşamayan zihni köylülük ve fukaralık  abideleri böylesine bir örnektir.  Halbuki herşeye anlam katan ruhtur, taşa bile, onu birleştiren harca bile...
Skolastisizmin en kötü tarafı ise, toplumu  kendini temsil eden unsurlar için yaşar haline getirmesidir. O toplumun saadet ve huzuru için değil, ferdi ve içtimai sahada tahakküm kurmak amacındadır; aynı ceberrut idarelerdeki gibi, o toplum için değil, toplum onun ve ondan nemalananlar için vardır.  Bir önceki dönemden aktarılan ve çoğu zaman kitabi ve medeni bir kültüre dayanmayan, yaşın bilgeliği temsil ettiği toplumlarda tecrübe ve birikim, onlarla özdeşleşen kişilerde muhalefeti imkansız kılan ve iktidarın tek ve mutlak mümessilleri olarak, anlaşılmadan vaftiz edilir ve hiçbir süzgece tabii tutulmadan içselleştirilir.  Hakikatın, hakikatten bahsetme iddiasını ifade eden kişi ve kurumlarda bu sorunun yaşanması mukadderdir her zaman. 
Sonuçta, önce kayıtsız taltif, sonra sübutsuz takdis sürecine giren kurum veya kişiler, onu anlamadan ona tabii olan toplumlarda bir ahlaki sapmaya yol açar. Geleneği kendilerinden ve hayat denilen herşeyden bağımsız olarak algılayan fertler, toplumsal alanda geleneğe uygun ve “toplum”un-ki onların gözünde yine kendilerinden bağımsız bir tayin edici unsurdur- kabul ettiği, ödüllendirdiği  tarzda davranarak kişiliklerinde beklenti ve vehimlerin sonucu oluşan onulmaz parçalanmalara sebep olurlar.  İçtimai hayatın gerçekleri, gerekleri, bir ekonomik varlık, bir toplumsal varlık olması onu uzlaşma, “kötü olmama” ya da ileriye dönük hesapların gerçekleşmesi amacıyla farklı pazarlarda farklı paket ve içerikle sunulan değişken metalara dönüştürür. Kişilerle beraber gelenek de metalaşır.  İlginçtir ki İngilizcede “kişilik”e tekabül eden kelime Hint-Avrupa kökenli “personare” kelimesinden türemiş, “personality” kelimesi yüzde maske varken konuşmayı ifade eder ve aslında tiyatro kökenli bir kelimedir.  Kişilik parçalanmaları, hayatın her alanında ikili bir dünya, yani yaşanan ile arzulanan hayat ve bir de dayatılan hayat tarzı olarak ortaya çıkar.  Kimi milletlerin tarihi, özellikle toplumsal kişilik bölünme örnekleriyle doludur. Azınlık psikolojileri buna delalet ettiği gibi, nüfus çoğunluğuna bakılmaksızın sessiz ve fakat güçsüz çoğunluklarda da aynı kişilik bölünmelerine rastlamak mümkündür.

 

III. Batı’da Gelenek

.  Batı geleneğini en iyi yansıtan, daha doğrusu onun kendi içindeki devinimlerini en iyi fomülleştiren unsur, Hegel’in diyalektik anlayışı olmuştur ki, aslında bu  Şam’ı, Bağdad’ı, Semerekand’ı, Buhara’sı ve Endülüs’ü ile bu süreci İslam medeniyeti 1000 yıldan fazla bir süre tecrübi olarak yaşamış ve berceste medeniyetler inşa etmişti.  Hegel’e göre  tarihte bir olay, bir fikir, bir oluşum ortaya çıktığında bir müddet kabul görür ki bunun adı “tez”dir.  Daha sonra o tezin kimi eksik ya da  aksak tarafları ortaya çıkmaya ve tez açık vermeye başlar.  Buna çözüm veya tedavi amacıyla onun muhalifi olan “antitez”i ortaya çıkar ve ikisi çatışmaya başlarlar.  Bu esnada biribirlerinin aşırılıklarını törpüler, eksikliklerini tamamlar ve neticede “sentez”e varırlar.  Bu sentez ne tez ne antitez ve aynı zamanda hem tez hem antitezdir.  Ancak sentez mutlak manada bir nihai hedefi de ifade etmez.  Zamanla sentezin kendisi bir tez haline geleceğinden, onu sorgulayan bir antitezin tezahürü  kaçınılmaz olacaktır.  Ta ki “Bir”i bulana kadar. Hristiyanlıktaki tesli mantığının etkileri bir yana, görüldüğü üzere Hegel’in diyalektik mantığı bir tarafında Batı geleneğindeki felsefi işleyişin dualizmini yansıtırken, öte yandan bu dualizmi biribirine sorgulatan ve sağlamasını yaptıran bir mekanizmayı da beraberinde getirmektedir.  Cevval toplumların sentezi mutlaklaştırması onları hem fikren hem fiilen bir tür skolastisizme mutlaka itecektir
Antikiteden yola çıkarak meseleyi açcak olursak, Eski Roma’nın en büyük maniası önünde köklü bir medeniyetin olmasıydı.  Bu nedenle Eski Yunan (EY)  medeniyetini bırakın geride bırakmayı, -askeri alan haricinde- ne edebiyat ne sanat ve felsefe ne de-kimi amfitiyatrolar ve resmi binalar haricinde-yanına bile yaklaşamamıştır. Yenilik namına, orijinalite namına  Yunan geleneğinden tevarüs eden şeyler haricinde hiçbir şey ortaya koyamamıştır.  Yunan’ın sanat edebiyat ve fikirde sentezlediği kozmos anlayışına Romalı ancak kozmetik katabilmiştir.  Milattan önce 6.-3. asırlar arasında özellikle iki asır boyunca hemen her kültür sahasında cevvaliyet gösteren EY medeniyeti-ki yenilerin o gelenekle hiçbir alakası yok gibidir- Roma dönemiyle edebiyat ve felsefeyi belagat ve siyaset cambazlığına, zihinsel açılımları kendisini kanun takahhümü ve teritoryal yayılmaya hasreden ve kuralların kimi zaman insanları her yönüyle bağlayan ve adeta kendisi insanların varlığına müsaade eden bir döneme girilmiştir.  Dolayısıyla askeri ve siyasi anlamda Eski Yunan’ı zapteden Roma edebiyat, kültür, sanat ve felsefe alanlarında  ona tamamen zaptolunmuş, eğer önceleri zulmettiği, sonraları Konstantin’le M.S. 4. asırda baştacı ettiği Hristiyanlık olmasa belki dilini bile kaybedecek duruma gelmişti.  EY Sokrat’la ruha, Roma Seneka ve Sisero ile bedene hükmetmeyi gaye edinmişti.  Hiçbir destan yazarı Homer’e, hiçbir drama yazarı Aeschylus, Sophokles ve Euripides’e, Aritophanes’e onları taklit ve adapte etmek maksadı haricinde yaklaşamadılar.  Ne Terence, ne Plautus zihinlerinde dikilen heykelleri kırabildiler.  Sadece tapınağa girdiler ve ihtiram eylediler Panteon mensuplarına.  Eski Romanın tanrıları bile aslında isimleri itibariyle farklı, ama diğer her yönden aynı kaldı eski yunandaki modelleriyle.  Onlar gibi olmayı vehmetmek bile günah-ı kebair işlemek gibiydi adeta.   Kitaptan oluşan ve ilk altısı Homerin İlyada’sına ikinci altı kitap ise yine Homer’in Odise’sine öykünerek yazdığı Aeneid adlı destanını yakmak isteyen Virgil bir Roma vatandaşıydı ve eserinin yakılmasını bu sebepten istemişti. 
Çoğu zaman batılı meslekdaşlarımızın “sıfırdan” varolduğu veya “orijinal” olma iddiasını aksettirdiği EY kültürü aslında Fenike, Girit, İyonya, Ur, Mısır ve bir genel Akdeniz, Ortadoğu, Küçük Asya kültür havzasının meczolunduğu bir sentezi ifade eder aslında.  Fenikelilerden alfabe alınmıştı ve alfabe kendiyle beraber bir  zihin işleyişini, bir kültürü, bir bilgilenme türünü tayin edmektedir. Alfabe kelimesi bile “elif” ve “be” harflerinden oluşmuştu.  “Alfa” ve “beta” olmuştlardı.  EY’de Homer’a atfedilen İlyada ve Odise destanları aslında gerçekte, kaç tane ve kim olduğu bilinmeyen uzun bir şifahi dönem sonrasında yazıya aktarılan, temelde Truva Savaşı’nın vukuu ve akabindeki olayları esas alan, en önemlisi bir Yunan milli şuurlanmasına, kimlik tespitine işaret eden eserlerdir. Muhtemelen İ.Ö. 9-8 asırlarda kaleme alınan bu eserler kendi içlerinde ve aralarında üslup ve dil açısından farklılıklar göstermektedir. 
İ.Ö. 12. asırda vuku bulduğu sanılan Truva Savaşı’nın 3-4 asır içinde iki büyük destan EY kültürünün millileşme aşamasına şahitlik etmekle kalmaz, aslında savaştan sonraki dönemde bile ne kadar Yunan olduğu tartışmalı olan ve fakat Yunan site şehirlerinin birlikte hareket etme şuuruna işaret eden bir Grek kimliğini izhar ederler.  Homer’in çağdaşı olduğu sanılan Hesiod ise, pek çok gayr-i Yunani unsuru, tanrı ve tanrıçaların yaradılışına dair hikayeleri Theogony’de ifade ederken, Yunanlılık  kavramına vurgu yapmaz.  Bu manada destansı özelliklerden uzaktır.  O tamamıyla kozmolojik ya da tamamıyla ferdi meselelerle uğraşır.  Günler ve İşler, Kadınlar Kataloğu gibi eserleri bu unsurları içerir.
Kim olduğu, kimden ne kadar unsur aldığı belli olmasa da Homer hem Yunan’da hem Batı’da geleneği tayin edici bir faktör ve hatta geleneğin kendisi olmuştur.  Homer İ.Ö. altıncı asırdan itibaren okullarda ders kitabı olmuş, EY’da hikmet ve ilimin yanında, ilhamı da temsil etmiştir.  Hatta eserleri EY dinin tevratı olarak işlev de görmüştür.  İ.Ö.  altıncı asırdan itibaren olgunlaşan  EY harsını  3. asra kadar tayin eden kültür halelerini de teşkil etmiştir.  Thespis ile başlayan bereket ayinlerinin tiyatroya malzeme edilmesi ve sanata dönüştürülmesi vetiresi Aeschylus, Sophocles, Euripides ve Aristophanes ile devam ederek günümüze ancak 17 tanesi intikal eden, ama kayıtlara göre binlerle ifade edilen eserlerin numunesini en güzel şekilde ortaya koymaktadır.   İşlediği “evrensel” sayılan tematik ve felsefi derinlikleriyle, tanrı ve tarih şuuruyla bugün bile edebiyat hazzını yaşatacak nitelikte eserlerdir. Öyleki toplumdaki her hadiseyi tarihsel sürecin getirdiği bir altyapı/üstyapı çatışmasının sahnesi olarak gören Marx bile EY’daki bu kültür ve duyuş derinliğini istisnai durumlar sahasına yerleştirmiştir.
Trajedide olsun, komedide olsun EY tiyatro yazarlarının başucu kitapları Homer’in anlattığı efsanelerdi.  Onun anlattığı hikaye epizodlarını, bazen bir sahneyi temel olarak tiyatro eserleri yazdılar.  Tema ondandı, ruh ondan.  Burada Euripides’i farklı bir kategoriye koymak lazımdır elbette.  O geleneği bilen, ama farklı yorumlayan, farklı sunan bir insan olarak neredeyse tamamen bir modern psikoloji hassasıyla verdi eserlerini.  O EY geleneğinde “öteki”nin sesiydi. Ama destanda başlayan Homerci gelenek tiyatroda devam etmiş, EY felsefe ve dinine  nüfuz etmiş, hatta felsefenin yıkmak istediği bir heyula gelenek olarak Eflatun’un hemen hemen bütün temel diyaloglarında içinden atamadığı bir rakip addedilmiştir. 
Edebiyatta gelenek Homer iken, aslında kendinden önce Thales’ten itibaren oluşan felsefi geleneğin “değişim”e dair teorilerini rumuzlaştıran, sentezini yapan hem de onu insanın mahiyeti, ne olduğu, ruhun ve bedenin, devletin ve insanın, felsefe ve devletin ve felsefe ile edebiyatın  ilişkilerini de tahlil ederek ortaya koyan, tasavvurlarını muhakemelere götüren Sokrat’ın ve onun diyaloglarını kaleme alan Eflatun oldu.  Sokrat’ın kendisi pek çok konuda felsefi sentezi temsil ederken onun ekolünden gelen bir talebe olan Aristo, Sokrat’ın en kuvvetli fikri muhalifi olarak onun antitezini teşkil etti. Böylece, Batı geleneğindeki diyalektik teslisin en bariz örneği meydana geldi.  Öyle ki hocasının fikirlerine niye bu kadar muhalif olduğunu sorduklarında, Aristo hocasını çok sevdiğini, ama “gerçeği” daha çok sevdiğini söylemek suretiyle aslında Sokrat’ın ideali olan “hakikat”ı arama kavramını şahıslardan bağımsız, mücessem örneklerden soyutlanmış ve onların üzerinde olduğunu beyan etmiştir.  Nitekim Aristo’nun Poetika, Politika, Nikomakyen Ahlakı gibi eserleri, zımnen Eflatun’un Devlet, Sempozyum, Timaeus, Kritias ve Ion adlı diyaloglarındaki Sokrat’a cevap mahiyetindedir.  Hakikat kaşifi ve belagat ustası Sokrat’ın bundan alınma ihtimali ise muhaldi.                                   
Bir anlamda Sokrat ve Aristo, Hegel ve Marks arasındaki ilişkiyi temsil ederler. Sokrat’ın felsefesindeki ruhani, metafizik kaynaklar daha dünyevi unsurlarla yer değiştirirken, metafizik tedricen fiziğe, yani tabiata indirgenir, müsebbip (causator) da sebepler orkestrasına.  Aristo’unun argümanlarının niteliğini bir tarafa bırakacak olursak, inkarı mümkün olmayan bir hususu burada ikrar etmek gerekir ki, o da Aristo’nun hocasını en iyi anlayan insan olduğudur.  Nitekim onun fikirlerindeki açıkları ya da ihmal edilmiş, dar açıdan tahlil edilmiş noktaları iyi biliyordu.  Daha sonraki asırlardaki felsefi tartışmalar her iki tarafın argümanları ve türevleriyle ortaya çıkmış, Aristo’yu savunan muhaliflerinin kuvvetli argümanları Sokrat’tan neşet edenler olmuştur.  Aristo sonrası dönem Sokrat’ı neredeyse unutturmuştur; ta ki Hristiyan Roma Aristo’nun fikirlerinin gücüyle baş edemeyip Sokrat’a sarılana kadar.
 Aristo mu Sokrat mı daha başarılı ve etkin olmuştur diye sorulacak olursa, bunun cevabı ancak farklı asırları tahlil ederek verilebilir.  Politika ve devlet kudreti Aristo’dan, din ve hikmet ekolleri Sokrat’tan yana kullanmışlardır tercihlerini.  Aristo’nun talihli olduğu bir konu talebesinin, akıl danışmanı olduğu kişinin Helenizm’in son büyük lideri Büyük İskender olmasıydı. İskender olmasa, onun himayesi ve himmetine mazhar olmasa Aristo’nun hem eserlerinin hem fikirlerinin korunması ve intişarı çok daha zor olacaktı.  Nitekim Büyük İskenderin ölümü ile Aristo şahsi manada sıkıntı ve hatta sürgüne duçar olmuş, ama Hellenizmin kısa süreli de olsa Hindistan’a kadar uzanan bir kolunun teşekkül etmesi sayesinde Aristo’nun fikirleri de yayılmıştır –ki Hellenizmin aslında o zamanlar mevcut bütün mümeyyez kültürlerin karışmasını da ifade eder. Mısır’da kurulan İskenderiye Kütüphanesinde dönemi itibariyle insani müktesebatın anıtlaşmış, Uzakdoğu, Ortadoğu, Asya Minör ve EY’da üretilen metinler parşömenler halinde tertip ve tasnif edilmişti.
Roma’nın askeri ve siyasi ve ekonomik üstünlüğü bu dönemde EY aleyhine gelişmeye başlamış ve zamanla Atina’nın zaptına kadar varan bir sürece damga vurmuştu.  Lakin Atina’yı askeri, siyasi bakımdan zapteden Roma, gerekli kültürel birikime sahip olmadığı için EY’a medeniyet ve kültür mahfillerinde mağlup olmuştur.  EY edebiyat ve felsefesi İnsan-insan, insan-tanrı, insan-tabiat, kadın-erkek, devlet-devlet ilişkileri üzerinde hayatın hemen her alanını kapsayan açılım ve birikimleriyle Roma’nın tahakkümüne rağmen devam ettirdi.  Rivayete göre Andronicus adındaki bir kölenin Yunanca eserleri Latinceye tercümesiyle başladı herşey.  İ.Ö. 3. asrın ikinci yarısındaki bu faaliyet ve devamı sonucunda Roma henüz EY’ı tam anlamadan yüceltme eğilimleri gösterdi.  EY’da bir örnek model olarak alınan, ama farklı şekillerde yenilenip işlenen Homer, Roma’nın tam anlamıyla bir üstad-ı azamı oldu edebiyatta.  EY’da bir mikyas ve menşe ve ilham kaynağı olan Homer Roma’da tek yol olarak taklidin en geçerli olduğu mantık, hedefin kendisi idi. Modelin mutlak olduğunu vehmetmek başta olmak üzere muhayyilesini  ve enejisini sınırladı.  EY geleneği zaten olan ve olabilecek olanın en iyisini ifade ediyordu.  Mühim olan yeni açılımlar yapmak yerine onları taklit  ve kendi kültürlerine adapte etmek idi.  Ve Roma EY tanrıları dahi herşeyini adapte  etti.  Tarihçe ve fonksiyonları aynı olan tanrılar sadece kendilerine Yunanca izafe edilen isimleri soyunup Latincelerini giydiler:  Zeus, Jüpiter oldu mesela, Eros Cupid, Aphrodite Venus ve daha niceleri. 
Yunan amfitiyatrolarını daha sofistike ettikleri, oyunlarda perde ve sahneleri daha belirgin hale getirdiler “5 perde” kavramının temelini attılar, doğrudur.   Ama ne Terence, Plautus, ne de mesela Seneca  modellerini aşabildi, ne de esasen onlara birşey eklediler.  Tiyatroda Seneca’nın yaptığı seyirlik değil okumak için tiyatro yazmak oldu.  Mimari, Romanın ihtişamıyla mütenasip olsun istediler.  Tiyatrolar yaptılar, ama içini dolduran EY’ın ruhu oldu.  Roma’nın eklediği, EY sahnede aksetirmeyip perde gerisinden tahkiye edilerek verilen vahşet sahnelerinin şiddetini artırmak ve onları bizzat sahneye taşımak oldu.  Hayatı mücerret bir fikir sistemiyle muhakeme etmeyi bilen EY yerine, nihayetinde kurgusal bir temele dayalı olan tiyatro eserini, hayata dönüştürmek, görülebilir kılmak, seyirciye zihni muhakeme ve zihni tamamlama fırsatı  vermeden (kimi komedi filmlerinde seyirciye nerede gülmesi gerektiğini şuuraltına dikte eden gülücüklerle öğreten sahne diktatörlüğü gibi), muhayyileleri bile doldurarak sergilenen tiyatrolar aldı.   Milat sonrası zamanlarda bile epey seyircisi olan Roma tiyatrosu sahnede, sahneleri oynayan değil bizzat icra eden bir mantık... Sahnede tecavüzler, cinayetler vuku buldu.  Hatta aslına uygun olsun diye tiyatroyu suyla doldurup deniz manzarası bile teşkil etti Romalılar.  Muhayyile sınırlı idi.  EY’ın çok iyi idrak ettiği, zihnin seyahat ve yaratma gücünü Romalı keşfededemedi.  Materyale göre, materyal bazlı bir gerçekçiliği benimsedi.  Zamanla sado-mazoşist temeyüller, tatmin mekanizmasına dönüştü.  Ruhun terbiyesi değil bedenin azgınlığını, negatif ve pozitif hazlarını yücelten bir mantık...  Bu durum Tertullian’ın ünlü yasakçı fetvasıyla tiyatrolar kapatılana kadar devam etti.  Bütün bunlar, Roma’da “liberal sanatlar”ın daha mefhum olarak idrak edilmediğini gösteriyor.  Liberal sanatlar, hür insanların uğraşı olmaktan mülhem bir kavram iken zihni esir olan Roma’nın bu özü kültürel esaretinden dolayı yakalaması da düşünülemezdi zaten.  EY’dan alınan felsefi temaları geliştiremedikleri gibi, felsefe yerini neredeyse tamamen bir sofist cambazlığına, lafazan hakikat manipulasyonuna dönüşerek siyasi hacıyatmazlık yurdu oldu Roma. 
Roma’nın “altın çağı” August dönemiydi.  Ovid ve Virgil sivrildi en çok.  Ovid müstehcenliği anlatan mektup ve hikayeleriyle, romantizmden uzak şehvet sevdalarını anlattı Aşk Sanatı ve Değişimler’inde.  Virgil politik bir mantıkla Aeneid adlı destanı yazdı.  Kitabın ilk yarısı Homer’in İlyada’sından diğer yarısı da Odise’den adaptasyondu.  Hür olmayan ve politik mülahazalarla hercümerc olmuş bir dönemin destanı olan eser, Roma tarihini kurgusal olarak oluşturmuştur, ama Virgil kahramanı Aeneas’a Homer’in Odiseyus’una verdiği kadar bir ruh ve hayat vermeyi becerememiş, tanrıça annesi Venus ve Hera’nın kuklası olmaktan öteye gidemeyen bir misyon sahibi robot-insan çıkarmıştır ortaya.  Doğrusal bir mantıkla oluşturulan Aeneas’ın en insancıl olduğu anlar, yer ile yeksan olan Truva’dan çıktığı ve Kartaca’lı Kraliçe Dido ile geçirdiği kısa süreli bir dönemdir.  Gerisi kuklacısının ip hareketleri ile hayat bulan Pinokyo’yu geçmez.  Orfeus’un karısının heykeline verdiği canı, Virgil kahramanına verememiştir.  
Edebiyat eleştirisi sahasında temayüz eden Horace’ın eleştiri metodolojisi ise Aristo’nun Poetika’sına bir şey eklemediği gibi, derinlik ve tahlil mantığı açısından onun ancak temcit pilavıdır.  İlginçtir ki yazarlara ve hassaten şairlere en önemli tavsiyesi, EY’ı özellikle Homer’i taklit etmeyi va’z etmekten öteye gitmemiştir.  Netice olarak “Pax Romana” ve yayıldığı  geniş bir coğrafya ve gücüne rağmen, askeri ve siyasi sahada o çok gurur duyduğu “Romalı” kimliğiyle, kültür ve medeniyet sahasında Yunanlı gibi hayat sürmüştür.

 

IV. Ortaçağ Döneminde Gelenek

Miladi 4. asırda Hristiyanlığın Roma’nın resmi devlet dini haline gelmesi, Roma’yı bu defa başka bir geleneğin içine savurmuş, EY’dan devraldığı, artık pagan addedilen kültür mirasını reddetmeye mecbur kalmış, bir taraftan tiyatronun ve Senatonun değeri kalmamış diğer taraftan tedrici olarak manastır ve kilise kültürü İmparatorluğu kuşatmıştır. İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı resmi din ilan etmesi, bir anlamda  devleti artık zulüm ve baskılara rağmen zaptedemediği hristiyan tebaayı itaat ve sadakate yöneltmiş, idari maslahatı kolaylaştırmış, muhalefeti devletin karşısından yanına almış; öte yandan hristiyanlığın kurumsallaşma yani dinin devlet planından çıkıp içtimai anafora girmesine, devleti hem kullanan hem de devletçe kullanılan bir statüye itmiştir.  Bu dönem, aynı zamanda Eflatun’un yeni eflatunculuk olarak, Eflatuni olmayan, ama ondan mülhem bir akım olarak yeniden canlandığı dönemi ifade eder.  Burada kilisenin dual bir yaklaşımı olmuştur antik kültüre.  Bir taraftan EY’dan Roma’ya tevarüs eden edebiyat ve sanat namına ne varsa tenkit, tehcir ve tel’in etmiş, öte yandan EY taklitçisi Roma klasiklerini hristiyanca yorumlayarak içselleştirme ve kabullenme sürecine girmiştir. 
Bu bağlamda Virgil’in Aeneid’i klisedeki pederlerce İsa’nın yeniden dirilişini adeta önceden tasavvur eden bir mahiyyette te’vil edilmiş, Virgil böylece cehennemden kurtarılmış, daha sonra 13. asırda Dante onu Cennetin başköşelerinden birine oturtmuştur. İlahi Komedya’da.  Bu tür geçişlerin komik tarafları bir tarafa, hristiyanlığın zaten böyle bir kültür birikimiyle baş etmesi mümkün değildi.  Bu nedenle yasaklayabildiği kadarını yasakladı; yasaklayamadıklarını kendi “scriptorium”larında karantina altına aldı.  Uygun görülenler te’vil kalıplarına dökülerek hristiyanlığın tebliğ, irşat ve beyan aşamalarında kullanıldı ve teksir edildi.  Her muhalif tutum Kilisenin filtrelerine takılıyordu.  Bu manada Kilise kurumsallaşma sürecinden önce Roma Hristiyanlara ne kadar zalim davrandıysa, Kilise de hristiyan olmayan ya da Mutezili hristiyan addettiği kesimlere aynı derecede zalim oldu.  Bunun en iyi örneklerini Bogomillere ve Nasturilere yapılanlar ve Haçlı Seferleri esnasında bizzat hristiyanlara yaptıkları zulüm, talan ve tecavüz vakalarıdır.  Tanrının Oğlu ve Tanrı  olarak dual rolüyle sevgiden ve merhametten  dönem dönem bahseden İsa’nın aksine, biraz farklı bir papaz olan Abelard, Heloise’i sevdiği için ceza olarak iğdiş edilmiştir.  Bu ikilinin hikayesi daha sonraları halk arasında Abelard et Heloise adıyla romans türünün güzel bir türüne dönüşmüştür. Kimi zaman kütüphaneleri kimi zaman da insanları yakmaktan çekinmemiştir kilise.  
Bütün bunları yaparken, bir önceki kültürün saptırıcı farzedilen tarafları ve karşısında dengeleyici bir unsur bulamamalarının verdiği endişe ve kompleks etkindi.  Eski geleneği yanına almak bazen da mümkün oluyordu.  Bütün bunları yaparken tevillerine “kitap”tan delil getirmeleri de meseleyi tartışılmaz hale sokuyordu.  Doğru bildikleri amaçlarına ulaşmak için her türlü yanlış araç ve usülü kullanmaktan çekinmeyen papazlar, İsa’yı anlatmak için İsa’nın karşı çıkacağı şeyleri yaparken, Yahudiliğin tersine daha kucaklayıcı bir yapısı olan hristiyanlığı bir devlet ve hakim zümre dini yaptılar.  Fukara halkın ise, bu dünyada bulamadıklarını öbür dünyaya ertelemede kuvvetli bir işlev gördü Hristiyanlık.  O artık insanlar için değil, kendisi ve Roma İmparatorluğu için vardı.   Teslis’in temelindeki aslında pagan bir mantığın sonucu olan unsurlar, hristiyanlığın temel doktrini haline geldi.  Adonis, Attis, Osiris ve Thammuz mitlerindeki tasavvura uygun bir İsa çıktı ortaya.  İsa’nın hayatında en çok muztarip olduğu yahudilerin kitabındaydı, papazların aradığı delil.  Çıkış 3:22 ve 12:35, yahudilerin Mısır’dan ayrılırken Mısırlılara ait altın gümüş nesneleri çalmalarının mübah olduğunu ifade ediyordu.  Hristiyanlar da bu mantıktan kareket ederek antikiteden devşirmeler yapsalar bir zararı olmazdı.  Onlar da öyle yaptılar.  Hristiyanlığı yaymağa muvaffak oldular, ama o artık İsa’nın dini değildi.  Kilisenin yaptığı, diyalektik yerine monolojik bir dönemin temelini atmak oldu ki Karanlık Çağlara damgasını vuran bu mantıktır.  Hristiyanlık Roma’yı Kutsal Roma İmparatorluğu yapmış, ama bu vetirede kendisi kutsallığını ve masumiyetini kaybetmiştir. Din İsa’nın sunduğu spiritüel ve deruni anlamını kaybetmiş ve ritüele ve mülke dönüşmüştü.  İsa kutsal tahtıveralli olmuştu;  bazen papaydı yükselen taraftaki, bazen de melik.
Roma döneminde şiirin münferit heyecanları da ortaya çıkardığı belirgin  bir vakıa iken, Homer ve mukallidi Virgil geleneğin öne çıkardığı ve sonraki hristiyan geleneğinin rağbet ettiği unsurlar oldu.  Cato, Catullus, Petronius gibi şairler ve Ovid hassaten bu iltifattan uzak kaldı.  Seneca hristiyan  Roma’ya da hitap ediyordu çünkü stoik bir mantığı vardığı her ikisinin de.  Hristiyan Roma’nın gözdeleri ise pagan geçmişini İtiraflar’da anıtlaştıran Aziz Augustine, Anselm ve mahkumiyetinin tesellisini felsefede bulan Boethius idi.  Neoplatonizm revaçta idi.  Sokrat’ın fikirleri hristiyan te’viline uygundu  ve değirmenlerine tahıl oldu.  Tabi ki bunun sınırlarını  Sokrat’ın haddini veya maksadını aştığı fikirler çiziyordu.  Sokrat’ın ölümünde hristiyanlara hitap eden bir yan, İsa’nın çarmıha gerilmesi ile özdeş tutulabilecek şahsi özellikler yanında, hristiyanlığın “diğer dünyayı” veya “tanrının krallığını” esas alan prensiplerine benzeyen Platonik “gölgeler dünyası”nın karşısındaki “gerçek dünya” yatıyordu.  Raphael’in Atina Okulu adlı resminde Eflatun’un semayı, Aristo’nun yeryüzünü işaret etmesi arasındaki bakış farkı Neoplatonizmin bu dönemde niye yükselen bir değer olduğuna işarettir.
Sokrat’ı aldılar, ama önce ayıkladılar “muzır” taraflarını ve özellikle onun diyalojik mantığı bir kenara atıldı.  Bu durum gitgide kendi içine, kilise ve manastır duvarlarına, papaz ve keşişlerin kendi zihinlerine kilitlenmelerine yol açtı.  Karanlık Çağlar öylesine ileri gitti ki, dış alemden gelen ışığa kapattı kendini, hem zihni hem mimari olarak.   Nitekim dış dünyayı bir tarafa bırakma felsefesi, kilise ve manastırların pencere ve diğer aydınlatma unsurlarının iç mekana nüfuzunu minimuma indirgemeye kadar gitti. Hristiyanlığın en büyük mimari şaheseri Ayasofya kilisesinde-ki Osmanlı döneminde camiye dönüşmüştür-aydınlatma kilisenin kubbesindeki yuvalardan ancak filtrelendikten sonra ve ancak loş bir ışığa izin verecek tarzda sağlandı.  Evlerin pencereleri de Avrupa’da uzun yıllar boyu vergiye tabi tutuldu. 
Roma’nın Doğu ve Batı kanatları iki ayrı imparatorluk olarak ayrıldığında Hristiyanlık Latin kültürüyle atbaşı bir gelişim gösterdi.  Yunancanın bir lehçesi olan “kenoi” ile yazılan incillere rağmen EY kültürüne karşı duyulan korku ve komleks, Ortaçağda dil hakimiyetinin Yunanca’dan Latinceye devredilmesiyle sonuçlandı.  İşin ilginç yanı en eski incil metinleri-İsa’nın konuştuğu dilin Aramice olmasına rağmen-Yunanca bir lehçe iken, devlet dini olan Hristiyanlık Roma devletini kutsadığı gibi Latinceyi de kutsal metinlerin dili haline getirdi.  Bu açıdan bakıldığında halk, bir üst dil konumundaki Latince ve dinin metinlerini anlamaktan uzaktı.  Sonuçta dile hakim olanlar, bürokrat ve kilise mensupları, kültür ve ekonomik hayata ve müteselsilen siyasi yapıya hakim oldular.   Latinize Hristiyanlık, daha önce kültürel olarak aşamadığı EY’ı onu hayat kompartmanlarından çıkartmak suretiyle başardı. Aşağı yukarı on asır boyunca süren Karanlık Çağlar böyle bir geleneğin üzerine oturdu.  Tahammülsüz, kültürü kendi mahpesinin sınırlarınca ancak anlayabilen paranoyak korkular ve dünyada yaşanan sıkıntıları, Marks’ın o mahut “din afyondur” sözünü doğrularcasına öteki dünyaya havale etmek ve teselli bulmak suretiyle.  Devlet kutsal olduğu için zaten tenkid ve teftiş alanlarından uzak tutuldu ve sıkıntılardan, sıkıntının kaynakları değil, bizzat “öteki” Roma’nın insanları mesul sayıldı.  Haçlı seferlerinde bile yapılanın sistematiğini ve papalığın organizasyon gücünü, devletin askeri ve ekonomik gücünü tartışmak yerine, onun yönlendirdiği insanların günahkarlığı başarısızlık sebebi addedildi.  Bu durum öyle ileri gitti ki, papalık günahsız oldukları inancıyla çocuk yaşta askerlerden oluşturduğu bir donanmayı Kudüsü “kurtarmak” amacıyla denize saldı, ama kaderin cilvesi o ki batan geminin içindeki bu insanlar kendilerini dahi kurtaramayıp boğuldular açık denizde.  1340 larda başlayıp Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birinin ölümüne yol açan Kara Ölüm salgınları da hayatta kalabilenleri de var olan sıkıntıların çözümlerini başka mecralarda arayan nedametle kendilerini kamçılayıp affa mazhar olmak isteyen insanlara dönüştürmüştü. Mesih’in gelme zamanının yaklaştığı bu dönemde yaygın bir fikir halini aldı, ama Mesih gelmedi.  Ya da gelen bekledikleri Mesih olmadı. Karizmatik Azizlerin ise gösterdiği yollar ise çözümü yine öteki dünyaya bırakmaktan öteye geçmedi.
 
V.  Rönesans ve Reform Döneminde Gelenek
Bu geleneğin oluşturduğu ilk fay hattı aslında Endülüs medeniyetinin kültürel etkileri sonucunda ortaya çıkan Rönesans ve Reform hareketleriyle ortaya çıktı.  Bu Protestanlığın ortaya çıkmasıyla ve Batıdaki o zamana kadar en azından var sayılan bütünlüğün ortak Kilise yani Roma kilisesi tahakkümün ortadan kalkmasıyla sonuçlanmıştır. T. S. Eliot’ ın Notes Towards the Definition of Culture adlı eserinde acı acı tefekkür ettiği husus budur.  Zaten 13. yy. dan itibaren milli diller ve edebiyatlar, aristokrasi ve hanedan bazlı milliyet şuurunun ve millileşen şahsi politikaların  sonucunda epey farklılıklar oluşmuş, Kilise güvenirliğini Haçlı seferlerinin getirdiği yıkım ve kendi içindeki yozlaşmayla kaybetmişti.  Ekonomik olarak ise kilise benzer sebeblerden kan kaybediyordu ve 14. yy. sahibi bulnduğu toprakların yarıya yakınını aristokrasi lehine kaybetmiş, onunla beraber de mutlak hakimiyetini de yitirmişti. 
Ortaçağ Avrupa’sının kendine has karanlıklarından kurtulması hem cin gelme oğrafi hem de kültürel temellerinden yani aslında bizzat kendinden uzaklaşmayla oldu.  Kilise kısırlaştırdığı edebiyat, sanat ve kültür hayatına gizlice göz kırpmaya başladı.  Burda amaç sanatsal olmak değil, sanatı idolleri ve ideoolojisini yaymaktı.  Dinin dili Latince idi ve onu bilenler de sınırlı sayıda kilise mensupları idi.  Durum böyle olunca, kilise daha önceleri yasakladığı tiyatroyu bu sefer çok daha ilkel türü olan anadilde yazılmış, kilise ideolojisi doğrultusunda basitçe sahnelenen ve kilisede oynanan “esrar ve mucize oyunlara (Mystery and Miracle Plays)” başladı.  Bazı türleri, miladi beşinci asırdan itibaren ortaya çıkmaya başlayan  bu “vernacular” oyunlar, genelde kutsal kitaplardan alınan kimi ibret sahnelerini okuma-yazma bilmeyen insanlara, kilise papazlarının algılamaları doğrultusunda sergiliyor ve daha önemlisi eğlence ve toplumsallaşma imkanları iyice daralmış olan halka bir imkan sağlıyor,  ortaçağlarda en azından bir fecr-i kazip havası katıyordu. Althusser’in devlet için kullandığı tanımı uygulayacak olursak, “ideolojik” kilise “cihazları” devredeydi.  Roma Katolik Kilisesi 13. asrın başlarında bizzat papanın fetvasıyla papazların bu oyunlarda  yer almasını yasakladı, ama oyunlar klasik çağ gelenekleriyle yazılacak yeni oyunların, özellikle 13. asır sonrasında mayalanmasına katkıda bulundular. Bu yüzyıl aynı zamanda bir canlılığın ekonomik, akademik ve sosyal hayatta kendini gösterdiği dönemdir.
İşte bu başlayan canlanmanın ve hatta sonraki asırlarda Rönesans ve Reform hareketlerini körüğü Endülüs medeniyetiydi. Batı’nın ortaya koymak istemediği, İslam dünyasının ortaya koyamadığı medeniyet. Eındülüs aslında sadece İspanya’yan ibaret değildi; Portekiz ve Fransa’nın güneyini de içeriyordu. 711 yılında Emevilerin Tarık Bin Ziyad ile Cebalitarık Boğazını geri dönmemecesine geçmesiyle başlattığı ve 1492 yılına kadar devam eden bir devasa medeniyet. İspanya’ya gelerek burasını yurt edinen ve İslam geleneğinin berceste mısralarından birini oluştururan Emeviler, aslında Abbasilerden kaçıyorlardı.   Tarihin ve talihin çizdiği rol Endülüs Emevilerini, o tam Akdeniz ikliminin hakim olduğu, yürekten inandıkları Kur’an’daki cennet tasvirlerine benzeyen bir coğrafyanın idarecileri yaptı. “Al-Andalus” ismi verilmişti hep yeşil kaldığını anlatmak için. Bir kapı kapanmış, ama diğeri ardına kadar açılmıştı.  Zaten Avrupa’da Roma bölünmüş ve tahta kavgaları çıkmış ve hem Asya’dan gelen Hun akınları ve Keltlerin, Vikinglerin ve Magyarların (Macar-Türk) istilalarının da ekonomik yüküyle idari ve kültürel zaafiyetler yaşayan Avrupa’nın bu bölgesinde Emevilere adeta bir münbit ortam hazırlamıştı.  Geldiler inandıkları ve inandıklarının dinamikleriyle.  Daha önceden çeviri hareketleriyle antikitenin çoğu eserini zaten arapça ve İslam kültürü sahrada vahayı gören seyyah gibi içmişlerdi.  İlim nerde olsa almaları gerektiğine inanıyorlardı.  İlmin, insanın, dinin mahiyetini, dindaşı olmayanları da inandıkları Rabb’ın yarattığına inanıyorlardı.  Ritüellerin spiritüel hayatın hazırlığı olduğunun bilinciydeydiler. Ve bu insanları dini ilim ve dindışı ilim kavramları yoktu. İnsana ve insanın varlığına dair her türlü bilgi, kitap onların gözünde polenler gibiydi.  İlimden ve kitaptan korkmuyorlardı.  Onları, tercüme etmekten, okumaktan, tartışmaktan.  İnandıklarına sağlam inanmışlardı.  “Oku!”mak ve düşünmek eylemi, önceleri tabii oldukları merkezi otorinenin de olmamasıyla daha bir anlam kazanmış ve yeni sorunlarla muhahıp olmanın hem sıkıntısını hem de onlara çözüm bulma coşkusunu yaşadılar.  Halife Ali dönemini müteakiben mülkleşmaya başlayan ve Emevilikle hanedanlaşma süresine giren İslam medeniyeti, yine Emevilerin bir başka koluyla İspanya’da bir medeniyet galasının açılışını yaptılar.
Endülüs Emevileri 12. asırda Batı’ya yeniden düşünmeyi öğretti.  Ortaçağ Avrupasında yazılan şeyler kimi dini tefsir ve teksir işleriyle Azizlerin mucizevi hayatlarını anlatan “hagiography”den öteye gitmedi. Önce tıp, astromomi gibi pratik alanlarda başlayan çeviri hareketleri kısa zaman içinde zamanın bütün beşeri ve tabiat bilimlerini kapsayan  bir kültürel, felsefi, mimari, idari, sanatsal, ve edebi telif çalışmalarının merkezi ve akademik araştırmaların merkezi Avrupa’da akademisyen yetiştiren bir merkez haline geldi Endülüs.  Öyleki Sadece İspanya değil, İtalya, Fransa, Almanya, İngiltere vb.  Avrupa ülkelerinden Ukrayna’ya kadar bir coğrafya içinde Endülüs tahsil yapmaya gelene insanların araştırma merkezi oldu.  Katolikliğin babası olan Thomas Aquinas’ı yetiştiren,  Ulrich Engelbert’in “zamanın dahisi” diye adlandırdığı Albert Magnus bile Endülüs’te eğitim almıştı. Oxford ve Cambridge Endülüs kampüslerine öykünülerek inşa edildi.
Avrupa krallarının okuma yazma bilmediği zamanlarda Endülüste emirlerin şahsi kütüphanelerinde 60.000 cilde varan eserler vardı ve 14. asırda Endülüs üniversite  kütüphanelerinde 1.000.000 cilt kitap varken Fransa’da Paris kütüphanesinde sadece 6 (altı) kitabın olduğu tarihi vesikalarla sabittir.  Gothik mimariden, gitara, tambourine den, trobadour (gezgin ozan)lara, sokak lambalarından romanslara, şehir hayatından yıkanmanın gereğine dair nice hijyenik kuralı ve de en önemlisi kadını, meta veya nesne gibi değil, kadın gibi, insan gibi aşk sevmeyi öğretti Endülüs. Bakire Meryem kültlerinin çıkışında etkin olan Endülüstür; İsa’nın erkek olarak varlığı, kadın olan annesine yer bırakmayacak kadar doldurmuştu Katolik dünyasını. Fransız chansonlarından, Alman Nibelungeliedlerine, Chaucer’ın Canterbury Hikayeleri’nden, Boccaccio’nun Decameron’una ve daha sonra ana dillerde yazılan  (Latince değil) Avrupa aşk hikayelerinin çoğunda ve şiirde nice yeni türlerde, hatta modern romana geçiş aşamasında kurgulama tekniklerinin özünde Endülüs mirası vardı. Her ne kadar tam bir İslam düşmanı ise de Dante’nin İlahi Komedya’sı tematik ve teknik olarak Endülüs’ten alındı. Avrupa’ya şövalyeyi, Amerika’ya “gaucho” ve kovboy’u Endülüs’ten esintiler götürdü.  İbn-i Rüşd, İbn-i Arabi, İbn-i Hazm ve Batı Edebiyat ve felsefesine ve hatta ilahiyatına doğrudan ve dolaylı olarak unutulmaz katkılar yapan, tıbbın astronominin, optik, matematik, fiziğin, hermenötik yani edebiyat, belağat ve dil bilimi çalışmalarının Batı’da öğrenilmesinde etkin olan daha nice isimler Endülüs’ün mirası oldu. Aristo’nun Poetika’sının en eski nüshasının Arapça olması bu anlamda çok manidardır.
Kavram olarak İlk defa Fransız tarihçi Jules Michele’nin 1855’te  kullandığı Rönesans, 16. asırdaki yeni dünya ve insanın keşfi anlamın geliyor ve Jacob Burckhardt’ın İtalya Rönesanz Medeniyeti )1860) dlı kitabındaki algılamasıyla yeni bir “y Rönesans 14. asırda İtalya’da başladı ve 16.17. asırda Avrupaya yayıldı. Rönesansı anlamak ancakr insanlığın yeni bir bilincin ortay çıkması anlamına geliuyordu. Endülüs mirasını anlamakla tarihi çehresine kavuşacaktır.  Endülüs sadece doğrudan bilgi üretimiyle katkıda bulunmadı Batı’ya.  Kendisine karşı üretilecek antitezlerin çıkmasına sebebiyet vererek de katkı yaptı. Apolojetik eserler Batı’da özellikle 11. asırdan sonra çıkmaya başladı. Kur’an’ın kısmi tercümelerini bu dönemde yapmaya başladılar. Maksat öğrenmek değil, “kendi silahıyla” muarızlarını altetmekti. Zamanla Kutsal kitap ve Hristiyan ilahiyatına ait yeni açılımlar ve yorumlar çıkmaya başladı.  Matbaanın icadı ve Kutsal Kitabın Latincenin ve Kilisenin sultasından çıkıp milli dillere tercüme edilmesi ile artık belli bir entellektüel Hristiyan kitle de oluşmaya başladı.  Bazen bu Aristo şerhlerini yazanların eserlerini bizzat Aristo yazmış sanılmasına kadar bir garabet ve yanlış algılamayı da çıkardı.  Ama akademik ve entellektüel hayatın yavaş yavaş Kilise’nin tekelinden çıkmasında önemli rol oynadı. Kilise ve manastırların içindeki loş ışıklar veiçerdekilerin ancak kadın mı erkek mi olduğunu anlamaya yettiği için dışardaki aydınlanmalar kuvvetle içeri nüfuz etmeye başlayacaktır ki bu da Reform harekelerinin başlaması anlamına gelmektedir.
Ortaçağda bazı mutezili hareketler olmuştu.  Mesela Jonn Wycliffe yerleşik uygulamalardan bazılarına karşı çıkmıştı. Ona göre, cennetten arsa satma yetkisi kimsede yoktu; azizleri putlaştırmak yanlıştı, o kadar kutsal mekan olmazdı ve kilise mensuplarının eğitim ve ahlaki standartları düşüktü.  Kutsal Kitabın tercümesi ve halkın anladığı dilde olması gerekiyordu.    Ortaçağda Wycliffe ve John Huss gibi kimi reform taraftarları ya afaroz veya idam edildi, ya da sürgün.  Rönesansla beraber gelen sanatta ve edebiyattaki sekülerleşme gitgide Humanizm adıyla bilinen Antikitedeki miras ve bakış açılarının da gündeme gelmesine vesile oldu.  Kilise Haçlı seferleri boyunca zaten hem devletler kanalıyla hem de İsa’dan aldığını iddia ettiği gücünü ve inanırlığını kaybetmeye başlamıştı.  Kilise ve manastırlardaki suistimaller ve daha nice siyasi oyunlar Kiliseyi zaten halk nezdinde küçültmüştü ve bu da gelirlerinin de küçülm esi anlamına geliyordu.  Büyük arazileri devlet hazinesi gibi elinde tu tan Kilise 1.asırdan itibaren yükselen seküler aristokrasiye kaptırmaya başlamıştı.  Bu arada geleneksel Hristiyanlığın anladığından farklı bir algılama da körükleniyordu.  O da İsa’ya atfedilen bir anekdottu ki burada İsa “İsa’nın hakkını İsaya Sezarın hakkını Sezara” vermeyi öğütlüyordu.  Dolasısıyla kilise yavaş yavaş devle içindeki yapılanmasından ve toplumsal hayattan soyutlanmaya başlayacaktı.  Önceleri dindar bir Humanizm şeklinde antikiteden gelen gelenek Hristiyan değerleriyle fermente edilmeye çalışılsa da zamanla bu tutmayacak ve roma Kilisesi siyasi, iktisadi seçkinlerin ve daha da önemlisi bizzat kendi içinden çıkacak din adamlarının eleştirileiryl etkisini mili devletlere bırakmaya başlayacak ve halk tarafında çabuk akis bulan Protestanların atış poligonu haline gelecek ve yeni çıkan mezheplerle uğraşmak durumanda kalacaktır. Ortaçağa ait hemen her değer hallaç pamuğu gibi atılacaktır. Erasmus gibi filozofların uzlaştırma çabaları da zaman içinde anlamsız kalacak,  Thomas More idam edilecektir. Bütün bu tarihsel eleştiri ve birikim kendisi de bir papaz olan Martin Luther’in fikir yelkenini dolduran rüzgara dönüşecektir. Luther’in 1517 deki 95 tezle ifade edilen prothertesto hareketi aslında sessizce nakledilen, ama bir türlü açıkça konmayan Kilise karşıtı söz ve fiillerden oluşuyordu.  Luthere’ göre bırakın İsayı temsil etmeyi tam İsa karşıtıydı yani Şeytandı (Anti-Christ)Kilise, Sonra Zwingli ve Calvin geldiler. 
Elbetteki Kilisenin farklı kiliselere ve anlayışlara bölünmeye başllaması sadece Kiliseyle kalmayacak aynı zamanda milli devletlerin oluşum aşamalarını, idari kültürel ve ekonomik yapılanmalarını da etkileyen bir süreci başlatmış oldu.  Yeni seyahat imkanlarının ve yeni ülkelerin keşfi de insanlarda
 
VI. Aydınlanma Sonrası Gelenek
Gelenekteki fay hattının bir diğer uzantısını 18. yy. Aydınlanma felsefesi ve 19 yy.da Romanticism gibi edebi akımlarda, Darvinizm ve Marksizm gibi sosyo-politik ve “bilimsel” akımlarada görmek mümkündür.  Orijin sanılanın aslında orijin olmadığ,ı aslında orijinin tek merkez etrafında dönen pergel gibi  kendi etrafında dönmediğine dair itiraf ve sorgulamalar Batı’da nisbeten 19.yy. da, ama kurumsallaşmış anlamıyla 2. Dünya Savaşı ve hususiyetle  1966 dan beri artık bütün sosyal bilimlere sirayet etmiş haliyle Post-Structuralist düşüncede ortaya çıkmıştır.  Bu akımın kurumsallaşmış teorisyenleri Jacques Lacan, Jacques Derrida Roland Barthes gibi figürler olup  hem bilginin bilinebirliğini hem orijinini sorgulamışlardır.
Batıda bilginin geçirdiği evreleri iyi anlamak sanırım bugünün epistemolojik meselelerine de ışık tutacaktır çünkü batıda oluşan gelenek hem tez hem antitezleriyle bir bütünü oluşturmaktadır.  Ulaşılan her sentez ise kendi içindeki dinamiklerle tekrar antitezi teşkil ederek bir senteze-ramak mesafede incelenmelidir. Doğunun geleneği bu manada elbette farklıdır.
Çünkü kutsal Roma İmparatorluğu dağılmış doğudaki uzantısı da müslüman Türklerce zapt edilmişti.  Bu dönemlerde laikleşme sürecine girmiş olsa da batı ülkeleri bugün Avrupa birliği patentiyle tekrar diriltimeye çalışılan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun milli temsilcileri gibi davranmaktan politik endişeleri ağır bastığı zamanlarda Hrıstiyan kimliğini öne çıkarmaktan hiç durmamıştır.  12-13. yüzyıllardan itibaren ortaya çıkmaya başlayan şovalye romansları Şarlman, Kral Arthur ve şovalyelerine dair Fransız ve İngiliz ekolünden, Nibelungeliet gibi Alman ekolünden, Saraçini diye ifade edilen İtalyan ve İspanyol ekolünden tevarüs eden İslam’ı öcü, müslümanları gulyabani olarak algılayan Avrupa edebiyatında sıkça yazılan ve günümüzde modern sinemaya yansıyan vampir hikayeleri Hristiyan dünyasındaki toplumsal şuur altından uluslararası politikalara kadar uzanan bir tayf içindeki ana leitmotiflerdir. Üstelik bu 15. yüzyılda ki Endülüs’deki Müslüman ve Yahudi katliamı tehciri ve zoraki irtidatlara 16. yüzyılın sonlarından itibaren duraklama ve 19. yüzyıldan itibaren de çöküş sürecine giren Osmanlı’nın zaafiyetlerine rağmen olmuştur. 
. 19. Yüzyıl batı toplumlarında egemen sınıflar için sanayileşmenin getirdiği bir maddi refah vahşi kapitalizmin pençesinden kurtulamayan iktisadi, içtimai ve siyasi olarak altta yeralan gruplar için bir hüsran ve her ikisi için de maveranın derin mahşeri sarsıntılarının yaşandığı bir dönem oldu. Bu dönem bilimlerin tasnifinin yapıldığı ve felsefenin vesayetinden çıkmaya başladığı empirizm ve labaratuar bilimlerinin hakikatın tek müessesesi olduğunun umumi kabul gördüğü bir dönemdi. Her ne kadar Amerika ve İngiltere de Yeniden uyanma veya Viktorya dönemi ahlakı diye adlandırılan döneme dini tepkiler olmuşsa da umumi manada 19. Yüzyıl üç ana fikir akımıyla sarsıldı: Darvinism , Marksizm ve Freudianizm.  Her üç akımda bilim adına ortaya çıktılar.  Darvin (1 ….) naturalistti, Marks sosyologtu, Freud (1856-1939) her türlü bilimsel, edebi, mitik veriyi,  kendi mülahazalarını güçlendirmek veya teşvik etme iştiyakıyla kavrulan bir nörolog psikiyatrist.  Hiçbirinin de ortaya attıkları fikirler kendileriyle varolmamıştı. Charles Darvin  1859’da Türlerin Menşei adlı eserini yayınladığında kendinden önceki bir literatüre dayanaıyordu. Bu anlayışıyla o 16 ve 17. yüzyıllardaki Kopernik, Nevton ve Galileo’nun başlattıkları hakikatı müsebbibte değil de sebeb te gören daha huzmeleriye meczup oldukları nur halelerini yakalamaya derman, sabır ve azmi kalmayan, Aziz Aquinasın bazı mülahazalarını alıp kendilerince yorumlayan emprik gelenekten tabiatçı görüşün devamıdır  William Paley’in Tabiat Teolojisi’nin (1802) de takipçisidir.  Darvin tabiat hadiselerini müşahade ettikten sonra “Evreka” hezeyanlarıyla insanlar arasında da hayvanlarınkine benzer bir tekamülün olduğu ve güçlü olanın yaşadığı, olmayanların ise ya yokolduğu ya da yaşamayı mümkün kılan bir tekamül tüneline girdiğini ifade ediyordu. Yani Sokrat’ın mağara tasvirindeki gibi karanlıktan çabucak kurtulmak isterken sadece bir sebebin huzmesiyle kör olmuştu. Fakat Darvin Hristiyanlık öğretisinin kurumsallaştırdığı “Varlığın Yüce Zincirini” kırmayı başarmıştı. Netice itibariyle insan Yehova’nın Eski Ahit’te hem de “kendi suretinde yarattığı” dünyaya hakim olacak bir varlık değil zamanın elinde yoğrulmuş tesadüflerle şekillenmiş diğer hayvanlardan biraz farkı olan ama herhangi ilahi menşei olmayan alet kullanan bir biyolojik mekanizmaydı.  Bu bakımdan Darvin, sanatla Sani-i Kaniat’ın irtibatını koparan bir köşe taşı olup, hem insan iradesini hem de onu yaratan iradeyi sıfırlayan bir konumdadır. Friedrich Nietzsche (1844-1900) nin ilan ettiği “Tanrı öldü” hükmüyle birleştirince, Yahudi-Hristiyan (YH) geleneği temel öğretisini kaybetmiş oluyordu.  Nietzsche’ye göre Yahudilik kıskançlık esasına dayalı bir “esaret ahlakı” içeriyordu. Hristiyan ahlakı ise zayıfarın ahlakıydı çünkü sadakat fakirlik ve tevazuyu fazilet gibi sunuyor ve mücadele yerine tokat yediği zaman “diğer yüzünü çevir diyor iradeyi ortadan kaldırıyordu. O halde insan Tanrıyı silecek ve sonunda Übermensch, kendi iradesini ilahlaştıran bir (Supermen) olacaktı. Çok geçmeden Karl Marx (1818-1883) Darvin’den Saint-Simon, Thiers ve Guizot gibi mütefekkirlerden aldığı fikirleri insanın iktisadi hayatına uyarladı.  İnsan Biyolojik evrim geçirdi ise soyolojik olarak da devrim geçirebilirdi. Nasıl olsa insan Maverayla olan Bezm-i Elesteki mutabakatını koparmış ve kainatı tarih boyunca iktisaden güçlü olanın insafına bırakmıştı.  O halde proleter gerçekleştireceği bir devrimle bu gidişata bir son verecek ve artık egemen sınıfların zayıfları aldatmakta afyon olarak kulladığı dinin vadettiği semada bir yerde gizli olan cenneti yeryüzüne indirecek ve bunu bir tür “halkın diktatörlüğüne” giden devrimle gerçekleştirecekti.  Dolayısıyla din Marksizm için proleteryanın yabancılaşmasına yol açan bir çikolata kaplı uyuştrucudur. Tabiat kanunları insan toplumları içinde geçerli olduğuna göre, tarihte hakim sınıfların oluşturduğu din fikri sınıfsız toplum ideali gerçekleşince kendiliğinden ortadan kalkacaktı.  Diderot ve Volter’le alevlenen Kant’la bir nebze firenlenen ateizm Compte (1798-1857) ve Marks’la öldürücü darbenin ritüelinin hazzını yaşıyordu.   Çünkü Compte sadece insanın değil dinin kendisinin de bir evrim geçirdiğini ilk iki safhanın teolojik ve metafizik nihai ve mutlak safhanın da pozitivizm olduğunu ileri sürerek bilimin tamamen dine bir alternatif olduğunu ifade ediyordu.  Görüldüğü üzere bütün bu fikirler genel manada hem doğu hem batı, hem de  batı kültürünün varyantlarını öne çıkarıyor, arada uçurumlar açıyor, ferdi planda toplumlar ve fertler arasında ki benzerlikleri öne alarak mutlak hakikate ulaşmak yerine, insanı insandan tefrik edip hayvana benzerliğini vurgulamaktadırlar.  Zaten vahşi kapitalizm de bunu almış, en azından insan olmanın hazlarıyla bir nebze olsun teselli bulan batı insanı henüz merkez üssünü tespit etmeye uğraştığı zelzeleleri tecrübe ederken yeni bir zihni ve dini zelzelenin dalgalarına maruz kaldı.  Bu da Freud’çuluktu.  Dini planda teslisi reddeden Freud terstavan muamelesiyle zihni bir teslisi ikame ediyordu.  Daha önceleri nisbeten gelişmiş farkı aslında şuurunda olduğu iddia edilen insan Freud’un psikanalitik teslisi ile üç ayrı şuur merkezinin savaş alanı oluyordu: Süperego, Ego ve İd.  Dahası bu teslisin en alt kademesini en alt ve müstahkem gayya kuyusunu oluşturan libido Eros’un oklarıyla hem egoyu hem de süperegoyu vurabilen ve bunu insanın şuuruna rağmen ve şuurundan habersiz yapabiliyordu. İnsan insanlığıyla beraber şuurunu da kaybetmiş daha önceleri Gotik romanın temeli olan cinsel dürtülerinin esiri olmuş bir Frankeştayn olmuştu.  Buna Einstein’ın (1879-1955) 1921 de yayınladığı Nisbiyetin Manası  adlı eserinin tersinden okunmasıyla ortaya çıkan iyi ile kötünün dahi göreceli olduğu felsefesini eklediğinizde ortaya çıkan sonuç hakikatın, miladdan önce 5. Yüzyılda eski Yunan sofistlerinin ve onları takip eden Agnostik’lerin tenasühüdür.  Ortada tenasüh var fakat Mesih yoktur.  Doğru olan şey muhatabınızı ya belagat cambazlığıyla ya da iktisadi, siyasi ve ekseriyetle de askeri gücünüzü kullanarak ikna ettiğiniz herhangi bir şey olmuştur. Ondokuzuncu yy da Batı dünyasındaki önemli bir yükselişte Fransa kaynakla kültürlenmelerrden kaynaklanan ve imparatorlukların çöküşüne kadar bir sürec,I başlatan milliyetçilik cereyanı oldu ki dinin vaktiyle muvafakk olduğu birlikteliği hem ağırlıklı olarak Fransa ve İngilterenin temsil ettiği  ve Batı denilince en azından Osmanlıda algılandığı şekliyle Avrupa’da hem de her türlü zaafiyetine rağmen İslam hala bayraktarlığını Hilafetin gölgesinde yapan Osmanlı da yıkmaya başladı. O halde 19 yy Kapitalizmin ve milliyetçliğin hem zaferini ilan ettiği hem de bir yüzyıl oldu.  Dinin artık Batı da kilisenin köhneleşen duvarlarının gölgesine iyice sinmişti.  Burada şunu da ifade etmek lazımdır.  Rönesansla başlayan keif hareketleri belirli bir sermaye brikimini oluşturmuş ve bu da hem hammadde hemde daha sonra makina temelli sanayileşme süreci hem müstemlekeliği tabi hale getirmşi hem de hem de Oryantalisme kanat takmıştı.  Kültürel  ve coğraği bariyerler bir anlamda batının “diğeri”nden habersiz yaşamasını gerekli kılmıştı. Fakat kimileri 20 yy ada sarkan 19 yydaki çalışmalar  bir şeye daha şahit oldu:  Batının kendi menşeinin sorgulama süreci ki bu eski Yunanın da kökenlerini deşmek anlamına geliyordu.  Bu uğurda Özellikle İngilizler ve Almanlar tarafınan gerçekleştirilen arkeoloji tarih, dilbilim antopoloi ve mitoloji çalışmaları Batınınher iki kökenin de Doğu da olduğuna delalaet ediyordu.  Eski Mısır, Hind ve Mesopotamya medeneiyetleri deşildikççe etnoloji, filoloji edebiyat tarihi çalışmalar hızlandıkçça ve kolonileştirme çabalarıyla önce askeri ve siyasi grupların daha sonra da entelleektuellerin Hindistan Mısır Anadolu Ortadoğu da yaptığı çalışmalar dilbilim kökenlerinin  kökenlerinini Hinde, medeniyetlerinin Mısır, Ur Ugarit, Girit ve Mino’ya dayandığı o çok sözü edilen dramanın temelini oluışturan Dionysus ayinlerindeki tantının bile aslında Tammuz, İsis ve Osiris’in sadece değişik bir isimle patentlerndiğini farketmislerdi.  İngiliz Sir James Frazer (1854-1941)in  yazdığı oniki ciltlik Altın Dal,  (1911-1922) daha sonra Jung Levi-Strauss, Campbell insanların karşılaşmalı bir dinler tarihi perspektifiyle hem Compte un geleniğini yansıtıyor hem de dini sihir ve follklorik mitlerin yekunu olarak ifade ediyordu. .  Bu çalışmalar bazen hem amerika hem Avrupa da ki aydınların doğuyu nisbeten tanımalarına yol açtı.  Daha önceri Voltaire Konfüçyüs temelli bir Çin felesefini Deizm şeklinde yansıtmıştı. Edinilen bilgi birikibazen kazılar sonucu elde edilen tarihi eser ve hazine avcılıına bazen doğuya daha sempatiyle kmaya ve hatta Müslüman olmata _Fransız Rimbaud- Thoreau, Poe, Melville, Eliot gibi leringibi ve fakat ağırlıklı olarak bir Oedipus compleksiyle doğunun Aşilinki zayıf topuğunun keşfedip onu kültürel siyasi olarak vurmayı hedefleiyrdu.  Öğrenmeyle gelen maalesef materilast iştahı kabartmaktan öteye gidemedi.  Ne Büyük İskender ne İskenderiye Kütüphanesi ihya edilmedi.  Dönem dönem Batı kapitalist ve koloniyalisti hakkaten saf amaçlarla Hristiyanlığa hizmet etmek ve İsa’ın şefkat mesajını yazmak isteyen misyonerlere çok büyük yardımlar da etti, fakat bunun arkasındaki tertip Josep Conrad’ Karanlığınn yyüreği adlı eserinde de ima edildiği gibi cilden kara olan Afrikayı madden ver manende karalığa garkeetmekten öte ye geçemedi.  Bu aslında Karanlık çağlar boyunca  aristokrasiyi kendi doktrinleri doğrultusunsa kullanan kilisede burjuvazinin kaptığı bir rövanş maçıydı.  Kısacası 19 yy ağırlıklı olarak Marx, Freud, Nietzsche vs gibi Yahudi  Hristiyan alemini hallaç pamuğu gibi   savurduğu bir yüzyıl oldu.
İşte 20. yüzyıla girerken Batı toplumları dinleri hakkında oluşan ve kanıksamaya başladıkları bazı intibalar ve önyargılarla donanmıslardı.  Freudun Rüyaların Yorumu tam 1900 da yayımlandı ve fakat kabusların habercisi oldu.  Batı Eros’tan vazgeçmiş Thanatos at koşturuyordu.  Birinci ve ikinci dünya savaşı 19 yuzyılın tohumlarının serpilmesini kan ve barutun ısıttığı seralarda yeşertti.

GELENEKTEN GELECEĞE
Aslında Hegel’in formülleştirdiği diyalektik mantık, hem her kültür içinde hem kültürler arasında devam etseydi diye düşünüyorum. Ama bu önce Ortaçağdap kilise, Rönesans sonrasında aristokrasi, 18. asırda  küçük burjuvasi, 19. asırda kapitalist vahşi burjuvazi ve akabinde devletçi bir dikta mantığını ileri süren teorik Marksizm, 1917 Bolşevik İhtitalinden sonra pratik komunizm ve devlet diktasına dayanan faşizm- aslında devletçi ve diktacı yapılarıyla biriribirine benzeyen siyam ikizleri düşman kardeşleri temsil ederler- ikinci dünya savaşı sonrasında ise sermaye ve Amerikan eksenli bir başka mezkeziyetçi yapıya kaymış ve globalizasyon diye adlandırılan Rus tipi merkeziyetçilikten Amerikan tipi sermaye merkeziyetçiliğine doğru salınan bir monolojik yapıyı beraberinde getirmiştir. Halen hüküm süren ise zafer çığlıkları eşliğinde sürdürülen “yeni dünya düzeni” denen Amerikan merkeziyetçilinin tek sesli ve tek amaçlı ileriye daha henüz “telos”unu yani “geleceğe yönelik bir etik hedefi” tesbitten mahrum yapılanmadır.  Bu yapılanma öylesine kuvvetli bir şekilde yayılmıştır ki halka dışındaki ülkelerin devlet ve entellektüel yapılarına “dönüşü olmayan bir yol” ve “kaybedilmiş dava” olarak görülmekte ve zihinleri dahi esir almaya ve en azından tepki verme hassalarını bile neredeyse baştan bloke etmeyi çalışan  Fukuyama’nın Tarih’in Sonu ve Huntington’ın  Medeniyetler Çatışması” gibi eserlerinin gördüğü işlev aslında budur.  En  azından şimdilik  bu monolojik yapılanma tahakkümünün keyfini kültürel, ekonomik ve siyasi alanlarda sürmekte ve semirmektedir. Muhalif olması tabiatı icabı gereken her oluşum da aslında bu yenilmişlik mantığının sonucu, globalizasyonu hem içselleştirmekte  hem de ona eklemlenerek onu büyütmektedir. Bunun sebebi, rakibin usulleriyle hareket etme gereği ve çaresizliğine, rakibin iç dinamiklerini tam algılamadan  garkolmak ve neticede rakibi altetmek maksadıyla hareket etmekten yola çıkılmasına rağmen, usul metod işleyiş ve mantık itibariyle rakiple aradaki farkları kapatmak, yani rakipleşmek, yani ondanlaşmak sonucunu doğurmaktadır
 













0 comments:

Post a Comment