rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

RENAN'I VE KENDİMİZİ AŞMAK


Renanı ve Kendimizi Aşmak

I. Hilal ve Haç
1883 yılında Afgani’nin Ernest Renan'a cevabı, Renan'ın İslam dininin ilmi gelişmeye mani ya da kapalı olduğu yönündeki ifadelerine karşı verilmişti.  Afgani’nin iddiası ise aslında ilmin İslamda olduğu, İslamın hem Kur’an ve hem de hadislerle İlmi teşvik ettiği yönündeydi. Bu mülahazaların özündeki siluet ise kaynakların ne dediği ve o kaynaklardan beslenen insanların ne olduğuna dair oluşan bir kültürel vakumun tarihsel izdüşümü  idi. 
Bu bir anlamda, yaklaşık bir asırdır askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ve sanatsal anlamda yaşanılan gerilemenin getirdiği defans psikolojisinin ilmi ve dini sahaya yansımasını tarihsel bir çerçeve içine yerleştiriyordu.  Avrupaya karşı yaşanan bu psikoloji sadece Osmanlının değil aynı zamanda bütün müslümanların endişe ve tedirginlikle izlediği bir defans, yeni ve en son cephenin kaybedilmesine yönelik kimi endişeleri de beraber getiren bir dil geleneğini teşkil ediyordu tedricen.  Bu dilin adı ürkeklik, kültürel fay kırılması, kendinden, kültüründen endişe ve Renan’ın iddialarını zahiren ve haklı olarak reddeden ve fakat aynı zamanda zımnen teyid eden hayranlık ve düşmanlıkla karışık sosyal-psikolojinin mücessem haliydi.  Hayranlık veya imrenme ile karışık bir kıskançlık belki bütün entellektüel kesimlerine ve hatta Devlet-i Ali’nin en üst kademlerine kadar sinsice sirayet etmişti aslında.  Sadece zaman ve mekana göre bu karmaşık duyguların alaşımlarının oranlaması değişiyordu. Eczacıya göre mütemmim cüz şekil alıyordu.   Doktor hem çok, hem de yoktu.  Eskiden dil hem lisan hem de gönülü ifade ediyodu; şimdi ise zilleti, gafleti, şaşkınlığı… Önceki dönem Topkapı’nın dönemiydi: Osmanlının en mücella dönemlerinde yapılmış sade, süzülmüş bir mimari, amaçlara ve ihtiyaca göre-lükse değil- hitap eden, gerek görüldükçe genişletilen Boğaza hakim tavrıyla mağrur bir saray.  Şecaatin sarayı. Devletin sarayıdır. Ağyara hükümran, halkına hadim devletin sarayı. Sonraki ise Dolmabahçe’nin tavrıdır:  Mimarisi ve mimari yabancı, borç parayla ve Osmanlı’nın çöküş döneminde yapılmış, tepelerin kartalı olmayı değil denizin dudağından tutmayı amaç edinen denizle lebaleb, sefahatin ve lüksün, haramzadeliğin eseri ki sütunların altından yapılan ısıtmasıyla Topkapı’ya nazaran çok daha heybet ve teferruata sahiptir.  Sultanın sarayıdır. Halka değil ona ve avanesine hizmet için yapılmıştır.  Koskoca bir alem onca kıtaları nallarıyla hallaç pamuğu gibi atan, kargılarını semaya sütun yapan alem, Hakka tapan alem, adaleti mabed yapan alem, ıssız adaya düşen Robinson gibi, alabora olan gemiden birşeyler kurtarıp bir kulübe inşa etme telaşındaydı. Üstelik sürek avcıları ona Robinson’luğu bile çok görüp onu Cuma’nın konumuna sokmak istiyorlardı.  EL-hamra  çoktan vaftiz olmuştu.  Granada yerlebir.  Tekbir kükremeye hasretti millet; Topkapı’dan Dolmabahçe’ye tenzili rütbe ile inmişti devlet ve milleti indirmişti beraberinde..      Devlet-i Ali, Bab-ı Ali ile cedelleşmedeydi.  İlim öğrensin diye Fransaya giden nesiller, siyaset erbabı olarak geri dönmüşlerdi.  Kimisi İslamcı, kimisi Türkçü veya Turancı, Kimi Osmanlıcı, kimi de Batı’cı idiler.

                        II. Topkapı’dan Dolmabahçe’ye
Bu noktaya  gelinmesi, yani küffarın da ümidi iken “frenkten” veya “”kefereden” medet umulmasına kadar düşen Osmanlı’nın hüznü hemen teşekkül eden bir psikoloji değildi elbette.  Uzun zamandan beri toprak kayıpları yaşanıyordu. Eğitim gerilemiş, dışardaki gelişmelere bigane kalınmış, vergi gelirleri azalmış, Osmanlının devlet itibarı  ve parası değer kaybetmiş, borç parayla kimin zaman devlet açıkları kapatılmış kimi zaman sefahatin delikleri tıkanmıştı. Hala dışarda sözünü geçiriyor ise de devlet içerde kendi atadığı Mısır Valisine bile söz geçiremez olmuştu.
Karlofça belki de –çan olmasa da- birşeylerin uçup gittiğini ima eden bir mahzun salavatın devreye girdiğini gösteriyordu.  Giray Han’ın ihanetini tek sebep gösteremeyecek kadar bir şeyler değişmişti aslında.  Thuydices’in ifade ettiği gibi imparatorluklar ya büyümeli idi ya da yok olacaklardı.  Gerçi Osmanlı hiçbir zaman Batı’lı anlamı ile bir imparatorluk değildi; O Devlet-i Ali-i Osmaniye idi. Ne de Osmanlı padişahları kendilerine “İmparator” denilmesini istemişlerdi.  Onlar ya  “Sultan”dılar ya “Padişah” ya da “Han”… Yani kavramın kökenlerinden neşet eden bir kültürel farklılık vardı ünvana bakışta.  Onlar kibirli değil ve fakat vakar sahibi bazen de gaflete kaçacak oranda gururları vardı.  Çünkü Devletleri ta Osman Bey’den sadır olan bir rüyayla İlahi bir misyona aday idi ve üstelik İslam Peygamberinin bizatihi övgüsüne mazhar olmuş bir Sultanın yani Fatih Sultan Mehmet Han’ın soyundan geliyorlardı.  Dolayısıyla hem tarihi hem de dini bir misyonları vardı.  Kendilerinden emindiler devletlerinden de… Kızıl elma ise hep bir adım ötelerinde idi; attıkları her yeni bir adımda o tekrar ileriye sıçrıyordu  ve ebed-müddet bir nizamdı gaye.  Kanuni bir tek top atmadan, sadece bir mektupla  Fransa Kralına emirlerini uygulattırıyor hapisteki kralı serbest bıraktırıyor, 28 Mehmet Çelebi Avrupa seyahatinde müşahade ettiği, Frenklerin yaptıkları sanayileşmenin nüvesi mahiyetindeki kimi mamulleri mağrur ve gafil bir edayla kaydedip dönüşte rapor olarak yazıyordu.  Osmanlı Padişahları devletin son çöküş dönemlerine kadar Avrupalı kral ya da imparatorla aynı masaya oturmak yerine, Vezirleri ile onları muhatap ediyordu. Biliyorlardı ki bu zımnen her iki devletin ve başkanlarının eşit olarak telakki etmek anlamına gelecekti ki bu da onları kabul edemeyecekleri bir siyasetti…
Kuşlara konak inşa edecek kadar şefkatli, parasızlıktan evlenemeyenleri veya borcundan dolayı hapse düşenleri vakıflarla destekleyip mağdur etmeyecek kadar düşünceli, bir kaç dilde divan tertip edecek kadar sanatkar, sevgilinin elbisesindeki gülün dikeninin gölgesinin onu incitmesinden endişe eden şairler çıkaracak kadar sanat ve sevginin zirvelerini keşfetmiş, “rüşvet değildir” diye selamını almayan memurları şairane bir tarzda tiye alacak kadar edebiyatçı, zayıf ve hastalıklardan muztarip bir eşeği şiirin konusu yapacak kadar nüktedan ve merhametli, kendilerinden büyük ve kendilerini yaratan Allah’ın var olduğunu daima hatırlatan insanların maaşa ya da iltifata tabi tutulduğu ve kibiri şeytanlık olarak addeden insanlardı.  Keşfinden kısa bir süre sonra Amerikanın varlığından haberdar olan, müslüman, yahudi ayırımı yapmadan 1492 de Avrupalı “reconquistador”ların paranoyak korku ve katliamlarından kurtarmaya kendini adayan da onlardı.   Kimi yerlerin fethini savaşsız yapan da.  Çünkü gönüllerini çoktan fethetmişlerdi Bogmillerin Nasturilerin ülkelerinden önce.  Hristiyan kardeşlerinin zulmünden yılmış vergilerden beli bükülmüş insanlar onlarla öğrendiler yaşamayı, temizliği, vicdanı ve inandıklarını diledikleri gibi yaşamayı.  Tek şart muannid veya hain olmamalarıydı. 
Tarihte kendileri kadar büyük ve geniş alanlara yayılmış bir Roma devleti vardı.  O da 5. asırda Atilla ve ordusu ile sendelemiş sonra iç çekişmelerle ikiye bölünmüş ve nihayet Fatih’in zamanında onun doğu uzantısı olan Bizans kalmıştı. Onu zaptetmek suretiyle Fatih aslında Atilla nın başlattığı, Arapların devam ettirip muvaffak olamadığı Roma Fatihliği veya Bizans fatihliği ünvanını da almıştı.  Roma bir imparatorluktu.  Büyüktü, kudretliydi.  Fakat kudretini hem kendi halkına, hem diğer milletlere zulme dönüştürmüştü.  Hem pagan hem Hritiyanlık bayrağını taşıdığı dönemlerde Roma zulümlerden geri durmadı.  Zulmünün muhatabı ya da kurbanlarıydı değişen Romanın kudretinin; gah Afrikalılar gah Ortadoğu halkları, gah hristiyanlar gah hristiyanların düşmanı olan Yahudiler, sonraki dönemlerde de müslümanlar vs.  Ve Fatih bunları biliyordu… Bir kısım Roma tarihini bizzat kendi orijinal dillerinde okumuştu ve hem bir dini  hem de siyasi bir hedefi de zihninin şirazesinde muhafaza ediyordu: Bizans’ın siyasi mirasçısı da olmak.  Hatta artık bu gücün karşısında duramayacklarını anlayan kimi Batı Avrupalı ülkelerin ileri gelenlerinden-siyasi ve dini—kendisinin Hristiyan olması halinde bütün hsritiyanların onun ermine gireceği yönünde resmi mektuplar da almıştı.  Vakar, vukuf, şecaat, ilim, istikrar ve kararlılık ve varılan kararda sonuna kadar gitmek, istişare, planlama ve dahi güçlü olduğu anda o gücü zulme değil hizmete tahvil etmek gibi unsurlardı onun şahsiyetinde toplanan meziyetler.  Evet Roma güçlüydü, ama gücünü zulm ve kıyım makinası yapmış, hatta zulmü temaşa malzemesi yapmış, arenalarda ve tiyatrolarda kendi insanlarına seyrettirmişti.   Onun düsturu ise adını aldığı önderinin bir sözüydü; Gayr-i müslimlere zulmeden, Peygamber’e zulmetmiş gibiydi. 

III. Gemileri Yakmak


Endülüs’te yedi asır (8-15 yy) ve Selçuklu ve Osmanlının parlak dönemlerinde 9 asır (10. asıradan itibaren) neye uğradığını şaşıran Batı’nın, tedrici gelişmelerle hem Endülüs’ü yokeden sonra da Osmanlı’yı yok etmeye çalışarak geçmişin rövanşını almak isteyen bir kültürün şavaş dansının hem dilini hem ritmini  ifade ediyordu Renan. Fakat Afgani ile Renan’ın  ister cismi ister sembolik olsun bu karşılaşması ise en azından bir diyalog sürecinin hala işlediğini gösteriyordu. Yani bir tarafın diğerini mutlak kabulunu değil mücadelesini ve teatisini resmediyordu. En azından şimdilerde yenilmeye adım adım soluyan bir kültürün hala direniş mecali olduğunu  ifade ediyordu.  Sonraki gelenek ve onun doğrultusunda oluşan dil ise 1) Batı’yı –daha ne olduğunu anlamadan- tartışılmaz bir şekilde putlaştırmaya; ya da 2) Şeytana has, küfre has olan her özelliği giydirip geçmişte olan bir nostaljik ideal ve altın döneme hasretin önündeki bir engel, ya da mücella dönemle kıyaslandığında hale dair ıstırabınların günah keçisi hem de hala o kültürün değil de o kültüre ait insanların imani ve islami hatalarına yüklenen bir mantığı beraberinde getiriyordu.  Bir tarafın halin ıstırabı unutuluyordu, bir taraftan da mazinin parlaklığı belli kültürel değerlerin o eski dönemdeki gibi yaşanması durumunda mevcut düşüşün tekrar bir hızlı yükselişe dönüşeceğine dair İlahi inayeti bazlı bir dilin kelimeleri böyle oluşturuldu.  Bu anlayışa geçmişteki kimi dönemlerde İnsanlar İslamı en iyi şekilde yaşıyorlardı, bu nedenle   İlahi inayeti hep işlerinde hissetmişler ve onun kudretiyle ihtişamı yakalamışlardı.  Şimdi ise bu değerlerden uzaklaşılmış olduğu için daha önce lütfedilen ilahi inayet şimdi adeta bir ilahi cezaya dönüşmüştü; bu nedenle de Osmanlının gerilemesi adeta müstehak olunan bir kader çizgisinin hem Osmanlı Devleti hem de bütün İslam aleminde beliren İlahi adaletin tecellisiydi.  Devletin kurucusu Osman Bey’in rüyasında gördüğü o devletin ebed-müddet olduğunu simgeleyen ulu çınar ağacı ise artık maruz kalınan onca yenilgi ve çöküş karşısında fazla bir anlam ifade etmiyordu.  Çünkü bu gidişatı önlmek için atılan kimi adımlar aslında kendinde eksik olanın sadece askeri ve biraz da batı görgüsü (fenni ve ilmi teknolojisi değil) güç olduğunu zanneden ve o gücü tekrar elde edince terkrar şaha kalkacağını zanneden resmileşmiş görüşün yanında reçeteleri farklı olan Pan-İslamizm Pan-Osmanism Pantürkizm gibi akımların birleştiği teşhis noktaları esasen belliydi:  Osmanlı çöküyordu.  Kurtarmak gerekiyordu.  Bunun içinde Batıya yönelmek gerekiyordu ki bu psikoloji zaten üzerine heyula bir buldozerin geldiğini hissettikçe hem ıztırabı artan hem alelacele çözüm üretme amacında olan, Fransız efkarından mülhem, belki gafletleri olan, ama ihaneti akıllarından geçmeyen insanların çözümleriydi.  Çözümler farklıydı, fakat bu nesillerin ortak paydası Batının –ki o zamanlar insanların anladığı şekliyle ağırlıklı olarak Fransa ve biraz da İngiltere’yi ifade ediyordu.  Amerika lafzın bir parçası zaten değildi-- kendilerinden ileri olduğu düşündükleri bir TEZ idi.  Ve üç temel fikir hareketi buna antitez niteliğinde kendi kültür yapılarından utanmayan ve hatta mazisiyle gurur duyan, ama  yenilmişlik duygusu ve ezilmişlikle kendine ait değerlerle batı sandıkları unsurlardan aldıkları kimi askeri ve felsefi hususları tevhid ederek zilletten kurtulabileceklerini, sanan insanlardan oluşuyordu. Ve ANTİTEZ MAHİYETİNDE idi.   Çünkü bu tarz düşünüş temelde –daha sonra da Japonya ile gündeme gelen—“onların dini bizim işimiz, bizim işimiz de onların dini  gibi” diye formüle edilen kimi zaman takdir çoğu zamanda tahkiri içeren bir mantıktaydılar.  Ve Fakat Batıcılık kavramı her yönüyle sorgusuz sualsiz bir-kendilerininde tam olarak idrak etmeye muvaffak olamadıkları bir teslimiyetçi mantığı beraberinde getirdi.  Batı herşeydi ve medeniyeti hem eşiği, hem ocağı, hem kucağı, hem salıncağı, hem tahtırevanı idi.  Onun için batılı gibi yaşamak, batılı gibi giyinmek ve yemek Batılı gibi müzik dinlemek, batılı gibi mabedlelere sıralar koymak ve hatta Batılı ırkın bu hasletlerinin ırkından dolayı olduğu vehmedilerek Batılı damızlık insanlarla yeni bir tür insan yetiştirme tasarıları bu zihniyetteki kimi insanların öngörüleri arasına girmişti.  Her köye bir piyano projesi bu dehanın bir devamı niteliğindedir.  Bu deha bugünde “Kırsal kesim” dedikleri ve fakat henüz batılı bir sosyolog ya da Türkoloğun onda biri kadar bilmedikleri insanlara senfoni dinletmek suretiyle bu yüce ideali gerçekleştirmeye gayret sarfetmektedir.
            Bu konudaki argümanların düçar olduğu temel hata aslında bugünde devam eden bir kaç arazla malul olmalarıdır.  Öncelikle bu insanlar Batıyı bir monolitik oluşum gibi görüyorlardı ve Batı’yı temelde temsil eden siyasi ve entellektüel elit içinde insanların hayranlıklarını gizleyemedikleri Fransız ve İngiliz kültürüydü.  Bunun yanısıra herkesin Batısı bir başka dar alandan daha geçiyordu ki bu da Fransaya aşina insanın Paris’i, İngiltere’yi tanıyanın da Londra’yı ve hassaten de bu iki yerde yaşadıkları mahalli Batı’nı tek bir numünesi saymasıydı çoğu zaman.  Ve bu numüne diğer yerlerde hep aynıydı. 
Halbuki bu dönem Fransa ve İngiltere’si sanayileşmenin getirdiği sancılar ve toplumsal hareketler bir yana once Darvinizm sonra da Marksizm, Taine ve Compt’un açtığı fikir anaforlarında çalkalanıyordu.  Daha sonra da Freud son dönem Osmanlı aydınlarının sandığı gibi medeni insanın Batılı portresini çizerken aslından o insanın insani vasıflarından uzaklaştığını ifade ediyorlardı.  Osmanlı entellektüeli bu durumdan ya haberdar değildi, ya da meseleye kabuktan nüfuz edebilmişti ancak.
Aslında 19. Yüzyıl Batı toplumlarında egemen sınıflar için sanayileşmenin getirdiği bir maddi refah vahşi kapitalizmin pençesinden kurtulamayan iktisadi, içtimai ve siyasi olarak altta yeralan gruplar için bir hüsran ve her ikisi için de maveranın derin mahşeri sarsıntılarının yaşandığı bir dönem oldu. Bu dönem bilimlerin tasnifinin yapıldığı ve felsefenin vesayetinden çıkmaya başladığı empirizm ve laboratuar bilimlerinin hakikatın tek müessesesi olduğunun umumi kabul gördüğü bir dönemdi. Her ne kadar Amerika ve İngiltere de Yeniden uyanma veya Viktorya dönemi ahlakı diye adlandırılan dini tepkiler olmuşsa da umumi manada 19. Yüzyıl üç ana fikir akımıyla sarsıldı: Darvinism , Marksizm ve Freudianizm.  Her üç akımda bilim adına ortaya çıktılar.  Darvin bir naturalistti, Marks sosyologtu, Freud (1856-1939) her türlü bilimsel, edebi, mitik veriyi,  kendi mülahazalarını güçlendirmek veya teşvik etme iştiyakıyla kavrulan bir nörolog psikiyatrist.  Hiçbirinin de ortaya attıkları fikirler kendileriyle varolmamıştı. Charles Darvin  1859’da Türlerin Menşei adlı eserini yayınladığında kendinden önceki bir literatüre dayanıyordu. Bu anlayışıyla o 16 ve 17. yüzyıllardaki Kopernik, Nevton ve Galileo’nun başlattıkları hakikatı müsebbibte değil de sebeb te gören, daha huzmeleriye meczup oldukları nur halelerini yakalamaya derman, sabır ve azmi kalmayan, Aziz Aquinas’ın bazı mülahazalarını alıp kendilerince yorumlayan empirik gelenekten tabiatçı görüşün devamıdır  William Paley’in Tabiat Teolojisi’nin (1802) de takipçisidir. 
Darvin tabiat hadiselerini müşahade ettikten sonra “Evreka” hezeyanlarıyla insanlar arasında da hayvanlarınkine benzer bir tekamülün olduğu ve güçlü olanın yaşadığı, olmayanların ise ya yokolduğu ya da yaşamayı mümkün kılan bir tekamül tüneline girdiğini ifade ediyordu. Yani Sokrat’ın mağara tasvirindeki gibi karanlıktan çabucak kurtulmak isterken sadece bir sebebin huzmesiyle kör olmuştu. Fakat Darvin Hristiyanlık öğretisinin kurumsallaştırdığı “Varlığın Yüce Zincirini” kırmayı başarmıştı. Netice itibariyle insan Yehova’nın Eski Ahit’te hem de “kendi suretinde yarattığı” dünyaya hakim olacak bir varlık değil zamanın elinde yoğrulmuş tesadüflerle şekillenmiş diğer hayvanlardan biraz farkı olan ama herhangi ilahi menşei olmayan alet kullanan bir biyolojik mekanizmaydı.  Bu bakımdan Darvin, sanatla Sani-i Kaniat’ın irtibatını koparan bir köşe taşı olup, hem insan iradesini hem de onu yaratan iradeyi sıfırlayan bir konumdadır.
Friedrich Nietzsche (1844-1900) nin ilan ettiği “Tanrı öldü” hükmüyle birleştirince, Yahudi-Hristiyan (YH) geleneği temel öğretisini kaybetmiş oluyordu.  Nietzsche’ye göre Yahudilik kıskançlık esasına dayalı bir “esaret ahlakı” içeriyordu. Hristiyan ahlakı ise zayıfların ahlakıydı çünkü sadakat fakirlik ve tevazuyu fazilet gibi sunuyor ve mücadele yerine tokat yediği zaman “diğer yüzünü çevir” diyor, iradeyi ortadan kaldırıyordu. O halde insan Tanrıyı silecek ve sonunda Übermensch, kendi iradesini ilahlaştıran bir (Süpermen) olacaktı.
Çok geçmeden Karl Marx (1818-1883) Darvin’den Saint-Simon, Thiers ve Guizot gibi mütefekkirlerden aldığı fikirleri insanın iktisadi hayatına uyarladı.  İnsan Biyolojik evrim geçirdi ise soyolojik olarak da devrim geçirebilirdi. Nasıl olsa insan Maverayla olan Bezm-i Elesteki mutabakatını koparmış ve kainatı tarih boyunca iktisaden güçlü olanın insafına bırakmıştı.  O halde proleter gerçekleştireceği bir devrimle bu gidişata bir son verecek ve artık egemen sınıfların zayıfları aldatmakta afyon olarak kulladığı dinin vadettiği semada bir yerde gizli olan cenneti yeryüzüne indirecek ve bunu bir tür “halkın diktatörlüğüne” giden devrimle gerçekleştirecekti.  Dolayısıyla din Marksizm için proleteryanın yabancılaşmasına yol açan bir çikolata kaplı uyuştrucudur. Tabiat kanunları insan toplumları içinde geçerli olduğuna göre, tarihte hakim sınıfların oluşturduğu din fikri sınıfsız toplum ideali gerçekleşince kendiliğinden ortadan kalkacaktı. 
Diderot ve Volter’le alevlenen Kant’la bir nebze firenlenen ateizm Compte (1798-1857) ve Marks’la öldürücü darbenin ritüelinin hazzını yaşıyordu.   Çünkü Compte sadece insanın değil dinin kendisinin de bir evrim geçirdiğini ilk iki safhanın teolojik ve metafizik nihai ve mutlak safhanın da pozitivizm olduğunu ileri sürerek bilimin tamamen dine bir alternatif olduğunu ifade ediyordu.  Görüldüğü üzere bütün bu fikirler genel manada hem doğu hem batı, hem de  batı kültürünün varyantlarını öne çıkarıyor, arada uçurumlar açıyor, ferdi planda toplumlar ve fertler arasında ki benzerlikleri öne alarak mutlak hakikate ulaşmak yerine, insanı insandan tefrik edip hayvana benzerliğini vurgulamaktadırlar.  Zaten vahşi kapitalizm de bunu almış, en azından insan olmanın hazlarıyla bir nebze olsun teselli bulan batı insanı henüz merkez üssünü tespit etmeye uğraştığı zelzeleleri tecrübe ederken yeni bir zihni ve dini zelzelenin dalgalarına maruz kaldı.  Bu da Freud’çuluktu.  Dini planda teslisi reddeden Freud terstavan muamelesiyle zihni bir teslisi ikame ediyordu.  Daha önceleri nisbeten gelişmiş farkı aslında şuurunda olduğu iddia edilen insan Freud’un psikanalitik teslisi ile üç ayrı şuur merkezinin savaş alanı oluyordu: Süperego, Ego ve İd.  Dahası bu teslisin en alt kademesini en alt ve müstahkem gayya kuyusunu oluşturan libido Eros’un oklarıyla hem egoyu hem de süperegoyu vurabilen ve bunu insanın şuuruna rağmen ve şuurundan habersiz yapabiliyordu. İnsan insanlığıyla beraber şuurunu da kaybetmiş daha önceleri Gotik romanın temeli olan cinsel dürtülerinin esiri olmuş bir Frankeştayn olmuştu.  Buna Einstein’ın (1879-1955) 1921 de yayınladığı Nisbiyetin Manası  adlı eserinin tersinden okunmasıyla ortaya çıkan iyi ile kötünün dahi göreceli olduğu felsefesini eklediğinizde ortaya çıkan sonuç hakikatın, miladdan önce 5. Yüzyılda eski Yunan sofistlerinin ve onları takip eden Agnostik’lerin tenasühüdür.  Ortada tenasüh var fakat Mesih yoktur.  Doğru olan şey muhatabınızı ya belagat cambazlığıyla ya da iktisadi, siyasi ve ekseriyetle de askeri gücünüzü kullanarak ikna ettiğiniz herhangi bir şey olmuştur. Ondokuzuncu yy da Batı dünyasındaki önemli bir yükselişte Fransa kaynakla kültürlenmelerrden kaynaklanan ve imparatorlukların çöküşüne kadar bir süreçi başlatan milliyetçilik cereyanı oldu ki dinin vaktiyle muvafak olduğu birlikteliği hem ağırlıklı olarak Fransa ve İngilterenin temsil ettiği  ve Batı denilince en azından Osmanlıda algılandığı şekliyle Avrupa’da hem de her türlü zaafiyetine rağmen İslam hala bayraktarlığını Hilafetin gölgesinde yapan Osmanlıyı da yıkmaya başladı.
O halde 19 yy Kapitalizmin ve milliyetçiliğin hem zaferini ilan ettiği hem de burjuvaziye ve dine alternatif fikirlerin geliştiği bir yüzyıl oldu.  Din artık Batıda kilisenin köhneleşen duvarlarının gölgesine iyice sinmişti.  Burada şunu da ifade etmek lazımdır:  Rönesansla başlayan keşif hareketleri belirli bir sermaye birikimini oluşturmuş ve bu da hem hammadde hem de daha sonra makina temelli sanayileşme süreci hem müstemlekeciliği tabi hale getirmiş hem de Oryantalizme kanat takmıştı.  Kültürel  ve coğrafi bariyerler bir anlamda Batının “diğeri”nden habersiz yaşamasını gerekli kılmıştı. 
Fakat kimileri 20 yy.da sarkan 19 yy.daki çalışmalar  bir şeye daha şahit oldu:  Batının kendi menşeinin sorgulama süreci ki bu eski Yunanın da kökenlerini deşmek anlamına geliyordu.  Bu uğurda özellikle İngilizler ve Almanlar tarafından gerçekleştirilen arkeoloji, tarih, dilbilim anropoloji ve mitoloji çalışmaları Batının her iki kökenin de Doğu da olduğuna delalet ediyordu.  Eski Mısır, Hind ve Mesopotamya medeniyetleri deşildikçe etnoloji, filoloji edebiyat tarihi çalışmalar hızlandıkçça ve kolonileştirme çabalarıyla önce askeri ve siyasi grupların daha sonra da entellektüellerin Hindistan, Mısır, Anadolu ve Ortadoğu da yaptığı çalışmalar dilbilim kökenlerinin  kökenlerinin Hinde, medeniyetlerinin Mısır, Ur, Ugarit, Girit ve Mino’ya dayandığı o çok sözü edilen dramanın temelini oluışturan Dionysus ayinlerindeki tanrının bile aslında Tammuz, İsis ve Osiris’in sadece değişik bir isimle patentlerndiğini farketmislerdi.  İngiliz Sir James Frazer (1854-1941)’in  yazdığı oniki ciltlik Altın Dal,  (1911-1922) daha sonra Jung Levi-Strauss, Campbell gibi insanlar karşılaşmalı bir dinler tarihi perspektifiyle hem Compte un geleneiğini yansıtıyor hem de dini sihir ve folklorik mitlerin yekunu olarak ifade ediyordu.  Ve Batılı yazar şair entellektüeller bu sosyal ekonomik ve dini değişmelerin farkında olup eserlerine ve hayatlarına yansıtırken Osmanlı entellektüeli onları koyduğu eserlere şeklen hayran ama arkaplanındaki saşklerden bihaberdi.  Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi ise bir Osmanlının –sanırım Mehmed Fuad idi—Zolanın eserlerini yazmakta kullandığı dökümastasyon, gözlem ve not alma metoduna öykünerek intihara kalkışması ve kestiği bileklerinden kanlar damladıkça hissiyatını kaleme almasıydı.  Zaten 19. asrın başlarından beri adeta resmileşen Batılı gibi olmak kavramı sadece giyim kuşam bale salonları ve tiyatrodan ibaret olarak algılamış ve bu marazi durum 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl boyunca şekil değiştiren ama Batılı gibi olmayı hayatın tek gayesi ve çıkar yolu sayan mantığın zaferini teşkil etmiştir.  Öyleki Cavaliero Rusticana adlı opera yazarının anavatanından once Osmanlı torraklarında temsil edilmiş ve Osmanlı so dönem zevatları, memleketin ne kadar da ileri bir kültür düzeyinde olduğuna dair kendileriyle müftehir olmuşlardı muhtemelen.  Oyunu izleyenlerin mi yoksa oynayanların mı aslında sökonusu olduğu dönem ise fazla uzazk değildi.  Oyuncular kendi benliklerinden sıyrılıp karakterlerin benliğine bürünürken, onları izleyenler içtimai hayatta çoktan kendi benliklerinden uzaklaşmış sanatın özünde var olduğu söylenen hasletin yani taklidin aslında gerçekleşebileceğini varlıklarıyle mücessem hale sokuyorlardı.  Bu sahne ve sahnedekileri izleyenler aslında tarih sahnesinde başkalaşımın kudretini ortaya koymuyorlardı.  Renan aslında burçları yıkmış surların son halkasını zorluyordu. 
Yani Karanlık Çağlar Kilise+Tanrı iken Rönesans insane-Tanrı eksenine oturmuş önceki dönemin baskıcı unsurlarını ayıklamaya çalışmıştır.  Bu çatışma aslında hiçbir zaman itidalle yaklaşamadığımız kimimizin aşkının, kimimizin nefretinin zirvesi olan kültürel kitlenin tahtırevalli mantığının yansımasıdır. Yani birlikte yaşamaya tahammül başka hayatları hoş görme yerine ya ben ya diğeri mantığının gereği olarak benin yukarıda olması için diğerinin aşağıda olması.  Sonuç  daha miladi 2. yüzyılda metni ve doktrini sorgulanan Hrıstiyanlığın reform hareketleriyle dağılması olmuş haçlı seferleriyle gelen çıkar bazlı birliktelikler sonraki dönemlerde milli dillerin ağırlık kazanmaya başlaması ve adeta yani birer din haline gelen ve Katolik ve Ortodoks geleneğine kafa tutan yeni mezheplere ve yüzlerle ifade edilebilecek kilise farkılıkları tezahür etmiştir.  Selçuklu ve Osmanlı’dan alamadığı muzafferiyetin hıncını daha önce birlikte hareet eden Avrupa ülkeleri birbirlerinden almışlardır. Hegel’in (1770-1831) sentezci mantığı da gerçek anlamda bir idealist diyalektiği ne batının kendi içinde ne de doğuyla batı arasında eşit temsil hakkı doğrultusunda oluşturamamıştır.  Çünkü kutsal Roma İmparatorluğu dağılmış doğudaki uzantısı da müslüman Türklerce zapt edilmişti.  Bu dönemlerde laikleşme sürecine girmiş olsa da batı ülkeleri bugün Avrupa birliği patentiyle tekrar diriltimeye çalışılan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun milli temsilcileri gibi davranmaktan politik endişeleri ağır bastığı zamanlarda Hrıstiyan kimliğini öne çıkarmaktan hiç durmamıştır.  12-13. yüzyıllardan itibaren ortaya çıkmaya başlayan şovalye romansları Şarlman, Kral Arthur ve şovalyelerine dair Fransız ve İngiliz ekolünden, Nibelungeliet gibi Alman ekolünden, Saraçini diye ifade edilen İtalyan ve İspanyol ekolünden tevarüs eden İslam’ı öcü, müslümanları gulyabani olarak algılayan Avrupa edebiyatında sıkça yazılan ve günümüzde modern sinemaya yansıyan vampir hikayeleri Hristiyan dünyasındaki toplumsal şuur altından uluslararası politikalara kadar uzanan bir tayf içindeki ana leitmotiflerdir. Üstelik bu 15. yüzyılda ki Endülüs’deki Müslüman ve Yahudi katliamı tehciri ve zoraki irtidatlara 16. yüzyılın sonlarından itibaren duraklama ve 19. yüzyıldan itibaren de çöküş sürecine giren Osmanlı’nın zaafiyetlerine rağmen olmuştur.  Ve Osmanlı Batı daha ne olduğunu anlamadan başının tacı yapmıştı.
Durum böyle olunca Batı’yı  tenkid süzgecinden geçirmek şöyle dursun, ona hayranlık ve Batılılık kendi başına yükselen bir değer olmuştu.  Bu toplum, siyasi ve kültürel elitle başlayan ve sonradan onların dayattıkları  hiçbirşeyi, yapısındaki itaat gereği ve şaki veya kafir olmak korkusuyla ham tepkiselliğin ötesinde hiçbir hakiki eleştiriye tabi tutmadı.  Ne tapan tanıyordu Batı’yı ne de Batı’yı günah keçisi yapan.  Esasen Spengler ve Toynbee’nin, Guinnon ve benzerlerinin bu memlekette kimi çevrelerde bu kadar yüceltilmesi de farklı bir sebebe dayanmıyor.  Çünkü ne o zamanki ne şimdiki entellektüel kendisini hemen hiçbir konuda Batı’ya ya da Batılıya referanslar vermeden sırf kendi yerli malzemesiyle fikir üretmekten, o fikri savunmaktan mahrum; o cesaret ve özgüvenden uzaktır. Onun için Batılı’nın tenkidini ancak bir Batılı yapınca münekkidi yüceltmek suretiyle ona kendi hissiyatının mikrofonu ve kürsüsünün sunmak suretiyle yapmak zorundadır.  İşin daha da vahim yanı ise kendi değerlerini Batılı biri sahiplenince veya övünce kendi kıymetlerinin farkına varan bir toplum yapısı ortaya çıktı gitgide.  Yani kendi kültür patentitini batı ya kaptıran birisi müslüman olunca “aslında kendi kültürünün” değerli olduğunu çünkü “bir Batılı  bile “ müslüman oluyorsa bunun içinde önemli bir iş olduğunu “ahha” hezeyanıyla düşünen, daha kim olduklarını bile tanımadıkları insanları uzak kumandalı vehimlerle müslümanlaştıran bir toplum; Kaptan Cousteau, Prens Charles, Michaeel Jackson, bir ara Prenses Diana ve sonra Clinton’un kızı Chelsea ya kadar bir sürü insanı İslami vaftizden geçiren ve bunun sonucunda hem kendine hem de inandıklarına anlam yükleyip hizmet ettiğini sanan bir toplum.  Ne inandığını ve yaşadığını sandığından memnun ne de büsbütün inançsızlığı içine sindirebilen, hem doğunun hem batının en kötü veya olumsuz yanlarıyla kendine bir kültürel sığınak arayan Kültürel sürgün Robinson.  Hem Osmanlı’nın devlet ve hem de takipçisi Cumhuriyet kavramlarının en kötü yönleriyle hayatını idameye uğraşan, ama bir türlü kendiyle, geçmişiyle yüzleşemeyen bir toplum.  Geçmişi aklamak için hali, hali yücetmek için geçmişi karalayan bir hacıyatmaz toplum.  Ne kazanma iradesi olan ne kaybetmeyi göze alabilen;  Verilene şükreden, geri alındığında ise bunu kendisinden kaynakandığı zehabıyla bir de kutsallaştıran, ama ne almaya talip ne de kendinden alana karşı bir tavır koyabilen, aldığını lütuf, kaybettiğini kendi hatalarından kaynaklanan bir ceza-i müeyyied olarak gören bir toplum.  Mutlu olduğu, zengin olduğu nadir zamanlarda , acaba azmasının sonucunda mı ya da sınamaya müteveccih mi zengin ya da mutlu olduğunu sorguşayan ve anacak bu gibi durumlarda sorgulama mekanizması çalışan bir toplum…

 




IV. Tez ve Antitez

            Her antitezin en büyük illeti aslında birşeye muarızlığı, bazen düşmanlığı ifade eden, o kendisi ile malul “anti-“kelimesidir.  Çünkü her antitez tez olarak tanımladığı şeyi ister istemez yüceltir, ona karşıt gönünürken aslında çoğu noktada onunla aynileşir.  Bu nedenle aslında antitez yoktur, SADECE TEZ+BİR         oluşumlar vardır ki, Osmanlının son dönemindeki en büyük hatası da bence budur.  Osmanlı kendi merkezinden uzaklaşmak suretiyle, önce kendi merkezini başkalarının tanımlamasına yol açtı, sonra kendisini kendini tanıyanların gözüyle müşahade etmeye başladı.  Sonuçta antitez olarak da tezden de eksik bir Osmanlı profili çıktı ortaya.  Osmanlı kendisini bir Oryantalist nasıl görüyorsa aynen öyle görmeye başladı.  Bu meyanda hem kendisi hem de dış dünya ile ilgili inisiyatifleri kaybetmeye başladı.  O sarıklıydı veya kavuklu; Batılı fötr şapkalı; o halde o değişmeliydi ve değişti de.  Önce fesi denedi.  Binbir itirazlardan sonra Osmanlının bir parçası oldu, daha sonra da -bir iki nesil geçtikten sonra- fötr şapka oturdu gündemine çünkü Batı öyle istiyordu, öyle giyiniyordu, Osmanlı da öyle olmalıydı.  İkinci Mahmut, Abdülaziz gibi sultanlar da açıkça bu psikolojiyi görmek mümkündür.  Hiçbirinin de bir Fatih kadar Batıyı tanıdığını, felsefesine, kültürüne, tarihine vakıf olduğunu sanmıyorum. Aksi halde tayin edici faktörleri iyi bilirler tepkisellikten ve öykünmeden uzak politikalar geliştirebilirlerdi.  Ama ne durup düşünmeye vakitleri vardı ne de mecalleri kalmıştı tarih şuuruyla hareket için.  Öyle olsa titreyip kendilerine dönmeleri, vaktiyle Oğuzun yaptığı gibi başkalarının hayat tarzına kendi kültürünü, siyasetini ve hatta hürriyetini teslim etmezlerdi. Ama Fatih’in hiç olmadığı kadar Batı hayranıydılar…
            Osmanlının son dönemiyle ilgili antitezlere gelince, O halk denilen kapıkulu, sabırtaşı karışımı hep horlanan, hamaseti hizmetle karıştıran kitlelerin bu hareketlerle doğrudan bir alakası zaten yoktu. O 16. yy.dan beri epey yaygınlaşan kahvehanelerde bugün olduğu gibi sohbet ve siyasetin tadını çıkarıyordu. Bir yazarın ifadesiyle "İstanbul'un kahvehane yelpazesi oldukca genisti. Cunku toplumun kultur mozayigi cogulcu bir karakter tasiyordu. Yalnizca belirli bir meslek ya da statu grubunun devam etigi kahvehaneler degil, farkli toplum tabakalarindan ayni ortak kultur ve neseye sahip insanlarin toplandiklari kahvehaneler de vardi. Dama ve satranc meraklilari, horoz dovusturenler, kuscular, nargileciler, cicek tutkunlari, edebiyat asiklari vs. gibi ortak paydasi olan insanlar, kendilerine kahvehane catisi altinda bir yeryuzu cenneti yaratmasini bildiler. Bir sehrin tarihine giden yollar, insanlar ve mekanlarin kesistigi noktada son bulur. insanlarin mekanlari, mekanlarin da insanlari insaa ettigi aciktir. Kahvehanelerin Osmanli insanina kazandirdigi en onemli duygu, ozgurluk olmustur." Ondan sadece istenenler vardı; vergi, askerlik, itaat ve belki biraz da dua.  Onun isteyeceği hiçbirşey kalmamıştı.
            Yine de birkaç istisnai durum haricinde, antitez mahiyetindeki hareketleri ortaya koyanlar siyasi, askeri  ve entellektüel elit oldu hep.  Herbirinin de farklı gerekçeleri vardı, ama birleştikleri bir nokta vardı.  Kendilerine bir KURTARICI misyonu yüklemişlerdi, devlet batıyordu ve onlar kurtarmaya adaydı.  Bu halet-i ruhiyenin bir mütemmim cüzü de her oluşumun kendi yolunu yegane yol olarak algılamasıydı. Osmanlıcılara göre, devlet hala ebed-müddet vasıflarını haizdi.  Sadece bazı ciddi reformların yapılması gerekiyordu.  Balkanlardan “imanları” kadar emindiler. Osmanlı eski ihtişamını tekrar yakalayacaktı.  Bu başka çıkar yol da yoktu.  İslamcılara göre bu çöküşün özünde İslami değerlerden uzaklaşmak yatıyordu, bir zaman İslama sarıldığı için üç kıtaya hükmeden devlet şimdi bu değerlerden uzaklaştığı için Allah tarafından adeta cezalandırılıyor ve uyarı mahiyetinde büyük belalara duçar oluyordu.  O halde Osmanlı hem kendi içinde İslamı yaşayacak, hem de taa Hindistan ve Japonya ya, Afrikanın içlerine kadar olan bölgelere kadar bir İslam birliği tesis edilecek ve sonuçta Osmanlı kurtarılacaktı.  Başka yol da yoktu.  Ki bu nazariye aslında kaderle ilgili kimi akaid ve fıkıh hükümlerini bir tarihsel düzlem içinde ele alıyordu.  Külli irade, cüzi ve milli iradenin üstünde olduğuna göre “Görelim neyler; neylerse güzel eylerdi” felsefe.  Veren oydu kudreti ve ihtişamı, alanda o olacaktı elbet. İnsan aktörlerin adeta rolü yoktu bu tarih anlayışında.  Muhtemelen bunu düşünmek bile kimi zaman kişinin küfrüne delalet olarak addedilmiş bile olabilir.   Türkçü ya da Turancı olanlara göre Türkün Türkten başka dostu yoktu, onca çabalara ve tarihsel, dini bağlara rağmen  bütün Osmanlı tebaası kendi asabiyetlerine göre ya bağımsızlık ya da ihanete kaptırmışlardı kendilerini. O halde Türkler bu devletin esas unsurları olarak belki dini bile aşarak, İslam öncesi Türklüğün yerleşik değerlerine dönmeli, oradan güç alarak kendi varlığını müdafaa ve muhafaza etmeli idi.  Ki bu akım kimi dönemlerde Türklüğün kökünü Sümerlere veya Hititlere kadar dayayacak ve hatta bütün dünya dillerinin dolayısıyla kültürlerinin Türkçeden ve Türklerden neşet ettiğini bile kayıtlara geçirecektir.  Onca asırdır “Necip millet diye sevip bağırlarına bastıkları araplar” ihanet etmişlerdi.  Biraz daha geriyi hatırladıklarında kimi Arap kayıtlarında Türklerin o beklenen Yecüc ve Mecüc kavimlari olduğuna da hükmettiklerini görmüşlerdi.  Araplardan nefret ettirmekle Türklüğe, insanların  sımsıkı bağlanacağını sanmışlardı.  Haklı bir noktaları da, Devletin içinde milli varlığını öne çıkaran en son millet olmalardıydı Türklerin–ki millet aynı zamanda ümmet anlamına da geliyordu- Diğer formüllerin hiçbiri zaten tutmamıştı.  O halde bir Türklük özüne dönülmeli bunu da tarihselleştirmeli ve tarihselleştirirken de Osmanlı Devletini yaptığı yanlışlıkran dolayı yok sayma, hatta ona lanet okuma noktasında yeterince Türk olmadığı için   kıyasıya eleştirmeliydi.  İşte Cumhutiyet dönemi ne geçerken yaşanan kimi psikolojik durumun özeti olan bu durum hem bir Ödipus komleksiyle tarihsel reddiye hem de kendi varlıklarına haklı gerekçeler arayan bir nesile siyasi bir malzeme oldu böylece.  Bu hareketlerin hepsi de tepkisel antitezlerdi.  Batıcılar ise zaten herşeyiyle, Batıya zihnen teslimdiler.  Onu anlamaktan öte onun herşeyi ile mutlak ve son medeniyeti ifade ettiğine dolayısıyla   giyimi kuşamı, kullandığı dilinden, hayat tarzına,  gittiği okula ve hatta mabedlerine kadar onun gibi olamktan başka ne bir gayeleri ne de bir hevesleri vardı zaten.  Hem kabullenmiş hem içselleştirmişledi onu zaten.
            Bu durum öyle vahim durumlara varmıştı ki Türkçe, Fransızcanın hem sentaksı hem morfolojik yapısına hemde sesdüzenine öykünür tarzda kullanılıyor.  Fransızcadan tercüme edilen cümle yapıları hem nesirde hem şiirde kendini gösteriyordu.  Siyasi, askeri ve  entellektüelin modelleri arasında ideal olanlar siyasette İngiliz, edebiyatta ve kültürde Fransız ve askeri sahada ağrlıklı olarak Alman hayranlığı ve etkileri vardı.   Yayın hayatına 19. yy.dan itibaren giren gazeteler ve yapılan çeviriler ülkenin kültürüne hem damgasını vuruyor hem de ait olduğu ekolün kürsülük görevini yapıyor, bazen bu yüzden sansüre uğruyor ve sürgüne gidiyordu kalem erbabı.  Kimi haklı çoğu da haksız sebeblerden dolayı Meşrutiyetten beklenenler de gerçekleşmedi ve savaşların da araya girmesiyle demokratik bir meclis tesis edilmesi girişimleri akim kaldı. 
            Tanzimat sonrasındaki fikir hareketlerinin yansımaları—kati sınırlar çizilemese de- zamana ve hürriyet ve serbestlik ortamının teşeekkülüne göre çeşitli şekiller alarak bugüne kadar da yansımıştır ki Cumhuriyet Türkiyesi bir anlamda bu hareketlerin kimi unsurlarından hem kendi çatısını çatmış hem de münferiden herbirine antitez olarak Kemalizm  ya da Atatürkçülüğü ihdas etmiştir, İnönü ve o zaman tek parti olan Cumhuriyet Halk Fırkasının öngörüleriyle.  Osmanlının, 1853’te Çar Nikolas’ın ifadesi ile “Hasta adam”ın macerası onun ölümü ile bir anlamda noktalanmış bir anlamda da şekil değiştirerek terekesiyle beraber onun küllerinden şahlanan bir milletin mirası ve belası olmuştur…                            


0 comments:

Post a Comment