rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Tüketirken Tükenmek

            Tüketirken Tükenmek 20 Ocak 2001

I

12 eylül 1980 öncesi çoğumuzun malumudur.  Demirel’in o daha tahlilini yapmadan kullandığı “anarşi”-ki doğrusu terördü- toplumsal hayatın her alanına girmişti.  Siyasiler arasındaki koltuk kavgaları onların taraftarlarına da sirayet etmiş  sağda ve solda çeşitli fraksiyonlar silahlı ve silahsız şiddete sarılmış, karşı tarafı sindirme, susturma  veya yok etmeye imani bir huşuyla kendilerini vakfetmişlerdi. Özellikle 1975’ten sonra ki -gene bir af kanunundan sonradır ve gene Ecevit marifetiyle çıkarılmıştı- terör odakları hem içteki siyasiler hem de kapılandıkları dıştaki efendilerinin yönlerdirmeleri sonucunda tırmanmış ve günde 25-30 can almaya başlamıştı.  Bu hal halkın genelinde mutad ve kanıksanmış bir hadise gibiydi; çözümsüzlüğe adım adım yaklaşılmıştı.   Sonraları da kabullenme gelmişti.
            Kavganın özünde ideolojik bakış farklılıkları olmasına rağmen, daha büyük mesele sağ ve solun hem kendi içinde hem de iki temel gruplaşma arasında bir diyalog eksikliği vardı.  Fraksiyonlar oturup da adam gibi konuşmayı tartışmayı hedef değil, bizzat böyle girişimlerin kendisini ihanet ve yokedilmesi gereken hedef olarak görüyorlardı...  Okudukları gazete, kitap, kulandıkları kimi kelimeler, yaşadıkları semt ve hatta seçimini kendilerinin yapmadıkları halde doğdukları şehir, okudukları lise,  üniversite veya fakülte, giydikleri parka, içtikleri sigaranın  markası ve bıyıklarının şekli, şemaline kadar bir sürü unsur ideolojik tefrik rumuzu haline gelmişti.
II
Siyasi parti liderleri de bu tehlikeli gidişatın farkındaydılar, fakat taraftarlarına samimi ve ısrarlı bir tarzda akl-ı selimi va’zetmeleri onların da ihanetle veya samimiyetsizlikle suçlanmaları ve bu tür diyalog davetlerinin bizzat rakiplerine verilen zayıflık veya yenilgi veya taviz emmaresi olarak kullanılma anlamına geliyordu.  Onların şahin olması, güvercinlere de bir teşvik ve desteklerinin devamı anlamına geliyordu.   Hazımsızlık öyle bir hal almıştı ki ana muhalefet partisi lideri Demirel, o zaman yine Başbakan olan Ecevit’e “hökümatın başı” sıfatını aşağılayıcı bir tarzda kullanıyor, “başbakan” demeye dahi dili varmıyordu. 
Ülkede problemler elbette vardı.  Sağ ve solun reçeteleri farklıydı.  Bu farklılıklar uçurumlaştırılmış, bir grup militan ortaya her fırsatta çıkıp eylem ve tedhiş yapar hale gelmiş, zamanla bir diğer grup da kendilerini devletin muhafızları gibi görmeye başlamış, onlar ülkeyi kurtarabilme ihtimaline aşık olmuşlardı.  Vatan hainleri sandıkları bir grup insanı, birilerine uşaklıkla suçlarken temiz kimi niyetlerinden fazla ve bir kaç ışıklı doktrinden öte vaadettikleri bir şey de yoktu esasen...  Daha da esaslı olanı Türkeş’in Dokuz Işıklı doktrini aslında Ecevit’in-ışıklarını bir tarafa bırakırsak—o mahut “köy-kent” projesinden farklı da değildi.  Ama liderler farklıydı.  Ya da öyle sanılıyordu.
 Ecevit “Karaoğlan”dı, bir kesim halk için umuttu.  “Hakça düzen” istiyordu.  Atatürk’ün dahi devrimciliğini yeterli bulmayıp ona “burjuva Kemal” diye lakap yakıştıran katıksız devrimcilerin ağabeyi idi.  Devrimciydi.  İnönü’yü bile devirip onun CHPde başkanlık koltuğuna oturmayı başarmıştı.  Hakça düzenin ne olduğunu bugün bile anlatmaktan aciz, sadece diline doladığı bir feodal yapı ve ne tarihi ne de birikimi benzerlik göstermeyen bir Norveç-Danimarka türü bir demokrasiden  dem vuruyordu arasıra.  
Hala paylaşılamayan bir “Kıbrıs Fatihi” ünvanının bir numaralı adayı, Amerikaya kafa tuttum diye oy isteyip  sonra Amerikayı ağabey bilen, Yunanlılara atfen “biribirini seven iki kardeş” hülyalarıyla şiircikler döktüren, lise mezunu, bir meslekten gazeteci, meşrepten siyasetçiydi Ecevit... Kabaklı’nın ifadesiyle “bizim Alkibiades” idi. Bir diğer partiden 11 milletvekilini kapalı kapılar ardında Güneş Otelde manevralarla, bakanlık teklifi ve transferini gerçekleştiren, Türkiye’de ilk defa bakanlık bazındaki yolsuzluğun (Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı) başbakanı.  Mavi gömlek ve Lenin şapkasının onulmaz hayranı Karaoğlan... Yanında da  Karakız...  Gömleğini mavisindeki tonlar tekstilimizdeki ilerlemeyle biraz değişti, ama o hiç değişmedi.  Çocukları yoktu, bütün devrimciler onların çocukları olmuştu.
Türkeş “Başbuğ”du, 1960 askeri darbesinin kudretli bir albayı.  Menderes’e ve ekibine yapılan darbeyi millet, onun sesiyle haber almıştı radyodan.  Türklerin sadece Türkiye’de olmadığından dem vuruyor, Kürşatların heykelini dikiyordu gençlerin gözüne, Ergenekon’dan çıkmaktan bahsediyordu...  Türk Milleti vaktiyle Çinlileri hem de kendi saraylarında nasıl altetmişlerse, ülkücüler de bundan ilham alıp, Tanrı Dağını yufka yüreklilerle aşmanın zorluğunu bilip, Moskofların esareti altında  olan Türk cumhuriyetlerini kurtaracak ve aradaki suni sınırlar da böyle kapanacaktı.  Zaten eskilerde Ortaasya’nın adı Doğu ve Batı Türkistan değil miydi?  Azeri, Kazak vs ne demekti?  Bunlar, Rusların geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Türk milletini bölmek, biribirine yabancılaştırmak için uydurdukları tasniflerdi.  Şimdi de aynı oyun Türkiyenin içinde Türklüğün tek hür kalesi olan Türkiye içinde tezgahlanmaya çalışılıyordu.  Tanrı dağına dikilmeliydi gözler ve dönülmeliydi kargılarımızın semaya sütün olduğu zamanlara...  Elbette Türklükten gelen bu dinamikler aynı zamanda Ülkücüler birer birer  katledilirken, bir de İslam anlayışı eklenmiş dolayısıyla ölenler “vatan ve millet için” öldüklerinden dolayı “şehit” oluyorlardı.  Şehitler ise, insanlar öyle sansalar bile ölü değil   “yaşamakta idiler.”   Bu da gazi olanlara davada haklılıklarına ve şehitlere saygıya dair hep artan, ama hiç azalmayan bir doping yapıyordu.    Sonraları bunu örnek alan devrimciler de her ne kadar İslam’a muhalif iseler de “şehit” saymaya başladılar kendilerinden ölenleri.
Erbakan Almanya’aki leopar tanklarında büyük proje emeği olduğu söylenen, “ağır sanayi hamlesi” lafını bu memlekette ağır ağır iktidara gelmekte ustaca kullanan, hiçbir cihada katılmadan “mücahid” ünvanı alan, 1981’de beklediği başbakanlığı nihayet 1995-6’da yakalayıp onu da içinde bir türlü zaptedemediği hamaset ve şaklaban-komedyen istidadını, kutsal bir belagatla mücehhez kılıp, o her defasında “horoz dövüşü” diye adlandıran  siyasetin tavuksu horozlarından bir makina mühendisi profesör.   “İslam Birliği” diye diye meğerse diktatörlüğü Türkiye de aldığı eğitimi boyunca içine iyice sindiren Kaddafi ve zaten kendine hayrı dokunmayan Mısır ile birleşmek olarak algılıyormuş.  O, adı her anıldığında taraftarlarının aleyhte sloganlarına muhatap olan İsrailin ne kadan yakın bir müttefiki olduğunu gösterdi.  Dava dava diye milyonları peşine döktü sonra tek davasının siyasetten uzak kalmamak olduğunu gösteren işlere mühendis kalemiyle imza attı.  Ona vaktiyle gönül bağlayanlar İsrail kadar ona en az minnettar kalacaklardır. Ama Ebakan bu, muhakkak her yaptığı işte dava adına düşündükleri ve fakat benim gibi ahmakların anlamadığı büyük büyük hedefler vardır.  Kıravatının markası versace kadar, kızının düğününü yaptığı 5 yıldızı otel kadar büyük!  Ay-yıldızın mümessili olduğu şeylerin büyüklüğü onu ilgilendirmez.  Çoğunu Demirelin ve birazda Ecevitin zamanında açılan İmam Hatiplerle önce kendi eseriymiş gibi övünecek sonra kapattırıp, kapattırmaya vesile olan dehasıyla bir kere daha övünecek kadar büyük.  Milletin ıztırabını içine atarak büyüttüğü göbek kadar, kendi enaniyeti kadar büyük.  Mazlumken demokrat mazluma zalim olacak kadar büyük.  İktidara geldiğinde bile muhalefet ruhundan kendini ayırmayacak kadar büyük.  Tabii bütün bunlar yine dava için, bencileyin ahmakların anlayamadığı büyük bir dava için...
İslamköylü Süleyman Demirel de dir makina mühendisi.  Çocuğu olmadığı için bürün memleketin “BABA”sı olma yolunda epey adımlar attı 1990larda, hatta muvaffak da oldu... Kendi yaydığı “Çoban Sülü” laflarıyla halkının hamaset duygularıyla siyaset yürüttü hep.   Gariban ve cahil halk, onu Menderes’in daha iyi bir devamı sanıyordu.   O’nun mirasına konduğunu kendisi de sıklıkla ifade ediyordu.  Halk olarak algıladıklarına, onların aksanıyla ve İslamköy edasıyla konuştu.  Hafızası iyiydi.  Pekçok yer adlarını ve yetkililerini ismen zikrederek insanlara onlara önem verdiğine dair intiba veriyordu.  Vatandaş saydıklarına da daha çok başındaki meşhur şapkası ile ve “Morrison” tarafıyla hitap ediyordu.    Rivayete göre kitaplığında çeşitli kesimlere hitap eden kitaplar vesair var olup gelen misafire göre davranır ve yanından çıkan herkes Demireli kendi temsilcisi sanırmış.  (Son örneği Vural Savaş oldu.) 
Halk dalkavukluğu ve burjuva çığırtkanlığı  illa da okul da öğrenilmez...   Kimi zaman insanların kendisi bir ekol veya okul olurlar. 
Halk Demokrat parti ismini ancak “Demirkırat” diye telaffuz edebilince partisinin rumuzunu ve geleneğini o meşhur “Kırat” ile ifade ederek halkın gönlünü bir kere daha kazandı.  “Barajlar kralı” oldu adı.  İlk hayali ihracat kitabesi onun zamanında ve yeğeni Yahya Demirel marifetiyle şerefli iktisat tarihimize kazındı.  Bunu Demirkıratlılar da biliyorlardı, ama o “melun” rakiplerinin iftirası diye anlayıp anlatmayı yeğlediler.  Demireller bir şey yaparsa, arkasında elbette bir büyük hikmet vardı.  En çok imam-hatip lisesini onun zamanında  açıldı ve propagandalarda bu tarafını hep öne çıkardı.  Hepsinin birden kapatılmasını aynı şekilde savundu ve buna sevindi.  Dünden bugüne dünyayı dün için hem dünde yaşadı hem dünü unuttu.  Yolların değil takvimlerin eskidiğini insanımıza o öğretti.    Eğer anayasa müsaade etseydi ve ikinci kere cumhurbaşkanı seçilebilseydi, daha nice yeğenlerini görecektik sahnede, nice Cavit Çağlarları çivit çivit parlayan gözleriyle yanına alıp “aile fotoğrafları” çektirecekti... Ne de olsa “Baba” olmak zor şeydi.  Anayasa değişikliği için yapamayacağı yoktu, ama yine de ümitlerini kaybetmedi.  Milletimizin dengelerini onun üzerine bindiren sağdan ve soldan bir çok hayranları hala eski coğrafya kitaplarındaki dünyanın düz olmadığını ileri süren teorilenin etkisinde hala ona duacıdırlar. Güniz Sokak tavafları buna delalet eder.  Milleti Düşürdüğü demokrasi uçağından her zaman pilot kabinindeki fırlatma sistemi vasıtasıyla kendini kurtarmayı bildi.  Şutlandığı her an paraşütü yanında hazırdı.   O da  bu memlekete hizmetleri geçmiş çok şerefli bir insandır...  Muhalefette hep doğruları söyledi.  1986’da Köprü dergisindeki bayanlarını bilenler Demirel’in inkişafa etmeye na kadar mütemayil bir insan olduğunu iyi bilirler.  O da onları iyi bilir.  Bugünlerde görürseniz size Türkiye’de elektriksiz köy kalmadığından bahsedecektir gene tatlı tatlı. 
            Sonrası fil ebabil ve siccil...

III

Sahayı böyle karışık gören Evren ve arkadaşları gene memleketi kurtarmak için büyük bir misyon yüklendiler ve 12 Eylül 1980’de memlekete bu kadar hizmeti geçen insanları tatile çıkardılar.  Düdük çaldı... Maç tatil oldu taa 1987 yılında yasakları kalkana kadar.  12 Eylül günü Evren’i izlediğimi hatırlıyorum... O siyah beyaz televizyondan yanındaki kurmaylarla... Onlar kahramandılar.  Milletinizin her zaman aradığı o kurtarıcılardan idiler.  Ve TSK’nın İç Hizmet Kanununa dayanarak milletimizi üçüncü defa kurtarmışlardı sancılı da olsa yürüyen demokrasiden. 
Ecevit’i, Türkeş’i, Erbakan’ı ve Demirel’i alkışlayan şanlı milletimiz bu sefer de onları alkışladı, sevindiler... Hatta hatta çoğu öyle ileri gittiki “siyasi parti liderlerinin” hepsini asıp bu milleti onlaradan kurtarmak gerektiği lafları bile sarfedildi... Gazetecilerimiz birkaç istisna hariç darbeye alkış tuttu.  Akademi dünyası sevindi birkaç çatlak ses haricinde...  İşadamları memnundular... Alan razıydı, veren razı o halde gerisine halt etmek düşerdi... Liderlerin arkasından koşturan oğlunun işini, kızının tayinini hallettirmek için takla atanlar, ikbal beklentileri içinde olanlar, birden yokoldular ortalıktan... Menderesi hatırladılar birden o üç bakanıyla beraber darağacında hem de hiç haketmeden asılan başbakanı... Göğsüne asılan yaftayla, darağacında boynu bükük sallanan buna rağmen milletine “küskün” olmadığını söyleyerek aslında kırgınlığın boyutunu ifade eden Menderesi... Ya gene öyle birşeyler olursaydı.. Kendileri de kovuşturma geçirirselerdi... Ne olacaktı çoluk çocukları ne olcaktı işleri güçleri.. Düzenleri bozulmaz mıydı?  Dünyaları zindan olmaz mıydı? (Böyle durumlarda yüce milletim dünyanın “zindan” olmadığını hatırlar.  O zaman zindanın içindeki zindana girmemek için her yolu dener...)
Dillerden dökülen kasidelerin şimdi hicviyeler almıştı yerini ve farklı aralıklarla tutuklanan siyasi liderler artık biraraya gelip adam gibi konuşmak zamanı geldiğini askerin zoruyla onların sultasıyla anladılar.  Onlarla beraber çoğu devrimci ve ülkücü camiadan olan insanlar... Ve hedeflerin aslında aynı olduğunu dair fikir beyan edeceklerdi hapishanelerde. Karşıt görüşten insanlardan yaralı ve muhtaçlarına yardım etmeye kadar bir tekevvün içine girmişlerdi. Aynı Anadolunun çocukları olduklarını anlamışlardı. Mesela 1980 sonrasında yıllarca hapis yatan darbe öncesi ülkücülerin lideri olan Yazıcıoğlu ve kimi devrimciler bu konuda çok kafa yormuşlardı. Hapse girenler de yalnızlık ve terkedilmişliğin ıztırabını yaşadılar. Dava adına ne hırsızlık ve namussuzlar yapılabildiğini, kendileri yardım için gönderilen paraların nasıl iç edildiğini ve nasıl aileleriyle keyfi bir mantık doğrultusunda görüştürülmediklerini ve “onlara neler oldu acaba?” gibi kahredici düşünce çengellerinin beyin hücrelerini tırmaladığı, nasıl saçlarını ve yılları kopardığını ve ondan arta kalan zamanlarda da işkencecilerin ömürlerinden kopardıklarını....
            Ruhunu vicdanını, satılığa çıkan bir  azınlık haricinde, farklı fraksiyonlardaki kişiler aslında güzel ideallere binanen mensup olmuşlardı biryerlere..  Esas hata tek yol bir bakış açısının hakim olmasıydı bütün ideolojilere.  Ülke sıkıntıdaydı, kurtulması gerekiyordu.  Onun reçetesi de her grubun sadec kendisindeydi.  Yani kendileri için iyi şeyi başkaları için de dayatmak niyetiyle hareket ediyorlardı.  Karşı her grup ise ya Rus ya Çin ya İran ve veya Amerikan uşağıydı onlar için.  İdealler vardı, ama çoğu zaman “idea” yoktu.  Çoğu zaman şifahi kültürle aktarılan kurtuluş reçetelerinin kaynağı ise çoğu müellifleri yabancı ülkelerden olan ideologların yarım yamalak çevrilmiş kitaplarıydı.  Onları okudukça fikirlerinde daha sabit hale geliyorlar, kaleler inşa ediyorlardı ideolojik enaniyetlerini kuşatan Babil kulelerinin etrafına. 
Güçleri heyecanlarından, mensup oldukları gruptan, ve sabitleşen ve hemen hiç süzemedikleri bazan dinleyerek bazan okuyarak edindikleri fikir hamulelerinden kaynaklanıyordu.  Onlar “milliyetçi veya “yurtsever” idiler, ama millet olarak sadece kendi gruplarını algılıyor, yurtlarını ise hayal ettikleri ütopik kızılelma ve kızılbayrak ülkeleri.  Sağda tarih milliyetçileri sol da ise dil faşistleri vardı... Sokaktaki jargonlara fikirden süzülen felsefi argümanlar değil, sloganlar mütehakkim idi.  Her iki tarafın hem hakimi hem de savcısı hem de infaz memurları olmuştular.  Fatsa vb. yerlerde halk mahkemeleri kurulmuştu. Dilde tasfiyeyi o kadar ileri götürenler aslında bunun ırkların tasfiyesine yönelik bir tür Hitler mantığı olduğunun farkına varmadan karşıda “ecdadın” yaptıklarını anlatıp hiç değilse haldeki zilleti unutmaya çalışanları Faşistlikler suçluyor, kendi ideolojik kapsam alanlarına girse bile karşı dan gelen her doğruya kapılarını ve beyinlerini kapalı tutuyorlardı.  Öyle buyurulmuştu parkalı postallı “birinci” sigarası içen büyüklerince.  Ve slogallar kan kokuyordu.  Nefret kokuyordu.  İntikam kokuyordu.  Memlekerin hemen heryerinde bina ve bahçe duvarları, yollar bu sloganlarla dolan birer kültür zangoçu oldular.  Darbeye çağıran zangoçlar...  Sloganların ortak noktası karşı tarafın kahrolması üzerine bina edilmişti..  Peki niye?  Niyesi önemli değil, öyle olması gerekiyordu.  Emir aldıklarına kayıtsız bir emniyet ve sadakat, hedef olanlara kayıtsız bir nefret ve itimatsızlıktı esas olan...  Her iki kesim de kendisini “good guy” olarak algılıyordu... Her ikisini de muhatap alan darbeciler ise mutlak “good guy” olarak  sadece kendilerini ortaya koydular. Koruyucu kollayıcı ve kurtarıcı melekler...  Uzlaşma zamanı gelmişti, ama uzlaşma nerede olacaktı.? Uzaklaşma nerede?

IV

İşte esas gelişmeler de böyle bir zamanın hikayesini yazmakla olacaktır.  Bir meşhur 1968 kuşağı vardı, sonraki ise 1975 oldu.  Ve dahi 1980 kuşağıdır çıkan sahneye şimdi...        
Terör döneminin ıztırabını hem bedeni hem ruhi olarak hissedenler o günleri asla tekrar yaşamak istemeyeceklerdir.  O günler gider ve bir daha geri gelmez İnşaallah.  Fakat silahlı ve silahsız çatışmaları, zorbalıkları  bir tarafa, o günlerde insanların bugünlerde olmayan birkaç güzel ve takdir-i şayan tarafları vardı ister sağda olsun ister solada...   İnsanlar o zamanlar daha çok okurlardı.  Kitap okurlardı, gazete okurlardı, ama okurlardı.   Okuduklarını ideolojilerine mermi yapmak için de okurlardı, karşı tarafı çürütmek için de okurlardı ama okurlardı.   Gazeteyi de kitabı da ideolojik beslenme ve psikolojik savunma için okudukları doğrudur, ama okuyorlardı.  Hem gazete kitap okumanın hem de tahsil anlamında okumanın “okumayan” insanlar gözünde dahi belli bir anlamı ve önemi vardı...
            Daha da önemli bir husus vardı o zamanlar ki bugün hemen hiçbir kesimde yok gibidir.  Onların saygın ülküleri vardı.  O ülküler kendilerini bağlıyor ve kendilerini aşıyordu. Şahsi menfaatler değil daha büyük daha yüce gördükleri, uğrunda hem yaşamayı hem de ölmeyi göze alabilecekleri ülkülerdi onlar.  Körlükleri biraz da bunandı.  Gözlerindeki iris tabakasını kaplayan şeydi o ülküler, ceplerine ve havsalanlarına çöreklenen cüzdan değil.   Her iki gruptan da ülküleri uğrunda insanlar ölmenin ülkülerinin bir parçası gibi algılıyorlardı..  Öldüler de hapse de girdiler sakat da kaldılar.  Yarlıgasız yargılarla idam da edildiler o fıkradaki Laz mantığıyla: “pir onlarlan, pir pizden.”
Kendilerini de sorguladılar. Kim içindi yaptıkları? Liderlere niçin bu kadar tabii olmuşlardı?  Kimi zaman tereddüt ettikleri meselelerde kendilerinin aslında ne kadar da haklı olduklarını... Ama düdük ötmüş maç bitmişti... Şimdi kıyıda köşede kalmış bütün emekli hakemler holdinglerin üst kurullarında büyük büyük oyuncular olmuşlardı..  Bir bakıma ülkeyi ekonomik olarak da kurtarma çabalarıydı bunlar.  Hatta bu emekli hakemden dönme yeni oyunculardan holding sahibi olacak kadar memleket hizmetine kendilerini vakfetmişlerdi.. 
            Sonra Ulusu’lu yıllar ve tekrar sultalı demokrasiye geçiş yılları başladı... Özal damgasını vurdu bu yıllara hem de nasıl.  DPT kökenli olduğu, özel sektör tecrübesi olduğu için askeri hükümetinde bir müddet gözdesi olduştu zaten... Askerin sivilllere askeri tarzda yaptırttığı yeni anayasa yüce milletimin –ki bu zamana kadar askeri idareden de sıkılmışlar eski günleri bir kere daha muhakeme etmeye başlamışlardı- yüzde doksaniki gibi bir çoğunlukla okumadan anlamadan hüsn-ü niyet ve hüsn-ü kabulleri ile yürürlüğe girdi... Ve Özal eski siyasilerin yasakları olması ve askerlerin de metazori işbaşına getirmelerindeki avantajlarını da hesaba karatak siyasete girip Anap’ı kurdu... Ondan önce Amerika’ya gidip bilgilerini tazeledi ve kilo verip karizmatik ABD başkanlarının usulleriyle nasıl başbakan olabileceğinin notlarını da kafasına kazarak ülkeye dönmüş, hem ülke içinde tanıdıkları hem de ülke dışında özellikle ABD de irtibatlı olduğu kişileri siyasete çekmeyi başarmıştı... Vaktiyle MSP’de yapamadığını şimdi daha güçlü bir konumda ANAP’la yapacaktı...  Ve Kenan Evren’nin bizzat Emekli bir asker olan Calp’ı işaret etmesine rağmen milletimiz Özal’ın o iki elini kafasının üzerinde birleştirerek yaptığı “dört eğilimi” birleştirme rumuzunu hafızalarındaki acılarla yanyana koyarak iyi idrak etti ve seçim sisteminin de yardımıyla Özal başbakan oldu, partisi tek başına iktidar...
            Ülkedeki kimi değişimler Özal’la başladı. Şöyle diyordu Özal:

Anavatan Partisi 20 Mayıs 1983 günü kurularak, memleketimizin siyasi hayatında yerini almıştır.  Partimizin sembolü, bal petekleri ile donatılmış Türkiye haritası ve bal arısıdır.ARI çalışkanlığı, PETEK aziz vatanımızın en ücra köşesine kadar mamur hale getirilmesini ifade etmektedir. Milli ve manevi değerlere bağlı, sosyal adaletçi, rekabete dayalı serbest piyasa ekonomisini esas alan bir parti olarak, programımızda belirtilen bu ilkeler etrafında birleşmeyi sağlayıp, Türkiye'yi ileri ve modern bir ülke haline getirmek en ulvi görevimiz olmalıdır. Bunun için, programımıza inananları, daha önceki siyasi görüşleri ne olursa olsun birliğe ve beraberliğe davet ettik.
Aziz milletimiz çekişmenin, kargaşanın ve bölücülüğün hiç bir zaman yanında olmamıştır. Geçmişte şu veya bu şekilde kavgaya itilenler veya kendini kavganın içinde bulanlar muzdariptir. Kırgınlıkların giderilmesine, yaraların sanlmasına, dostluğun, kardeşliğin ve dayanışmanın geliştirilmesinde zaruret vardır.  Anavatan Partisi bir hizmet kapısıdır, "Halka hizmeti hakka hizmet" olarak görür. Ülkemiz, insanımızın çalışkanlığı ve kabiliyeti, tabii kaynaklar ve coğrafi avantajlanyla gelişmişliğin zirvesinde yer almaya layıktır. Bu cennet vatan tarih boyunca Dünya'nın en ileri medeniyetlerini bağrından çıkarmanın haklı gururuna, bu aziz milletle gelişmiş ve medeni olmanın tarihi tecrübesine sahiptir. Milletler arasındaki medeniyet yarışında geri kalmamızın meşru ve makul sebebi olamaz. Milletimize doğru hedefler gösterildiği önüne konulan manialar kaldırıldığı, birlik ve beraberliğin bozulmadığı müddetçe aşamayacağı engel, çözemeyeceği mesele yoktur.
Ve ardından ekliyordu:

Memlekete sahip, milletine hizmetkâr ancak yapabileceğini va'deden ve vaa'dinde mutlaka duran dostluğu, kardeşliği sevgi ve barışı şiar edinmiş bir anlayışla bu vatana en verimli bir şekilde hizmet edebileceğimize ve ülkemizi milletlerarası camiada mümtaz ve layık olduğu seviyeye çıkarabileceğimize inanıyor ve yüce Allah'ın gayretlerimizde bize yardımcı olmasını diliyoruz.

İnsiyaki olarak ve felsefesine daha inmeden gönlünü kaptırdığı bir serbest piyasa ekonomisinden bahsediyordu Özal.  Şanlı halkımın esnafı bunu istediğn malı isteğin fiyata sat diye anladı. Ve tabiiki beğendi.  Eskiden olduğu gibi malların üzerinde alış-satış etiketleri olmayacaktı.  Bu liberal ekonomiye aykırı idi. Sonra Teşebbüs hürriyeti bunu tamamladı, ama üretim aynı ölçüde hem sınırlı hem de düşük kaliteli kaldı. Canım herşeyi yapmamamız gerekmiyordu ya. İthal edebilirdik. Ve traş bıçağından muza kadar bir ithalat furyası başladı.  Borç yiğidin kamçısıydı nasıl olsa.  Zaten ismen var olan ve okullarada sadece çocukların kutladığı “yerli malı haftası” iyice tuluat tiyotrosu malzemesi oldu.  Yerli araçlara zorlayıcı birşey yoktu... Onları üretenler  gene devlete sırtlarını dayayıp dört teker üstünde yürüyen tenekeler olarak hizmet vermeye devam ettiler...  Yeni bazı otobüsler de bu arada piyasasa girmeye başladı ve kamyonlar biraz daha farklılaştı, çeşitlendi...Hızlandılar arabalarla yarışacak kadar hemde...
            Din ve vicdan hürriyetinden dem vuruyordu  Özal, ve yavaş yavaş Demirelin tabanını kendine kaydırdı.  Mütedeyyin kitleler yine bir siyasi mesihe kavuşmuşlardı.  Tarihden bahsediyordu, Allahtan yardım istiyordu.  Bir büyük maziden bahsediyordu.  Türkeş’in tabanı da yorgundu ve Özal fena bir adama benzemiyordu hani.  Üstelik eski ülkücü kimi bozkurtlar Özal’ın yuvasına, partisine girmiş ve hüsn-ü kabul görmüşlerdi.  Davaya hizmet olduktan sonra mekan da önemli değildi.  Ve onlara da hitap ediyordu Özal.  Geşmişteki gönül yaralarını ve tedavi olarak önerdiği sosyal adalet ve daha ne olduğu ne adına olduğunu en azından benim anlayamadaığım “birlik ve beraberlik” destanını da reçeteye ekleyince Özalın halk irfanında zaten yeri olan arı sembollü partisi eski sol fraksiyonarda oy aldı.  Uzlaşma olmuştu işte...
            Evlerde telefon bir lükstü ve birkaç sene içinde yedi millyon telefon edindi milletimiz.  Sonra Amerika’dan mülhem bir rüya girdi devreye.  Televizyon renklendi, kanallar artmaya başladı.  Memlekette bir video film furyası başladı.  Türk sineması çöktü, yerini Amerikan filmleri almaya başladı.  Gözlerimizden gönüllerimize bir Amerikan film furyası akmaya başladı, büyüklerin de küçüklerin de.  Yerlileri kovboylar öldürdükçe biz de sevindik, Rambo Vietnam’ı darmadağı ettikçe biz de Çanakkale’mizi hatırladık biraz...
            Yeni yeni gazeteler çıkmaya başladı piyasaya ve artık gazeteciler değil patronlar vardı başlarında ve bir kapitalist işletme nasılsa o şekilde işlemeye başladılar.  Krediler aldılar.  Karşılığında daha önemli şeyler verdiler...Özal da gelişim adına ve değişimin ve potansiyel siyasi destekleri için onların plaza kurmalarına holdingleşmelerine piyasa ekonomisinin bir yansıması olarak baktı ve destekledi yerine göre.  İlk özel televizyonu da aynı mantıkla destekledi, taki milletin parasıyla ve Özal vasıtasıyla palazlanıp hem Özal’a hem de yerine göre millete kartşı diklenene kadar... Ayrıca yeni yüzyıl “Türklerin” olacaktı ve Özal o zamana kadar kompleksten cesareti kırılan küçük burjuvaya bir öğretmen gibi ticareti, atılganlığı öğretti moral verdi.  Yanına alıp uçakla dünyayı gezdirdi zaman zaman.  KDV ile beraber devletin gelirleri arttı, ama Özal’ın dediği ibi mallar ucuzlamadı.  Enflasyon inecek dedi, ama arttı.  Ama olsundu, terör yoktu ya.  Hem artık eskiden olmayan mallar vardı piyasada ve de taksitle alınabiliyorlardı.
            Arabalar gibi benzinlikler de değişmeye başladılar.  Önceleri sadece petrol almak için ve yağlama yıkama için gidilen  ve “bitse de gitsek” denilen mekanlar olmaktan çıkıp içki dahil herşeyin satıldığı hem dinlenme hem alışveriş yerleri oldu...  Pompaların  ve binaların görkemi arttı ve Tevrattaki ifadeyi kullanacak olursak our people saw that “it was good!”
            Mağazaların çehreleri değişmeye başladı, vitrinlerinin albenisi ve  içindeki malların çeşidi ve kalitesi arttı.  Bir kısım insanlar Tvdeki hayatla kendi hayatları arasındaki uçurumun kapandığını hissetmeye başladılar.  Vitrin ışıtıları, neon pırıltıları altında “ibadet ne güzel şey”di.  Nakit olması mühim değildi, kredi kartları da gelmişti.  Her türlü elektronik eşya, tekstil ürünü ve gıda maddeleri ve Çikitanın temsil ettiği yeni değerler yükseliyordu.  Ve tahtırevallinin bir ucunda o yüselirken yükselen değerlerle, düşmeye başladı başkaları.  Kapitalizmin tapınaklarında haftada birkaş kez tavaf eyleyip, Batılının aldığı gibi mallar aldık.  Ama hep doğulu gibi kullandık.   Bu yeni dinin yeni müridleri ve müttebileri ihtirasla mesire yeri oldu podyum oldu.... Ve fakat teptipe alışkın olunca çok şeyin birarada olması da sorun oldu.  Seçmek de sorundu.. Bu arada imdada son birkaç gündür o heyecanlı filmin arasında gördüğü reklamlar imdadına yetişmeye başladı.  Yeni din herşeyi düşünüyordu...  Artık ailecek kutsanmanın hazzını yaşamaya başlamışlardı.
            Uzlaşma meydana gelmişti artık.  Kavga yoktu.  PKK da nasılsa hallolurdu.  O halde 12 Eylül sonra tüketmek bir tarz olmuştu.  Bazan tüketilemeyen demokrasi ve vatandaş gibi olma ihtiycını telefi, bazeb yenileyemediğimiz benlimiz adına yeni şeyler alıp tüketmekti uzlaşmanın odağı.  Bu arada gizli gizli yeni kastlar da oluştu.
Eskiden doğruamaçlar için yanlış şeyler yapılmıştı.  Şimdi yanlaış amaçlar için doğru olanlar.  Kabile mantığını aşamayan milliyetçilik, Marksizmin anladığı bir yurt sevgisi yerine aslında şimdi global kapitalizmin tebaaları olmuştuk.  Çingene ve pop kültürü ile kulakları, mcdonalds la mideleri doldurduk.  Ceplerimiz de mark da oldu dolar da.  Artan için de 1993 den itibaren  borsa vardı. 
            Eskiden Almancılar, dışışleri mensupları ve burjuvanın farkını yansıtan arabalar artık heryerde vardı... Radyolar kuruldu.   DJ liği öğrendik ve öğrendikki insan Türkçe bilmeden de radyo programı yapabilir hatta bu ülkede başbakan bile olabilirmiş... Müzik ritme kurban, kalitesi ise oynattığı insana göre bir mikyasa vuruldu... Ağlatandan oynatana dömüş ve nihayet çağ atlamıştık.
            Dolmakalemler yerine tükenmezler iyice yerleşti hayatımıza, attık ve onunla beraber “kullan at” mantığı, hem insanı hem eşyayı.  Neyimiz eksikti ecnebilerden, neyimiz fazlaydı anlamaya başladık.  Yüzyılın rüyası nihayet gerçek olmuştuk... Biz batılı olmuştuk.  Uzlaşma ve uzaklaşmayı becermiştik.  Ama sanki yönleri ve mahiyetleri farklıydı.  Müsaadenizle benim tapınağa bir yüz sürmem lazım... 





           



0 comments:

Post a Comment