rss
email
twitter
facebook

Monday, November 23, 2009

Dil Takvim ve Monoloji

 

 Dil Takvim ve Monoloji



“Bir kitap ne başlar ne de biter; sadece öyleymiş gibi yapar”1

I.

Fertler ve milletlerin hayatında anlar ve asırlar vardır ki onların varlıklarını sınar, potansiyellerini atıl olmaktan çıkarır aktif olmaya zorlar.  Zorlar insanları, metanetlerini ölçer.  Kimlerin ne olduğunu ortaya çıkarır.   Son iki yüzyıl ve hassaten son birkaç yıldır Türk Milleti kültürel, siyasi, iktisadi ve hatta etik  bir irtifa kaybının hafakanlarını yaşamakta,  gerçeğin bilgisine en azından sezinleme düzeyinde vakıf olmasına rağmen, gerçeklerin gereğini yapma konusunda bazan irade, bazan imkan ve bazan da medeni cesareti olmaması nedeniyle mütekabil girişimler yapamamakta, yapsa da-münferid kaldığından- muvaffak olamamaktadır.  Bu gidişle olamayacaktır da. 
Öncelikle milletimizin kollektif manada bir şuuru yok.  Kollektif şuur hem özgürlüklerin hem sorumlulukların paylayışımı ifade eder.  Hem birlikte fikir üretimi hem de güç birliği edip işler başarmaktır bu şuur.   İş yapılacağı zaman ille de yanımda birileri olsun diye beklemeden doğru tavrı, doğru stratejilerle devreye sokmayı bilen, gerektiği zaman NFK’nın ifadesiyle “Ben Varım” diyebilecek, ama bunu da birilerinin “Kim var?” türünden sorusuna cevaben değil vicdanının muhakemelerine bina edilmiş bir şuur.  Zayıflıkları kutsallaştırmayan, hele hele ondan haz almayan, onu va’z etmeyen bir şuur.   Şiirin ilham ve cezbesiyle, nesrin mantık inşa ve örgüsünü tevhid eden  bir şuur.  Milletimizin yaptığı ise, birisi ya da birilerine havale ettiği düşünme meleke, hürriyet ve gücüne sadece ve sadece uymaktan ibaret kalmaktadır.  Kollektif şuurun işletilmediği yerlerde ise şuuraltı devreye girmekte, o da korkuları, korkular karşısında başarısızlıkları, önce kendine, sonra başkalarına güvensizliği beraberinde getirmektedir. Sonra ya kendisinin “mel’un” olduğuna dair suçlamalar ile başkalarının “hain” ya da “ajan” olduğuna dair yanılsamalar arasında zihinsel mekik dokumaya başlamaktadır. Münferid düşünme ancak o zaman, harikulade durumlarda ve insiyaki olarak devreye girmekte o zaman da çoğunlukla geç kalınmış olmakta tepkisellikle malul bir başka hatalar silsilesine yol açmaktadır.  
Sonuçta karamsarlık  vehimleri her türlü tayfıyla beraber tezahür eden bir değişken “ulu l-emr” silsilesini, bir çobana sığınma hissini, bir kahramana ya da Allah’a, kendi yapması gereken her türlü işi havale etmeye sevketmektedir insanları.  Bu da bazan kendini mantık ve izan sınırlarını aşan, ama  yine de mevcut verileri iyi değerlendirmeden yapılan vecd ile karışık bir suçlama silsilesine; bazan kendisi dışında her türlü unsuru suçlu kabul ve ilan etme psikozuna; bazan da tıkanmanın sebeplerini yapmadığı ya da yapamadığı işlerin  kendisinde değil de o işin sınırları dışında başka amillere atfetmekte ve Nesimi’nin ifadesiyle “melanet hırkasını” kendi eliyle giymektedir.  
İyi çobanlar olduğu zamanlar işe yarar gibi görünen bu süreç aslında çobanların insafına bırakılmayacak kadar mühim, alttan yukarı etkileşime dönüşmesi, devamlı denetlenmesi gereken ve fakat gerçekte üstün altın tahakkümünden öte gitmeyen psikolojik ve ideolojik bozukluklına omuz vermektedir. Tepedeki çatının kendisini yağmurdan kardan koruduğu düşüncesiyle hareket eden bu zihniyet, çatının  aslında kendi hücre  ve bedenlerinin üzerine kurulduğunun unutmakta.  Ölüm korkusuyla felçli bir hayata razı olmaktadır.  Omuz veren bu halktır, sırtında hamallağını yaptığı insanlar ve mekanizmadan şikayet eden de.  O halde Hamlet’in ilk sahnelerinde ifade edildiği gibi “Danimarka ülkesinde kokuşmuş birşeyler var.”  Kokan, kokuşan, kokuşturan ve fakat belagat kozmetikleri, maskeli balolar, siyaset çalımlarının gizlemeye çalıştığı ve fakat gizlenmeyecek kadar kokuşan birşeyler.  O birşeylere karşı birşey ise yok.  Çünkü bir olmak yoktur, BİZ olmak vardır...Ve bizleri teşkil eden birdir.  Biz ile birdirbir oynayanlar ise   kıskıs gülüyor.  İş gene BİR olana kalıyor. 
Halkımızda adı konulmamış bir yabancılaşma hissi hakimdir. “Toplum” diye girdiği bahislere bakıldığında kendisinin hep dışarda olduğu hissiyle algılar olayları.  Toplum ona şöyle etki etmiş, böyle engel olmuştur.  “Devlet” bahislerinde yine benzeri bir müptezelliği görmek mümkündür.  Bu his onu kendisini etkileyen herşeyin, kendisi dışındaki aktörler tarafından yönlendirilmesine cevaz vermekte, hiçbir karar ya da etki mekanizmasına halkın kendisi kendisini layık görmemektedir.  Böyle olunca apartman yöneticisinden, trafik polisine, zabıtadan belediye başkanına, parti başkanından başbakana kadar uzanan bir silsile içinde kendini sadece yönetim silsilesinin anaforlarına teslim etmekte ve olanları seyir ile yetinmektedir. Elinde silahı ve parası-bazan da mazbatası- olanlar ise kendilerini zafer sarhoşluk ve rehavetinin şuh pervasızlığına layık görmekte ve de fakto durumların tadını çıkarmaktadırlar.  Olanlar sadece emir-komuta ile sınırlı bir edilgen alıcılıktan öteye geçmemektedir.  Kollektif düşünme ve düşünülenleri hiçbir komplekse kapılmadan paylaşma ve değerlendirme yoktur.  Fikir almak adeta bir zül addediliyor küçük ve orta boy tanrılar tarafından. Bu mantık ikbal zamanlarında “has” evlatlarını refah ve mutluluğu; buhran zamanlarında ise “pis” evlatlarını sıkıntı paylaşmaya ve fedakarlığa çağırır.  Küçük tanrıların arasıra yükselttiği sesler ise doğru olan-olmayan kavgası değil, orta boy tanrı olmaları önündeki engellerden dolayıdır. 
İdare halkın iradesiyle yön bulur ancak, sızlanmalarıyla değil.  Fakat gücü elinde tutan hiçbir unsur onun mekanizmalarının kendisi haricinde kişi ve topluluklara hizmet etmesini istemez.  Halkın var olduğu noktayı karar ve uygulama alanındaki “tapılanlar” ve yapılanlarla ilgili iradesi tayin eder.  Halkın öncelikle kendisi her bir fert ölçeğinde varlığına inandırması lazım ki başkalarını  da buna ikna edebilsin.  Halkın, kendini bir mazoşistlik abidesine dönüştürmek suretiyle haksız olanın payına düşenlerden kendini sorumlu tutması, bir suçlama, ve bunların neticesi olarak da -bizzat bu sıkıntı ve meşakkatlerin sebebi olan sınırlı sayıda kişi ve kurumlara yaramaktadır. Bütün bu bu gelişmeleri her zamanki sabır hapı yutmuş izleyici rolüyle değerlendirmekte, haksızlık ve yolsuzluk karşısına dikilecek kültürel ve fiziki dinamikleri dikmek yerine, “şaki” olma noktasından ani bir irkilmeyle titreyerek ve fakat yine kendine değil buhran yaratma odaklarının içinden çıkacak kurtarıcılara, anti-kurtarıcılara yönelmektedir.  Bunun çalışmadığı durumlarda ya da bununla eş zamanlı olarak ise sabırdan ördükleri sığınaklara kapatmakta, hatta bu sıkıntılarla ilgili kendini sorgulamakta ve bu da lanetlenmiş insanların ezikliğiyle yapıldığından eleştiriler problemin özündeki sistem üzerinde değil, bizzat sistemin mağdur ettiği insanlara yönelmektedir. 
Bu panik havası içinde kültürün kurtuluşla ilgili reçeteleri ve zilletten kurtulma çareleri ortaya çıkarma yerine, kendisini zillete mahkum eden unsurların argümanlarını destekler mahiyette, siyak-sibak özelliklerini yok eden bir “Başımda şöyle şöyle adamlar var, çünkü ben bunlara mahkum ve müstehakım” diye mazoşist ve hinduist zihin girdaplarına kendisini bırakmakta ve ilginç bir ceberrutluğu destekleme malzemesi çıkarmaktadır ortaya.  Benim-eğer bu enaniyetse varsın olsun, ben benimle konuşmak ve yazmak istiyorum- buna cevabım ise “İçimizdeki ahmakların yüzünden bizi helak eder misin, Allah’ım?” sorusu olacaktır.  Sabrın kumları dökülürken bir bir, terler dökülürken damla damla, sahillerde kumların tadını çıkaranlar, faiziyle, borsasıyla, döviziyle beni vuranlar değil de ben ne diye hem mağdur hem mücrim olacağım?  Ne diye sabır kumları üstten alta boşalınca kum saatini tersyüz edip yine mühlet tanımak zorundayım.  Benim Rabbim Yahova değil ki bana lanetler yağdırsın?  Ben inanıyorum ve sırf bu yüzden süfliyyetten insaniyete, bir şeref makamına semaya yükselen spirallerle kademe kademe yükselmem gerekirken, ne diye ve ne zamana kadar içimde şeytan aramakla ona tur bindirmekle meşgul olacağım acaba?  Kumkumalar arttıkça kumlar tükeniyor. 

II.
Kumun hammadde teşkil ettiği  mamüller pek çoktur.  Bazan cam olur bazan silikon olup hem insan vücudunun çeşitli aksamlarını tedavi edilmesi ve cazip  hale getirmede kullanılır.  Bilgisayarın malzemesi de bu manada gene kumun mamül halidir. Ülkemiz insanının kumla irtibatı ise daha da farklılık arzeden  şekillerde tezahür etmektedir.  Mustarip insanlar kafalarını gömmek suretiyle kumun çok özel bir istihdam alanını keşfetmiş, tam kapasite kullanım metodolojisi geliştirmiştir. Istırabın kaynağı olanlar ise aynı kumdan kendilerine inşa ettikleri feodal şatoları hiçbir şekil ve surette yıkılmayacak piramitler yerine koymaktadır. Her ikisinin birleştiği yer ise birinin kumun altını diğerlerinin ise kumdan yaptıkları kudret abidelerini sığınak olarak kullanmalarıdır. Yine kumun ana madde olarak kullanıldığı bir başka unsur vardır ki o da herbir tanesi bu ülke insanına tekabül eden sabır zerreleridir ve bu zerreler fanusun üstünden alta doğru aktıkça bir tükenişin eli kulağında olduğunu ifade eden sembolik  anlamlar kazanmaktadır.  Burada suyun geleneksel olarak zaman için metafor olarak kullanıldığını da hatırlayacak olursak, kum saati paralelinde kıyıları döven ve gitgide kabaran okyanus dalgalarının, hem başını kuma gömen hem de feodal şatolarını ebed müddet sanan, gülücüklerle bezenmiş suratlarını zulmün karanlık ve şiddetiyle ters orantılı olarak teşhir eden insanları alıp götürecektir. 
Her cezirin bir meddi vardır: Her inişin bir yokuşu, her tatlı rüyanın bir karabasanı. Hepsini çerçeveleyecek olan ise hakikattir.  Ve o hakikat kabaran okyanus sularıdır.  Ve günü gelince bazanda günübirlik hem buharlaşır yağmur olur toprağı döver yukardan hem de kayalarla birlikte kumları... O kayalar ki kum olur rüzgarla suyla, o kumlar ki toprak olur ve o toprakki insanın özüdür ve o özgü Allah’ın halifesidir yeryüzünde. O öz ki içindeki cevheri yakaladığı anda özündeki toprakta  münbit meyveler bitirir? Şeytanın seyisleri mi  Rahman’ın halifesi midir zillete mahkum olan?  Yusuf’mudur zelil olan Firavun mu? Yusuf’un hangi zindanı onu Yusuf’luktan çıkardı? O zindan ki bir medreseydi Yusuf’a.  Hüsufun ve küsufun zulmete garkedemediği bir medrese. Bir medrese ki gözünü açtı, gönlünü açtı karanlıklardan aydınlığa.  O Fatih idi.  Fatih açan demek idi.  Gözünü açan umuda, gönlünü açan cıvıl cıvıl tuba dallarına.  
Ve Firavun bir semboldür zamanlar ve mekanlarla sınırlı, ama Musa’nın olmadığı zaman ve mekanların hacıyatmazıdır.  O Musa’ ki Firavun’un sarayında büyüdü, o saray ki  bebekliğinde nehri tanıyan Musa’nın kundağıyla baş edemedi.  O nehir ki aktıkça kayaları kuma çevirdi ve sürüklerken onları denize, sarayın temellerini de çürüttü.  Kin’in kinini olan su.  Bardağı dolduran su...Kilitlerle zincirlenen ve fakat karadan yüzen kadırgalara boyun eğen su.  Dillerin kuruduğu, çarelerin tükendiği anda bir ufak darbeyle fışkıran zemzem.  Bir asa darbesiyle karaya dönüşen su.  Ve o su ki kendi beslediği ağacın ateşiyle kaynayarak buhar olur ve yok olur.  Yok olur ve var edilir yoktan.  Yeter ki özünü bilsin insan, O’nun özünde kararmış.  Kararmış semalarda güneşi aramak mı haldir, bulutları güneşin önünden çekmek mi muhal olan? Firavun dirilmişse Musa da dirilir.  Karataşın kendisidir taş olan yüreği değil.  Taşlar vardır gözlerinden ırmakların fışkırdığı:  Gözler vardır iki damla yaş sızdırmaz kirpiklerinden, niye?  Ve Firavun azmışsa, Ebrehe’nin kudurmuşsa kendisi ve filleri, dolaşmak zamanı gelmiştir özümüzdeki iklimleri.  İklimler ki kilimdi bir dönem otağımızın kah zemininde kah duvarında.  Daha deniz var mı, daha müren? Güneş bayrak mı kargıların tepesinde duran semada gök kurıkan mı?  Ya hamiyyetsiz olmayı ya da hami olacak güce sahip olmayı diliyorsa insanlar, sesleri kaybolmaya başlıyorsa gırtlaklarının dehlizlerinde, ciğerlerine inen darbeler zulmün köslerini oynuyorsa, İsa her gün çarmıha geriliyor ve “Eli Eli lima Zabahtani?” diye dikmişse gözlerini semaya, hüzün senesini yaşıyan Peygamber’in övgüsünü kazanan insanın hüznü asırlara sığıyorsa ancak,  mıhlamalı değil midir gözleri semaya, gelmemiş midir elleri yüreklere perçinlemek ve haykırmak zamanı “Meta Nasrulah?” diye? Ve fakat  gözyaşları kabartmamalıdır zulmün ateşine dökülüp, zalimin iştahını arttırmamalıdır.  Tiran’lar ve avanesi Sokrat’a ne yapabildiler?  Onlar mı öldü Sokrat mı?  Kum zakkum olur, zakkum baldıran şerbeti olur.  Hortumlar semazen olur ve savurur melaneti hiçliğe... Lakin özünde olmak lazım özün, o öz bittiği anda biter insan ve Sani-i insan girer devreye...Onun sanatı zindan değil bostandı, gülistandı... Yükler hafifler o zaman, kaldırılabilecek yükler kaldırılmazsa ve diller tutulursa muttasıl.  Kuma, kafasını gömen insanın “toprak” olma isteği depreşir...
     
III.
Türk Milleti uzun zamanlardan beri feodal lordların takvimini tayin ettiği, alfabesini teşkil ettiği bir kitabı okumaya, ona anlam vermeye çalışmaktadır.  Bu müphem ve okudukça değişkenleşen ve değişkenleştikçe derinleşen kitabı deşifre etmeye çalışan halkın, karıştırdığı lugatlere baktıkça bilmediği kelimelerin karşılıklarını öğrendikçe midesi bulanmaktadır.  Bu dil ilk başta grameri, kelime haznesi ve ses bilgisi ile kendi konuştuğu dilin malzemelerinden oluşmakta, fakat kitabın dilini konuşuyor gibi olmasına rağmen kitaba anlam verememesi kelimelere yüklenen yeni anlamlardan ve kelimelerdeki anlama kaymalarından kaynaklanmadır.  Yani problemin özünü dilin semantiğinde odaklanmaktadır.  Türk Milleti hala anlamları çoktan kaymış kutsallarını-devlet vb. gibi-arkaik anlamlarıyla anlamaya çalışmaktadır.  Halbuki Türkiye kitabını okurken Türkçenin harflerini, kelimelerini, o harflerin teşkil ettiği eskileşmiş anlamları anlamlalrı inkar, red ve hatta imha etme amacına kilitlenmiş olan, kendisini tek geçerli ve en hakim dil yapmaya çalışan  bu aslında bildik yeni anlam verici Türk insanın demografik yapısını diliyl beraber yok saymakta, oligarşik odaklaradan aldığı gücün hovarda gülücükleri ve şımarıklığıyla pervasız, hukuksuz bir tavırla Orwell’in 1984’ündeki bir dünyayı oluşturmak hevesiyle ellerini ovuşturmaktadır. 
Herkesin iyice bildiği veya bilmesi gerektiği bir şey var ki Matrix filmindeki Morpheus’un Neo’ya söylediği “Matrix her yerde”dir.  Matrix’in bu süreç içinde insafına hiçbir şey bırakılamaz çünkü o dilimizdeki her kavramı ya imha ya tahrif etmek etmek veya absurditeye mahkum etmek istemektedir.  Mantık ve hukuk cambazlıklar, aba altından sopa göstermeler Matrix’in hünerlerinden küçük bir kısmını göstermektedirler.  Hemen her Batı’lı saydığı ülkeye   ve insanına karşı aşağılık duygusuyla kıvranan Matrix’in kolları, Türkiye içinde kendince meşru gördüğü dil haricinde hiçbir dile hayat hakkı tanımayı dahi bir taviz ve kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak algılayan paranoyak sefalet, uzun ve derine derinliklerden nüfuz eden kollarıyla ağız kapatma, kafa kopartma, kapı kapatma taktik ve idmanlarıyla önce hurdalığa atıp sonra “geri dönüşüm” mekanizmalarıyla tekrar kullanıma açmaya çalışmaktadır insanları.
Heidegger’a göre insanlar dünyayı iki  esasa göre algılarlar: ya “eşya” vasıtasıyla ya da “varoluş şekilleriyle.”[2]  Dil bu anlamda varlıklar dünyasında gerçek işler görmektedir.[3]   Fakat Türkiye’ye tahakküm eden dil, Türkiye insanının kendi bildiği mantık, kriter ve körebenin elleriyle yoklaması sonucu ellemenin hazzını derinden duyumsayarak ve bulduğu tek yorumu tek geçerli yorum sanarak bizzat kitabın kendisine dikte etme çabasındadır.  Nesne olarak algıladığı harflerin, dizildiği sıralardan koparak yeni kombinasyonlar yaratacağına ise ihtimal dahi vermemektedir.  Halbuki Eagleton’un ifadesiyle dilin kendisi “dünyanın gerçeğinin kendisini ifade ettiği” bir statüye sahiptir.  Buna Rousseau “toplumsal mutabakat”der ki, aslında kitabı oluşturan harflerin, kelimelerin, paragrafların, bölümlerin, hasılı kitaptaki bütün dil unsurlarının yine sadece münferiden harflerin  izniyle imlaların ilave olabileceği anlamına gelir.  Amerikan halkı haklı olarak “Bağımsızlık Deklarasyonu”nda en çok “temsilsiz vergi mükellefiyeti” yani vergi ödeyip sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz, ama temsil edilmiyoruz anlamında bir mantığı işlemiştir. İngiliz monarşisinin müstemleke valileri ise onlara sadece kendi matrixlerinin kodlarıyla anlam vermeye çalışıyorlardı.  Neticede bu Amerikan halkının dilinin dolayısıyla kültürlerinin ve akabinde bizzat varlıklarının hiçe sayılması anlamına geliyordu.  Ve İngilizlerin onlara giydirmeye çalıştıkları melanet hırkasını soyunup yelelerini rüzgar önünde salınan bayrağa dönüştürdüler. Bu ülke insanları bir bağımsızlık savaşını zaten yaşadı.  Muhatabı şimdilerde yoğun olarak kapısına kul olmak için çaba harcadığı batı ülkeleri idi ve galip de oldu herşeye rağmen.   Bundan sonrasının kime karşı olması gerekiyor?

IV


            Tarih değerlendirmelerinde yapılann tasniflerden bir kısmı mitik çağ, kahramanlar çağı, aristokrasi çağı, ve halkın çağı ve tekrar geriye dönüş diye bir tasnife gidilir bazan.  Türkiye;nin yşadığı zihinsel reşarj, entellektüel ve kültürel ve semantik deşarj dönemidir.  Bir başka deyişle Türkiye hala ideal bir dil arıyor “her biri daima diğerinin peşinde olan, ama bulamayan, başa çıkamadığı bir dil.”[4]  Bu dilin önündeki engel Matrix’in tayin ettiği algılama ve müstemlekeci eleştiri yaftalarıdır.  Harflerin eprimleri, seğirmeleri, cilt kapağı ve ve sayfaların marjinleriyle olduğu kadar, kendi iç dinamikleriyle de ilgili  imla hataları ile mutel olup orty çıkan zaafiyetler de eklenince geriye kitaba giydirilen anlamı suhulet ile kabullenmekten başka bir şey kalmamaktadır.   Halbuki dil, onunla  kitap yazmak isteyeni de ona anlam vernek isteyeni de aşan, ne onlarla başlamış ne de onlarla bitecek olanolan münferid oligarşik bir manevra alanı değil, kurumsal ve toplumsal katılımı zorunlu kılan anlamını ancak böyle bulması gereken bir iştiraktir.[5]
            Dil ister sese dökülsün ister ventrilog marifetiyle saklansın veya sırf zihinsel mekanizmalara ve klik aşinalıklarına aracılık etsin, kalıplaşmış anlam merkezlerinin dayatmalarına meydan okur.  Bilinenle bilinmeyen, var olanla yok olan, sabit olanla oynak olan arasındaki ilişkidir anlamı tayin eden.  Derrida’nın yukarıdaki alıntıda belirttiği gibi, hiç bir anlam ise ebediyyen mutlak ve değişmez değildir.  Gelen anlam halde giydirilmiş olan anlamı öteleyerek monolojik telaffuzların ve kakfonik seslerin vurdumduymaz, aldırışsız anlamlarını bastırır ve kendi hareket alanı içinde bir senfoninin mahur harmonisine bırakır yerini.  O halde herkes, “bütün yazıların metinler arası yapısı ve tarihini” iyi bilmelidir.[6]  Mutlak ve kat’i ve katı olmayan “anlamlar ağı” tayin edecektir kitabın anlamını.[7] Evrenin kitabını onu deşifre eden diğer kitapla okuyanlar, kelimeleri ve anlamlarını da tanımak zorundadırlar.  Bunu anahtarı da sorgulamaktır, takıntısız, saplantısız ve korkusuzca.  Edward Said’in dediği gibi, tek merkezli bir bakış, bir fikrin sadece bir tek fikir olduğunu düşündüğümüz zaman ortaya çıkar.”  Halbuki her fikir tarihteki bir çok fikirden sadece biridir.  Monolojik tabiatı icabı tek mezkezli bakış “çoğulculuğu inkar eder” ki israfın olduğu yerde kazancı görmektir bu.[8]   Totaliter tabiatı olan siyasi, içtimai, iktisadi her anlamlar  silsilesi, kitaptaki imla işaretleri kalktığı an omuz omuza, sf saf olur ve aralarına  sokulan cilde giydirilen her anlamı bir gün kusarlar dışarıya.  Öznenin giydirdiği anlam, sessiz hurufatın seddi ve karşı duruşuyla meydana gelir.
            Okumanın düğümlendiği nokta şudur ki metnin hayat verdiği anlam insanlara dünyaya verdiği anlamla, gerçeklere verdiği anlamla paralel gitmesin ve dolayısıyla, monolojik kendi realitesine hapsolunmuş yorumların (1) sadece tek anlam olduğu, (2) Başka anlamlar olamayacağı şeklindedir.  Bu yorumların ötesinde metni, kelimeleri aynı kalsa da yeniden yazmak anlamına gelir ki burada okuyan kişi veya kurum onu aslında yeniden yazmak eğilimindedir.  Bu hikayeler için olduğu kadar tarih için de geçerlidir ki etimolojik olarak “tarih” ve “hikaye” kelimeleri aynın kökten gelirler Hint-Avrupa dillerinde.  Yapmak değil esas alınan, yazmaktır.  Ve yorumlamak suretiyle yeniden yazmaktır.
            Bir şeyi veya birisini tasnif etmek hele hele onların rızası, gayesi ve hedefi dışındaki kategorileri onlara giydirmek hiç de pedagojik amaçlarla yapılmış masum tefrikler değildir.  Bilakis, yapılan tasnif ile aslında kitabı oluşturan kelime ve imla çıkarmaları ve değişiklikleri ideolojik maksatlara hizmet eden ucuz ve fakat piyasa değeri açısından pazarlama şansı yüksek olan bir metadır.  “İrtica” kelimesi “cumhursuz cumhuriyet” ve halkın kendisini yönetmesi anlamına gelen “demokrasi” kelimesinin halksız ve halka rağmen halk için zorbalığına dönüştürülmesi böyle durumlara işaret eder.   Arkasında sayısal azınlığı olan, , ama saman çuvalı, faytoncu, tulumbacı sandığı  halk kütlelerinin çoğunluk iddialarının aleyhine terazi kefesini parmak uçlarıyla dokunmak suretiyle sıkletçe hafifleten mantık, azınlık için müsavaat ve hatta üstünlük temini gayesiyle yapmakmaktadır yaptıklarını.  Amaç ortaçağ şövalyelerinin zırhlarına bürünmek suretiyle korunarak girdikleri tek yönlü atış alanında muzaffer olarak çıkmak, bu arada feodal lordların tartışılmazlığı ve ayrıcalıklarını bir kere daha vurgulamaktır.  Bu da kavramları önce evrensel alandaki çağrışımlarından soyup iğfal etmek sonra kabile mantığı ve menfaatleri doğrultusunda yeniden doldurmaktır.  
            Sergei Eisenstein’ın Bolşevik Devrimini  konu alan bir filmi vardır.  Ekim adlı sinematografi şaheserlerinden olan bu  filmdeki sahnlerden birinde halk artık Çar’ın zulmüne dayanmayıp ayaklanmaya başlamıştır.  Yönetmen işte bu halktaki şahlanış anını yansıtmak için çoklarının o zamana kadar sadece üsleme amacının dışında bir  anlam yüklememediği duvardaki arslan başına yeksif eder kamerayı.  Arslan heykeli tabiatı itibariyle cansızdır.  Ancak öncelikle önden, sonra alttan, sağdan ve soldan yapılan hızlı çekimleri ustaca birleştiren yönetmen, arslanın görkemli başı ve yelesiyle kükrer halde yansıtmıştır izleyiciye.  Sonuçta izleyici donuk bir heykel değil, özündeki arslanlık cevherini kuvveden fiile geçiren, kükreyen ve kükredikçe insanlarla özdeşleşen bir hal alır.  Bir arslana döner kamera bir halka ve artık hangisi hangisidir fark edilemez hale gelir.  Her şeyin Çar’a ait olduğu, onun hizmetinde sanıldığı Rusya’da ne Çar’ın kendisi ne de avanesi o arslanın, arslanlaşan halkın, halklaşan arslanı iyi okuyamamışlar, vitrin malzemesi ve tezyinattan öteye varmayan algılama ve okuma hassalarıyla kör, sağırlığın rahatlığıyla yaşamışlar, kendileri gör ve sağı olunca başkalarının konuşmadığını ve görmediğini sanmışlardır.  Fakat Eisenstein arslanı iyi okumuş ve yorumlamıştır.  Yine Eisenstein denizaltındaki insan hissiyatlarının Potemkin zırhlısını yukayı çıkıp  nasıl altettiğini de görebilen insandı. İdeolojisi kimilerine itici gelebilir, ama o bir sanatçı idi ve insanın Sanatkarının insana verdiği melekeleri, meleklere havale etmeden insanın hukuku ve insan olmanın onuruna nüfuz eden bir anlayışla ortaya koymuştur.  Ve yapılan tarihle, yazılan tarihlerin anlamını iyi okumuştur.











1 Jacques Derrida,“Living on” in Deconstruction and Criticism 96.
[2] Gelhen 315.
[3] Koebl 35.
[4] Silverman ve Torode 135.
[5] Eagleton 134.
[6] Hartman 187.
[7] Derrida 84.
[8] Said 188.

0 comments:

Post a Comment