rss
email
twitter
facebook

Monday, November 23, 2009

Uçmağa Varmak

Basımevi       : Penguin Books, Londra.
Çeviren       : Metin BOŞNAK
YAZARIN HAYATI
            John FULLER 1937'de İngiltere'de doğdu. St. Paul ve Oxford New College da Eğitim gördü. Kendisi son 17 yıldır Oxford Magdalen Fakültesi'nde bir Öğretim üyesidir. Genellikle şair olarak tanınan FULLER, son ikisi MÜZİĞİ BEKLERKEN ve TATLI İCATLAR isimli sekiz şiir kitabı yayımlamıştır. 1974'te Geoffrey Faber Anı, 1974'te Geoffrey Faber Anı, 1984'te de Güney Sanatları Ödülünü kazandı.
            FLYİNG to NOWHERE yazarın yetişkinlere hitap eden ilk romanıdır. Şiirsel anlatımı, gözleme dayanan, gerçekçi ve bir kaç defa okunabilecek her defasında da yeni bir şeyler bulunabilecek nefis bir eserdir.

ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ
            FULLER'in romanı ÜTOPYAYA UÇUŞ ebadı küçük olmasına rağmen, HEMİNGWAY'inkine benzer kısa, fakat özlü bir üslupla yazılmış Harikulade bir "novella"dır. Bilindiği gibi edebiyatta "ada" EGO"yu, SWİFT'in GÜLİVER'İN YOLCULUKLERİ, W.GOLDİN'in SİNEKLERİN TANRISI, DEFORE'nin ROBİNSON CRUSOE isimli eserlerinde görüldğü gibi, yazarın kahramanları isole ederek kendisinin hükmedip mesajını aktarabileceği yeni bir mekanı temsil eder. Yazar da amacına uygun bir şekilde öyküsünü, üzerinde bir avuç insanın yaşadığı, adı belirtilmeyen bir Gal adasında geçen olaylar üzerine kurmuştur. Mekanı, kesinkes belirtilmese de Galler, zaman Otaçağ ve Gotik'tir. Romanın sonunda okuyucu gerçekten ne olduguna dair sorularla başbaşa bırakılmaktadır. Romanın ana teması yaşam-ölüm, iyi-kötü ve saflığı sürdürme ile ahlâki kokuşmaya dair cevabı okuyucuya bırakılmış bir dizi sorular zinciridir.
            Eser meçhul bir Gal adasında geçen olaylar üzerine kurulmuş etkileyici bir allegoridir. Adada mâbed gözüyle bakılan, sularının mucizevi nitelikleri olduğuna inanılan bir zemzem kuyusu vardır. Kuyuyu ziyarete giden hacılardan ne bir haber alınır, ne de adada mezarlarına rastlanır. Keşiş adanın otoritesidir, onun anahtar niteliği taşıyan deneyler ise Fuller'in ustalıkla kullandığı mecazlardır. Keşiş etle ot arasındaki ilişkiyi düşünürken insanları ölümsüzlüğe götürebilecek süreçleri keşfeder. Ölen hacıların cesetlerini masaya yatırıp otopsi yapması, organlarını incelemesiyle o Gotik atmosferin temsilcisidir. Böylelikle Keşiş bilimsel yollardan diriliş mucizesini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Piskopos tarafından hacıların durumunu öğrenmek için adaya gönderilen Vane'nin yardımcısı Geoffrey ellerini kum gibi kaynayan Savior (kurtarıcı: Adada binmek üzere beraberlerinde getirdikleri at) Üstüne konmuş sineklerin arasına daldırır. 74. sayfadaki vaazında Keşiş sorar: "Hangimiz hayatın kokusunu ölümünkinden ay?rabiliriz.?" John Fuller burada sembolik yamyaml??? ve Hristiyanl?ktaki ?araba bat?r?lm?? ekmek yeme ayinini yiyecek zincirinin bütün varl?klar? birle?tiren en yüksek halkas? biçiminde ortaya koymaktad?r. ?air FULLER, allegorik bir esinlenmeyle de olsa, bir cerrah?n falta?? gibi aç?lm?? gözleriyle olaylara sondaj vurmaktad?r.
            ÜTOPYAYA UÇUŞ'taki hacılar adaya zemzem suyu içerek şifa bulmak isterler, fakat bir daha izlerine rastlanmaz. Olup bitenleri araştırması için Piskopos bir müfettiş gönderir. Bu arada adadaki Abbot (başpapaz) ruhun bedendeki yerini araştırmakla meşguldür. İyice inceleyince her organın bir makina gibi çalıştığını görür. Ruh ise onlara çalışma gücünü veren gizli kuvvettir. Aklına "bu özü yerine tekrar koymak mümkün mü?" soruları takılır, "onu yenden üretmek veya işler duruma getirmek mümkün müdür acaba?"
            Kuyunun sularıyla zehirlenip cesetleri dahi gün ışığına çıkmayan hacılar bütün hastalıklarından ebediyyen arınmış olurlar (1). Kuyuda Papaz'ın evine açılan yeraltındaki su kanalını bulmaya çalışan Vane, cesetlere ne olduğunu ancak ve ancak kendisi de bir ceset olunca anlar... Kadavraları parça parça eden Papaz suyun aslında tedavi gücü olduğunu keşfeder. Kuyudan çıkan zemzem suları tirşe kaplı kitapları ağaç özünü sindiren in ek midelerine ve ağaç raflarında bir koruya dönüştürmektedir.
            Romandaki ipuçları sadece zehirli kutsal kaplıcada değil, edebi özelliklerini kaybetmeyecek şekilde dilin mecaz dolu kullanımında da düğümlenmektedir.
            Papaz ruhun yerini bulmak için yaptığı araştırmalarını kocaman bir villada ev sahibini aramaya benzetir. Nitekim kendi malikanesinde de girilmemiş odalar, 3087 basamak inmesine rağmen sonun bulamadığı helezoni bir merdiven vardır -ki bu sembol onun kafasındaki cevap bulamadığı soruları temsil etmektedir-. Sonradan sonraya kütüphanenin de kendine özgü salgıları olduğunun farkına varır.
            Olay ve mekanın tamamı bir kelimedeki anlam veya bir başka deyişle anlayış farklılığı üzerine kurulmuştur; Kutsal sular, zemzem, insanları "iyileştiriyor". Bu iyileştirme doktorun hastayı iyileştirmesi gibi değil de, dumanın salamura yapılmış balığı korumasına benzemektedir. Romanın sonlarına doğru tasviri de şahanedir: Kuyu suyuna düşen mektup kendini oluşturan elementeler dönüşür. Birbirine ilintili organların oluşturduğu organ sistemi ve geviş getirme üzerine kurulan cinaslarla yeniden dirilir.
ÜTOPYA NEDİR?
            İngilizce "nowhere"in karşılığı  olan Ütopya, Yunanca "oul" (hiçbir) ve "topos" (yer) kelimelerinden oluşmaktadır. Sir Thomas MOORE "eutopia" (herşeyin iyi olduğu yer) cinasıyla Ütopya terimini ÜTOPYA (1516) eserinde kendi kafasında kurduğu hayali cumhuriyete vermiştir isim olarak.
            Aslında Ütopya fikrinin tarihi oldukça eskidir. Örneğin Sümerlerin GILGAMIŞ DESTAN'ında (M.Ö. 2000) bir çeşit yeryüzü cennetinin tasvirini görmekteyiz; "Kuzgunların çığlığı duyulmaz, ölüm kuşları ölüm çığlıkları atmazdı. Arslanlar canlılara zarar vermez, kurtlar kuzuları parçalamaz, güvercinler inlemezdi. Dul yok, hasta yok, yaşlılık ve ızdırap çekmek yoktu...
            Homer ODYSSEY destanında "cennet bahçelerinin" tanımını yapıyordu. Aynı tanımı Lucian da biraz değişik ve komik tarzda yaptı. Hesiad, Pindar ve Horace'ın resmettiği "KUTLULAR ADASI"nın pek çok değişik variantlarına rastlanmıştır.
            Hristiyanlık St. Augustine'nin deyimiyle -yeryüzündekinin aksine- ulaşılması mümkün bir cennet fikrini aşılıyordu. Bunun yanısıra, en azından bin yıllık bir süredir 'resmi' ve halk edebiyatında cennet krallığı mümkünden de öte bir amaçtı. Hristiyanlık mensupları oraya gidebilmeleri için dindar bir hayat sürmeye teşvik ediliyorlardı. Popüler fikirler cennet ve oraya yapılan yolculukler üstüne kuruluydu. Cnnetlerin çoğu bahçemsi ülkeleri andırır ve anlatın bakımından materyalisttir.
            Geleneksel dinlerin değişikliğe uramasıyla ütopya fikirlerinin yayılması bir tesadüf sonucu değildir. MOORE'ın ütopyasından bu yana en azından yüz değişik ütopya fikri ortaya atılmıştır. Bazıları hayali, bazıları da sağlam temeller üstüne kurulmuştur. Plato CUMHURİYET (M.Ö. 400) adlı eserinde, yöneticileri filozof, kadınları herkesin malı olduğu, köleliğin tereddütsüz kabul gördüğü ve çocukların genetik araştırma ve metodlara göre yetiştirildiği bir devleti hayal ediyordu. MOORE'ın ütopyası da totaliter bir rejimi ortaya koyuyordu. Müteakkip ütopia planı Andrea'nin CHRİSTİANOPOLİS (1619) teki ütopyası da benzer nitelikler taşır. 1626'da Francis BACON YENİ ATLANTİS'İNİ yayımladı. Bu eser politik felsefe üzerine fable tarzında yazılmış bir tez gibidir...
            Diğer bazı ütopyaları bir tarafa bırakacak olursak, o zamandan bu yana ütopia edebiyatına pek çok katkılar yapılmıştır. Ama 19. yüzyıla kadar önemli bir eser yoktur...
            Fransız devrimi ve sanayi devrimleri yine bir tür yeryüzü cennetini kurmanın mümkün olduğu fikrini yeniden canlandırdı. En orijinal ütopialar ise yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktı. Bunlar Lytton'un GELECEK NESİL, Edward BELLAMY'nin GERİYE BAKINCA, William Morris'in JOHN BULL'ın RÜYASI, ÜTOPYADAN HABER VAR, Theodore HERTZKA'nın ÖZGÜR ADA, TOPLUMSAL BEKLENTİ'dir. Fakat esas katkıyı H.G.WELLS yaptı. MODERN ÜTOPYA'sı ile o ütopyası bir dünya devleti olarak gören ilk yazar odur. 1962'de Aldouz HUXLEY yapıcılığı açık fakat yanlış algılanmış olan ADA'yı yayımladı.
            Gerçekleşmesi imkansız görünen ütopya kendisinin karşıtı olan ütopia' bir başka deyişle anti-ütopiaların doğurdu. Bunlar kaprisli kuruntulardan tutunda George ORWELL'in 1984 (1949) ine kadar pek çok tarz da yazılmıştır. HUXLEY'in CESUR YENİ DÜNYA (1932), MAYMUN ve VAROLUŞ (1949) bunlar arasındadır. Politik dystopialara HAYVAN ÇİFTLİĞİ (1945)  ve David CARP'ın BİR (1953) çok güzel örnek oluşturmaktadır. Bazı yönlerden ütopia edebiyatı terkedilmiş ada edebiyatından farksızdır. Klasik ütopialardan ilham alan diğer eserler şöyle sıralanabilir: AYDAKİ ADAM (GODWİN), LA TERRE AUSTRALE CONNUE (FOİGNY), AİPOTÜ (BUTLER), UYUYANLAR UYANINCA (WELLS) ve AYDAKİ İLK ADAM, MAKİNA DURDU (FORSTER), HARABELER ARASINDA AŞK (WAUGH), SİNEKLERİN TANRISI (GOLDİNG) vb.

GOTİK ROMAN
            18. yy sonları ve 19. yy başlarında çok popüler olan bir roman türüdür. 18. yüzyılın ikinci yarısında özellikle İngiltere'de Gotik mimari yeniden canlılık kazanmıştı. 1747'de WADPOLE (1717-97) Londra yakınlarında Strawberry Hill'de Gotik tarzda bir malikaneye yerleşip orada matbaasını kurdu. Sonradan sonraya Strawbery Hill bu dönemde yapılan Gotik tarz mimarideki her yapıda verilen genel ad oldu. 1764'de Wadpole'ün yayımladığı OTRANTO ŞATOSU daha sonra Gotik "roman" adı verilen yeni bir edebiyat türünün gelişmesinde tohum rolü oynamıştır. Belkide Wadpole romanını Gotik şatoda yazdığından, belki de romanın içeriği Ortaçağdaki vahşi ve kanlı olayları çağrıştırdığı için bu adı almıştır. Gotik romanların çoğu esrarengiz, dehşet verici olaylara dairdi ve insanların kanının dondurmayı amaçlıyordu. Güçlü, olağanüstü, şimdilerde bayatlamış olan "Perili ev" imajlarıyla doluydu. Olaylar genellikle gizli geçitleri, zindanları, helezoni merdivenleri, şaşırtıcı bir kör talih ve hüzün atmosferine sahip Ortaçağ şatolarında geçiyordu. Gotik romanın etkileri Hoffman, Poe, Bronte Kardeşlerin eserlerinde oldukça açıktır. Dickens'ın BLEAK HOUSE, GREAT EXPECTATIONS isimli eserlerinde de kendi belirtmektedir. Mrvyn Peake'ın TITUS GROAN VE GORMANGHAST adlı eserlerini de bu kategoriye sokarsak yanılmış olmayız. August Dönemi duygusallığı ve sağduyusuna tepki olarak ortaya çıkan Gotik tarzda yazılmış en önemli eserler şunlardır;
            1- LANGSWORD - (1762 T. Leand)
            2- YAŞLI İNGİLİZ BARON - (1794 Clara Reeve)
            3- VATHEK - (1786 W. Bechford)
            4- UDELFONUN ESRARI - (1794 A. Radcliff)
            5- AMBRASİO VEMONK - (M.G. Lewis)
            6- FATAL REVENCE VE AVARE MELMOTH - (1820 R. Matirin)
            7- FRANKEŞTAYN - (1816 M. Shelley) ve
            8- DON SYLVİOO VON ROSALVA - (1764 C.M. Wieland)
            1773'te İngilizceye çevirilip basılan DON SYLVİOO VON ROSALVA (1764 C.M. Wieland) dır.




BİRİNCİ BÖLÜM
         
Üç keşiş çömezi çevik adımlarla ot tarlasının yanından aşağıya doğru yürüyorlardı.   Uzun otlar kavuran sıcak altında tüy gibi ve sessiz dineliyorlardı ta ki büyük adımlarla yürüyen kayık giymiş ayaklar onlara basıp ezene kadar.  Yün cüppelerinin kenarları bitkileri uçlarından yakalayıp arkalarından sürüklüyordu.  Bitkiler boyunlarını eğip sıçrıyor, ufacık ot tohumu tozlarından bulutları etrafa savuruyordu.
          Düşünceli cüppeler sahneye çıkar gibi adım atma niyetinde  değildiler; hızlı fakat telaşsız yürüyorlardı. Cüppeler her adımda bacaklarının arasına giriyor, baldırlarına sürtüyordu.  Kumaşın örttüğü kolları bükülüydü.  Bir tören yürüyüşünün nihai provasını ima eder gibiydiler.
          Çömezler yanlarından geçerken ot tırpanlayan kızlar başlarını kaldırıp bakmadılar, aksine işlerine daha dikkatle eğildiler. Tırpanlar ahenkli hareketlerle dikili otların dibine iniyor, biçilen öbekleri geri çekiyordu.  Eteklerini bellerine tutturmuş, çizilip kanayan ayaklarıyla kızlar, tarlanın sessiz bütünlüğüne karşı işbirliği ediyorlardı.
          Yanlarından geçerken çömezlerdenn biri kızlara baktı ve birincisi kukuletasının bunaltıcı mahremiyetine düşüncesini fısıldadı: “Tırpan darbeleri kullanılmış tirşe üzerine inen bıçak darbeleri gibi. Silinen kelime sırasını savıyor ve ölü otların cevherlerine ayrıldığı gibi tekrar yerine geliyor. Tarla, kardeşimiz güneşin yeniden yazacağı bir doğa kitabı sanki.”  Bu düşüncelerin, kendi kitabına kaydedilmeye layık olduğunu düşündü  ve ilk fırsatta Keşişe sunup onayını almaya karar verdi.
          Çömezler tarladan uzaklaşırken ot biçen kızlar işlerine ara verip onları takip ettiler gözleriyle.  Yüz ifadelerinde saygı ve kaçamak  bir sevgiyle karışık ilgi vardı. Birisi kendinden geçip tırpana çakılı kaldı ve gözden kaybolana kadar siyah cübbeli genç adamlara mıhladı gözlerini. Alnında ve yanaklarında damla damla ter birikmişti.    Sanki kıymetli bir tanrısal ruh eteri bastırılmış ve alen alev yanan yüzünden fışkırıyor gibiydi.  Kafasında, şüpheli şifanın hatıra gelen cazibesi gibi yarı sesli yarı düşünceli henüz şekillenmemiş fikri vardı sadece: “Tanrının çocukları...”
   

Çok geçmeden tırpanlar dostane yeniden işlerine başlayıp, aylardan kurulu bir ordu gibi çıtır çıtır olmuş olmuş devrilen  otlara daldı.
          Çömezler kuru bir ırmak yatağını geçip limana uzanan yola indiler. Mevsim boyunca gözlenen üç köşeli yıldız gibi,  bölgeyi müzakere etmek için değişken adımlarla   kâh yakınlaşıp kâh uzaklaşarak fakat her zaman göze çarpan bir ilişkiyle taşlar üzerinde sıçrayabilmek için cüppelerini kaldırarak hareket ediyorlardı. Böyleyken, kıyıdan yarım mil uzaktaki adaya yaklaşan kayıkdan görülebiliyorlardı.
          “Bir karşılama heyeti,” diye aklından geçirdi Vane, kendisinin kahraman olması gerektiğini varsayan bir katip edasıyla bir ayağı pruvada dimdik duruyordu.  Tiyatrolarda bahriyeli albayların yaptığı gibi, dümdüz el ayasını alnına götürdü ve nefes nefese kalan kürekçilerden biri gülerek tükrük fırlattı.  Vane arkasına döndü ve azarladı adamı.  Adam sırıtmakla yetindi sadece ve ağı küreği çekmeye devam etti.
Kayığın ortasında ayaklarının her biri bağlı bir erkek at gergin vaziyette kutulmulmak için hamle yapıyordu.  Gözlerinde tarifsiz korku, boynu terden pırıl pırıl parıldıyordu. At yekinip başını bir aşağı bir yukarı salladı.
"Atı sakinleştir evlat,” dedi Vane. "Birazdan kıyıya çıkacağız. Görüyorsun ya, bizi karşılamak için kardeşleri göndermişler.”
Delikanlı korkudan gözleri dönmüş atın boynun okşadı ve kulağına birşeyler fısıldadı. Ama yine de at kendini tutsak eden halatları zorlayarak bağlı ayaklarıyla kayığın kıvrım kıvrım tahtalarından parçalar kopardı. 
          Aynı zamanda kayığın sahibi olan en yaşlı kürekçi Vane'e "Yani her şeye rağmen bu atı karaya çıkarabileceğinizi mi sanıyorsunuz?" diye sordu.
          "Dedim ya sana, adada gezebilmem için ata ihtiyacım var," diye cevap verdi Vane.
“Olabilir” dedi, kayığın sahibi, küreklere asılırken, “ama onu asla karaya çıkaramayacaksınız.”
Kişneyip sarı dişlerini gösterdikçe atın başını tutan delikanlı, sorgulayan gözlerle Vane’e baktı.  Vaze yüzünü çevirmiş yine yaklaşan kıyıya dikmişti gözlerini ve çömezler kayalar üzerinde bir o yana bir bu yana sıçrayan minnacık nesneler halinde görülebiliyordu.
Bir süre sonra “peki liman nerede?” diye sordu.
“Baksanıza işte tam önümüzde” dedi kayıkçı.
  Gerçekten de çömezler ellerinde halatlarla kayaların arasında durmuşlardı. Kayığı kıyıya çekecek hiçbir yer gözükmüyordu.
          Vane’i endişe sardı.
          “Liman dediğin bu mu yani?”
          Kayıkçı bitkinlikle karışık keyifle, “Ta kendisi” dedi.
          “Peki limana çıkan giden yol?”
          “Aşağıya inen kardeşleri görmediniz mi?”
          Vane sanki mevkisinin bu göstergesi insanı böylesine bunaltan aksiliklerde kestirilmeyen bir destek sağlayacakmış gibi bir süre sessiz soluksuz boynundaki gümüş haçı yokladı parmaklarıyla.  Atın o dik ve kayalık yamaca çıkarılamayacağı besbelliydi ve ayrıca kayıktan çıkma için de kayalardan emekleyerek yukarı tırmanmak gerekiyordu.
          “Ah Kurtarıcı ah” diye mırıldandı delikanlı. “Ne olacak senin halin?”
          Birinci kürekçi yine tükrük fırlattı ve kayık devam etti kıyıya yaklaşmaya.
          Terden vıcık vıcık olmuş endişeli tırpancılardan bazıları kayığın yanaşmasını görmek için gelmişlerdi.  Aylardan beri hiçkimse gelmediği için hacıları görme merakı sarmıştı hepsini.  Gerçi şimdi gelenlerde hacı değildi, bir papaz, bir delikanlı ve bir attı sadece.
Tırpancılar, kavrulmuş otların bağrına dayadıkları tırpanlarına yaslanmış, kayalıklara boncuk taneleri gibi dizilmişlerdi. Onların  daha aşağısında  çömezler iskele görevi yapan köhnemiş ağaçtan oluşan ikiz payandaların üzerindeki demir halkalara halatları bağlamışlardı. Payandalar arasındaki ahşap platform yosun renginde, çürük ve yarısı kırıktı ve çömezler kayalık yerde durmaya özen gösteriyorlardı.
Kayıkçının defalarca söylediği gibi, atı karaya çıkarmak imkansızdı.  Halat atılırken kürekçiler Nuh Nebiden kalma iskeleden birkaç metre uzakta küreklere dayanmış dinleniyorlardı.  İşte bu sırada at adeta çıldırdı.  Kayalık iskelede uzun kayık tehlikeli bir şekilde batıp çıkarken tırpancılar kürekçilerin şaşkın feryatlarını ve atın haykırışını duyuyorlardı.
  “Kurtarıcı, sakin ol” diye bağıran delikanlının sesi duyuldu.
Ama at söz dinleyecek gibi değildi.  Çılgınca tepinmeleri sonucunda ayaklarından birine bağlı halatı gevşetti ve sonra kürekçilerden birini  çiftesiyle suya yuvarladı.  Diğerleri de artık sandalı dengede tutamıyorlardı. Kürekler kayalara sürttü ve kırılma tehlikesi atlattılar.
Bir an için at, gerildiği zaman, sanki kayıktan fırlayıp kendiğinden karaya çıkacak gibi oldu.  Kayığın yalpalaması dalgaların doğal şiddetine katkıda bulundukça siyah hayvanın kendisi denizin bir tür yansıması gibi göründü.  Sandalın anlamsız ahşap yapısı sadece gerekesiz bir engel oluşturuyor, atı hem kıyıya çıkmaktan hem de kendi özüne dönmekten alıkoyuyordu sanki.  Yaratık canını dişine takmış çabalıyordu, sabırlı bir teknik ressmın elinden çıkmışcasına, boynu böğründeki kaslar ve atardamarlar şişmiş, şaha kalkmış ve havada kalmış, ama düşmek üzere olan bir dalga şekline bürünmüştü.  Haykırışları yürek yakıyordu.
   “Sakin ol, Kurtarıcı, sakin ol!” diye emretti delikanlı. 
Kıymık kıymık parçalanan  tahtanın sesi ta kayalıklardan duyuluyordu. Kürekçiler az önce iskeleden atılan her iki halatı öndeki iskarmozlara  bağladılar.  Kayık dengeli duruyordu ve yavaşça istenen yere çekilebiliyordu, ama atın toynakları kayığın dibini delecek gibiydi.
“Atı tamamen çözüp salıverin,” diye bağırdı kayıkçı.  Kendi ön ayakları serbest bırakırken, arkadaki kürekçiye arka ayakları tutan halatları çözmesi için işaretler yaptı.  Güverteden düşen kürekçi şimdi, burun delikleri kan revan içinde saçı sakalı biribirine karışmış durumda kayığın kenarına tutunuyordu.
“Delirdin mi, sen” diye bağırdı Vane. “At elimizden gidecek.”
“Ya o gidecek, ya da benim kayığım” dedi kayıkçı. “O zaman hiçbirimiz anavatana dönemeyeceğiz.” 
Vane’in suratı öfkeden sapsarı kesildi.
“Başka bir kayık her zaman bulunur.  Bunun parasını fazlasıyla öderim ben sana.”
Başka bir kayık hiçbir zaman  olmayacak.  Benden başka hiçkimse boğazda çalışacak kadar aptal değil.  Benden başka kimsecikler bu delilerle dolu  ada için akıntılarda canını tehlikeye  atmaz.”
Vane pruvanın önüne çömelmiş kayığın sendelemesine karşı her iki eliyle küpeşteden kavramıştı.
“Hacılar sana yeterince para veriyor,” diye bağırdı.
“Hacılar mı” diyerek güldü kayıkçı. “Bahardan beri buraya ne kimseyi getirdim ne de bir o kadar zamandır kimseyi geriye götürdüm.  Peder, zaten siz o nedenle buradasınız.”
Vane bunu gerçekliğni biliyordu, şüphelendiği başka bir kayıl olup oladığı konusuydu.  Her ne olursa olsun adada gerektiğinden fazla kalmak zorunda olmayı istemiyordu.
“Anlaştığımız gibi beni almaya gelecek misin?”
“Gelebilecek kayığım olursa eğer. Atı salın gitsin!”
Kurtarıcı adlı at serbest bırakılırken Vane ve delikanlı çaresiz ve bunalmış vaziyette kenarda bekleştiler. Çömezler kayığı halatla iskeleye çekerken, kayalıklardaki tırpancılar herşeyin bir plan dahilinde yürüdüğünü ve atın atın kayıktan iskeleye atlayacağını sanıyorlardı.
Ayakları atı dimdik tutmaya çalıştı, ama bacaklardan bir tanesi zaten atladığında kırılmış ve at ileri fırlayıp kaygan kayalaıklara yığıldığında diğer kemikler de onu taşıyamamıştı. Bir an için, terden parıldayan bedeni kendiliğinden debelene debelene yekinerek külçeye dönmüş kürek kemiği ve topuğunu beraberinde sürüyerek hareket eder gibi oldu. Fakat aradaki mesafe ve yükseklik çok büyük, kayığın ince tahtaları çok nazikti.  Kurtarıcı vahşi gözlerle bir sağa baktı, bir  de sola ve kayalara doğru sıçrarken küreklerden birini ve beşik gibi sallanan kayığın içindeki kürekçileri ardarda güverteye yuvarladı. Arka bacaklarından biri, dizinden ters yönde kırılarak bir sopa gibi dümdüz hal almıştı; diğeri ise kayalar arasına sıkışmış görünüyordu.  Hayvanın kişneme ve tepinmeleri koyda yankılanıyordu.
Kayalıkta tırpancılar  gözyaşlarını tutamadılar ve onlardan biri izlediklerine dayanamayan diğerini omuzuna yasladı.  Diğerlerini halatları düzgün olarak tutmalarında yönlerinden birinci çömez sanhneden hayretler içinde geri çekildi.  
Kukuletasının karanlığında "Deniz tanrısı Proteus, kendisini en sevdiği şekillerden birine bürünmüşkentuzağa düşürüldüğünü anlayıp,  önceki şeklini bulmak için çılgınca çaba harcıyor." diye düşündü.
          Keşişin onayıyla bu da çömezin düşünceler kitabındaki yerini alabilirdi.







İKİNCİ BÖLÜM

"Vah vah, ata üzüldüm," dedi Keşiş.  Küçük zili havaya kaldırıp salladı ve sesi duyarak ortaya çıkan çömeze talimatlar verdi.
          Vane "Atı bana Piskoposun kendisi verdi," dedi.
          “Adada hayvanlarımız var” diye karşılık verdi Keşiş. "Yaya dolaşmanıza gerek yok."
          "Hayvanlar mı?" diye sordu Vane.
          Kararlı kararlı, ama ayrıntıya girmeden "hayvanlar" diye tekrarladı. Çömez içeri girerek elindeki süt kasesini Vane e sundu. Vane sütten birkaç yudum içti ve kaseyi o sırada pencereden dışarıya bakan Keşiş'le kendisi arasındaki masaya bıraktı.
          "Herhalde öncelikle kuyuyu ziyaret etmek istersiniz," dedi Keşiş ilgisiz ilgisiz.
          "Kuyuyu görmeyi gerçekten istiyorum" dedi Vane. "Fakat öncelikle hacıların durumu hakkında biraz bilgi almam gerek."
          "Elbette," dedi Keşiş. "Hacılar".
          "Hacıların durumuna siz üzülmüyor musunuz?"
          "İtiraf edeyim ki" diye belli belirsiz cevapladı Keşiş. "Eğer ortada hacılar olsa, durumlarıyla elbetteki ilgilenmem gerekir, ama onlara pek fazla üzülmüyorum,."
          Vane kızgınlığını belli etmedi.
          "Hacıların neden  olmadığına dair bir fikriniz var mı?" diye sordu.
          "Haa!" dedi Keşiş dikkatle "Derin mesele bu."
          “Benim soruşturmam gerekli bir mesele bu. "Şimşekleri üstüne çeken meselelerden biri  bu. Piskopos çok merak ediyor."
          "Artık dindar insanlar, kaplıcaların bizim anlattığımız kadar tedavi etkisi olduğuna gönülden inanmıyorlar.  Çağımız, şüphe çağı.
          "Umarım bu şüpheden biz de nasibimizi almadık?"
          "Yol gösteririm, ama kimseyi bir şey yapmaya zorlamam.  Yolculuk zor, mucizelerin de ne olduğu belirsiz.  Suçu, gelmeyen hacıların üzerine atamam."
          Bu Vane'in kafasını bulandırdı.
          "Gelmeyen hacı, hacı sayılmaz ki" dedi.
          Keşiş omuzunu silkti.
          "Etkisini göstermeyen mucize de mucize sayılmaz," diye cevap verdi "hem kimbilir belki  bu iki nedenden dolayı, ortada mesele yok."
          "Peki, dedi Vane, kilise gelirleri? Onlar ne olacak?"
          "Ha, anladım” diye başını salladı Keşiş.
          "Bu arada geriye dönmeyen hacılar meselesi de var," diye devam etti etti Vane. 
          “Niye geri dönsünler?” diye sorguladı Keşiş. “Biliyorsunuz ki, bu yolculuk pek çok kişi için ibadete adanmış bir hayatın son hedefidir. Yarımadadaki dağları aşıp buraya gelen hacıların yolu engellerle dolu. Çoğu da yaşlı. Neden sonra bize ulaştıklarında huzur ve sadaka dağıtan bir ele yapışırcasına ölüme yapışıyorlar."
“Elimde akrabalardan gelen liste ve ifadeler var.  Mezarları teftiş etmek istiyorum” dedi, Vane.
“Mezarları teftiş mi?” diye mırıldandı Keşiş. “Pekala.”
Sanki bir iki mezar görünüyormuşcasına pencereden baktı yine. Bu hareket ve geneldeki gidişatı Keşişin, Vane ile ilişkilerinde erken bir safhada yararlı bir lakayıtlığa ulaşmak isteğinin göstergesi olarak işe yaradı. Fakat yine de soruşturma önemli idi ve Vane  gözlerini, uzaklara dalıp gittiği besbelli olan Keşişe dikmiş halde süt tasını yudumlarken tedbiri elden bırakmıyordu.
          Aynı gece erkenden emrine verilen odaya ayrıldı ve evrakları içeren sandığın kilitini açtı. Piskoposun emrini dikkatle tekrar tekrar okudu ve yanındaki delikanlıya birkaç kalem açıp taze mürekkep yapmasını söyledi. Sonra işinde yol göstermesi için Tanrı'ya dua etti.
          ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Keşiş geceyi yarı uykulu yarı uyanık geçirdi. Akşam saatlerini kendisine şahsi meselelere dair akıl danışmak isteyen çömezlere ayırırdı. Bu danışmanlık ve öğüt verme işi genelde onun kendi düşüncelerinden uzaklaşıp uyumasına yardım ederdi. Yine de Vane'nin ziyareti nedeniyle yapılan hazırlıklar zaten günlük mutad tefekkür ve araştırmalarını bölmüş ve baş çömezin tefekkür  kitabına koyacağı yeni malzemeyle ilgili  akşam ziyareti de Vane'e dair endişelerini daha da artırmıştı. Keşiş, limanda olup bitenleri, Vane'nin şahsen anlatmadığı ayrıntılarıyla çömezden öğrenebildi--  Keşişin kendisine anavatandan gönderilen paketin kayboluşu; kayık sahibinin ayyuka çıkan nankörlüğü;  Vane'nin kayalık sahile çıkarılmasında ısrarı ve bu hizmeti görmeleri için ot tarlasındaki en güçlü kızların yardıma çağrılışı ve daha neler neler...  Keşiş duyduklarının hiçbirinden memnun kalmadı ve Vane'i gerekli olduğunu düşündüğünden daha dikkatli gözlemeye karar verdi.  Çömezi ahiret suallerine  boğdu ve doğa kitabının bütün zamanlar için yazıldığını ve bu nedenle silinemiyeceğini ve sadece onun gelecekteki sayfalarından habersiz olmamızın daha büyük planlarını tam olarak anlamamıza engel olduğunu belirtmekten öte genç adamın gözlemlerine zerre kadar iltifat etmedi. Çömez “kastettiğim o değildi" diye aklından geçirdi. "Kafasında bir şeyler var. Hiç dinler gibi görünmüyordu.”
         
Keşiş artık mumunu söndürdüp başını yatağına koyduğunda  Vane’ni memnun etmenin zorluğunu ve mezarların kayboluşuna dair düşüncelere dalmıştı.
Kah uykuya dalıyor kah tam kendinden geçtiği sırada nedenini bilmediği bir sancıyla sol omzunun içten içe seğirmesiyle uyanıyordu. Uyumaya hazır olduğunu biliyor ve gözlerini gönül rızasıyla uykuya teslim ediyor, birden konrolu dışında cereyan eden bir boyun ve omuz hareketi ile gözleri korkudan faltaşı gibi açılıyordu. Fakat kendisini boğazı ve omzunun bu şuursuz deviniminden endişeye düşmüş gözleri faltaşı gibi açılmış vaziyette buluyordu.
Bacakları üstüste ve bükülü, sol eli yastığının, sağ eli kalçasının altında olduğu halde sağ yanı üzerine yattı. Üstüne örttüğü ince çarşaf  sıcakta çok geçmeden terden su gibi oldu ve bir kenara fırlatıldı. Aynı pozisyonu sol tarafında denedi, aniden rahatsız olunca tekrar sağ yanına döndü.
Öğretmen-öğrenci ilişkisinden daha üst düzeyde  konuşmak zorunda olduğu misafirlere alışık değildi. Acaba Vane'e mucizelere, dolayısıyla Aziz’in kuyusunun iyileştirici gücüne inanmadığı izlenimini mi vermişti? Belki de öyle yapmıştı. Eğer öyle ise bundan üzüntü duyardı çünkü Vane, kitlelerin batıl inançlarına kendini kaptıramayacak kadar zeki olmasına rağmen, burada eleştirici, sorgulayıcı ve nisbeten hasmane bir görevde bulunuyordu. Keşişin  soruşturmayla azıcık da olsa ilgili  görünecek --örneğin çömeze yaptığı yaptığı yorumların aksine iyi düşünüldüğünde çok daha kesin hatlarla kilise aleyhtarı olduğu sanılabilecek görüşlerin aksine--herhangi bir davranışı evraklara geçirilip sonuç raporlarında kullanılabilirdi. Doğa kanunlarının çok önceden yazıldığı ve değişmez olduğunu kim ortaya çıkıp ta kesinkes açıklayabilirdi? Bu eninde sonunda bu kanunu yapan Tanrıyı bağlayıcı değil miydi? Vane ile yaptığı konuşma tapınakların varlığının gerektirdiği gibi mucizelerin hüküm sürdüğüne dair,  sadece mucizelerin belirgin imkansızlığına dokunmasına rağmen, bu bütün mucizelere inanmamanın arkasında yatan mantık değil miydi? Keşiş bunun öyle olduğu sonucuna vardı, ve çömezin boşboğazlıklarıyla ve heyhat aptallığına bel bağlamanın iyi bir şey olduğu sonucuna vardı.


Az sonra tekrar uykuya daldı, fakat omuzunun garip garip seğirmesiyle aniden uyandı. Omzunu bir yerde incittiğini hatırlıyordu nasılsa, nasıl olduğu da  aklına geldi birden.
          Sabahın erken saatlerinde ani bir istekle, ikinci merdiveni kullanarak çalışma odasına inmişti. Hemen hiç kullanmadığı merdivendi bu. Evin payandasına oturtulmuş dar bir helezoni merdivendi. Basamakları aşınmıştı, inişi sarp ve merkezi taş bir payanda etrafında dolandığından sol elle tutunulması gerekiyordu.
          İşte böyle inmişti. Kafası araştırmalarından çok gün ağarıp da dalgalar yükselmeden bunların izlerini resmi ziyaretçinin sorularına muhatap olmadan nasıl kaldıracağıyla meşguldü. Ameliyat odası epey uzaktaydı. Evin labirentinde bazan çok güçlükle bulurdu onu. Her zaman kilitli tuttuğu kütüphaneside binbir zahmetle buraya getirilen kelimelerin sessiz muhafızlarını saygıda uzaktı. O araştırmalarıyla ilgili gözüne ilişen ne varsa, bir kitap olsun, üzerinde daha fazla düşünmek için ameliyathaneden getirdiği tabağa konmuş bir bezi olsun gizlemek istiyordu o sabah.
          Ama, taş merdivenin düzeni ve elini koyduğu merkezi payandanın soğukluğu dikkatini dağıtıyordu. Üç köşeli basamakların tam düz noktasına birbiri ardına ayaklarının tam düz noktasına birbiri ardına ayaklarının aşağıdaki kaplıcaya inme attığı yeterli genişlikte yer açmak ve dengeli hareket ve dar açıyla ayakları üzerinde bükülme zevki laboratuvarına açılma geldikten sonra bile onu yürümeye devam ettiren elini tutuşundaki sürtünme zevkiyle birleşti.
          Belkide tam anlamıyla kendine gelememişti. Merdivenin bir noktadan ileriye devam edip etmediğini biliyormuydum diye hatırlamaya çalıştı. Ama bilsede bilmese de farketmiyordu. Devam ediyordu nasıl olsa, bittikçe hızını artırarak yürüdü haa yürüdü. Aşağı indikçe hava soğuyordu ve kalbinin küt küt atıp omuzlar ve böğürlerinin terden cımcılık olmasına rağmen Keşiş yanaklarında kuleden gelen ölümcül havayı hissediyordu, elinin altındaki taş trabzan nemliydi.
          Bir defada iki basamak atlayarak döne döne iniyordu şimdi. İçerisi zifiri karanlıktı. Burunun ucunu dahi göremiyordu. Buna rağmen çok geçmeden basamakların sonuna varacağını ve bir yere çarpacağını farzediyordu. Fakat altında görünmeyen bir boşluğun devamlı farkında oluşu bacaklarının dur durak bilmeden hareketi kafası karmakarışık halde onu yürümeye zorluyordu.
          Merdivenlerin nasıl olupta bu kadar sürdüğünü, nereye çıktığını anlayamıyordu. Sol omuzuyla beraber incik kemiği ve böğür kasları ağrıyordu. Arasıra sağ omuzu merdivenin içine yapıldığı helezonik duvara sürtünüyor ve Keşiş inişin daraldığını anlıyordu. İçerinin soğukluğu şimdi daha az, solunum daha kolaydı, küf kokusunun yerini paslanmış metal kokusuna bırakıyordu. Fakat merdivenler devam ediyordu.
          O sırada Keşişin aklına ne istediği belirsiz bir fikir geldi. Kesinkes olmasada aşağı daha aşağı inişi hızlandırmak için ani bir isteksizliğin kafada oluşan sağlam formülünden. Bu fikri kafasından atabileceğine aklı eriyordu. Yerçekimi ve yoğun karanlığın yardımıyla aşağıya şuursuz inişide bunu gözardı edebileceğinin teslim olmaya karşı çıkıp çok iyi farkındaydı.
          Fakat bu düşüncede kendisini teslim olmaya zorlayan birşey vardı. Kendisin tüylerini diken diken edip ucu bucağı görünmeyen merdivenin üzerindeki taş mıhlayan bir dehşete kaptırıp teslim oldu da hem. Başı fırıldak gibi dönüyordu.
          Yukarı çıkarken laboratuvarın kapısından itibaren 3087 merdiven saydı.
          İncinen omuzu ve uyumada güçlük çekişinin sebebi işte buydu. İşin garip tarafı sebebini hatırlamasına rağmen sonu gelmeyen merdivenleri düşünerek Keşiş yine mahzunlaştı. Bu defada yorgun kaslarının ağrı veren hassasiyeti, hafızasında uygun bir nesne buldu; böylece baş belası Vane'in ziyaretini değilde kendinin o sabah aşağıya inişini hayal ederek uykuya daldı. Rüyada, sanki yatağı ısıtmak cehennemden taş getirilmişcesine içeri sımsıcaktı. Ve korkudan dili tutulmuş ecel teri döküyordu, rüyasında 3000, 4000, 5000 basamakları geride bırakırken maksatlı olarak gördüğü bu rüyada Keşiş bu defa durmak bilmedi.


          Vane'e ne olduğunu sorunca, aptal aptal bakma sırası ondaydı. Adam misafire yakışacak bir saygıyla davranmayı elden bırakmıştı. Kendisi niye tutup da ev sahibine yakışacak şekilde davransındı? Eğer Vane bu evin eteklerini kaldırıp orada saplandı kalmaya karar vermişse bu onun kendi sonuydu. Gelip adanın kutsal damarlarını koparmış, hızla mucivevi gücünü kaybetmesine neden olmuştu. Eğer bu sularda boğulmuşsa tekrar onunla canlanmaya layık değildi.
          "Hacıların durumundan endişe duyuyordu o, dedi, devam etti Keşiş, "Kazara onları kurtarmıştır herhalde şıldı." ....92....
          Ve hallın sürgüne gönderdiği bu tesadüfi dirilişi resmetmek istercesine ameliyat masasının üstünde sarkan makara ve palangayla uğraşıyordu. Zincirin ucunda balerinlerinki gibi belli bir açıda sarkan mor bacakla ayağı ortaya çıkar.
          Bu cesetlerden bazıları çok yaşlı galiba, dedi Keşiş hem de diriltilemeyecek kadar yaşlı.
          Bu akıllıca gözlemin canlı bir ifadesi gibi ayak ve ıncik kemiği yumuşak kılıfından fazla tütsülenmiş pilicin kemikleri gibi, ve zincirde nazik nazik sallandı.
          "Ah eğer onu daha erken getirmiş olsalardı, diye ekledi Keşiş -"belki birşeyler yapılabilirdi."
          Bu sözlere kulak asan kimse yoktu artık, çünkü, ok gibi dışarı fırlamış G, de onun peşinden çıkmıştı. G. Keşiş ten umudu kesmişti. Ayin ilerlerken tam zamanında şaşalı bir şekilde ortadan kaybolmak, efendisinin ortadan kayboloşu alnına yazılmıştı sanki.
          T'yi koridorlarda eliyle duvara dayanmış yüzü kireç gibi bir halde buldu
          "Görüyorsun ya, diye fısıldadı T, cesetleri çalan o?"
          "Öyle görünüyor, dedi G, ama Rahibin evine onları sular doğal olarak sürüklüyor olmalı."
          "Su kutsal mı peki?"
          "Keşiş üşüttüğün teki, sular da kutsal değil."
          Rahibin evinden çıkış yolunu bulamadılar ve oldukları yerde sabaha kadar uyumağa karar verdiler. Ortalık aydınlanınca işlerine daha kolaylıkla bakabilirlerdi. Hem G. dışındaki odalara takip edip güneşin yönünü belirleyerek, sonunda kapıyı bulacaklarından emindi. Rahibin korkusundan çok kötü uyudular, ama onu bir daha da görmediler.
          Adamın üstünde kuşlar aheste kanat sesleriyle göğü yaralıyor, bulutsuz gökte zirveye çıkmış güneş tepeleri sanki hiç bir şey yerinden oynatamazmış gibi kendini denizin sıcak akıntısına bırakmış hatal hayvanın elini kolunu aydınlatırcasına aydınlatıyordu.
          İlk kurulduğu zamandan beri adaya gelen çok olmuştu, gelenlerin dönmesini gönül rısasıyla izin vermiyordu. Ruhen hacı olmak bedenen hacı olmaktan ne kadar kolay, kimbilir. Birinin kazanacağı çok şeyi var, kaybedecek bir şeyi yok, diğer ise herşeyini kaybedip bir şeycik kazanmıyor. En büyük tedbir alışılagelmişin keşfedilip izlenmesiyle gün ışığına çıkmaktadır çünkü onun sahte bir İmam olduğu ortaya çıkınca demirleme yeri de kaybolmaktadır. Fakat gerçek olsa bile, daha fazla araştırma içinbel bağlanamayacak bir ustur.
          O gün kayıkçı gelmedi, T ve G. de bir fundalığın gölgesine oturup ekmekle karın doyurdular. Ne kadar beklerlerse ölülerin gücünün de okadar kendilerini yeni bir hayat kurmaktan alıkoyacağını seziniyorlardı. Akşama doğru Kahya yüz metre kadar ötelerindeki yarın kenarında göründü. Onun gerile gerile denize sıgdıgını görünce, takip edildiklerini anlamışlardı. Görünüşe bakılırsa adadan ayrılma şansları samanlıkta iğne bulmak kadar zayıftı.
          Güneş tepelerle kucaklaşıp veda ederken koyunlar da su aramaya koyulmuşlardı. Sıcak artık tek bir noktada değil, dağınık bir halde bastırıyordu. İnekle kumsalda köpülerin gizlediği kalalar üzerinde durmuş yarı isteksiz yarı bitkin halde kuyruklarını kendilerine meydan okutan sinek ordusuna karşı sallayıp duruyordu.
          Ada cenaze törenine hazırdı, fakat ölülerin tamamı ortada yoktu. Gerçi Vane bunu değerlendirecek durumda değildi ama, niye yetkili bir kardeş olmadığını dair kafasındaki bilmeceyi meraklı neşter çözmüştü, onun adına, kuramsal olarak, PLANYA ÜZERİNE uzatılmış beyni boşlukta asılı, kehanetler ağı için yeteri dar yüzeydeydi, fakat içi su dolu bir mesafe gibi kuruyup bozulmuş  gevşemişti.
          Şimdi Keşiş paldır su içinde yürüyor, eline Fnin mektubuyla uykuda gezer gibi kütüphaneye doğru yürürken hafifçe yükselmiş zemzem suyu cüppesinin kenarı eteklerin bacaklarına yapıştırıyordu. Ayak tabanlarının karşılık bağımsız hareketlerinde takunyalarını çıkarmıştı. Ordaa karşılaşacaklarından korkuyordu, mucizevi suyun neden olacağı canlanmadan korkuyordu, bir zamanlar sessiz sakin duran kitapların ciltlerinin, sözlerin aktif ağırlık ve kuvvetinden korkuyordu, onu eski haline dönüştüren şey derinin canlılık kazanması olmalı,diye düşünüyordu. Cesetlerin yarı çürümüş durumları böyle bir eski hale dönüşü onlar için imkansız kılıyordu. Ah mümkün olsa da Fnin cesedini tabaklayabilseydi şimdi.


          Nihayet mumu söndürüp başını yastığa koyduğunda Keşişin düşünceleri, tatmin edilmesi zor Vane ve ortada olmayan mezarlar üzerinde yoğunlaşıyordu.
------------CHAPTER FOUR-----------
          Ertesi gün Vane'in telaşsız ellerinde pekçok evrak vardı. Belirlenen saatte kilisenin çanları çalıyordu. Fakat yataktan kalkıp ılıman suyla usta heykeltraş elinden çıkmış gibi traş ettikten sonra kuşluk ibadetinde bulunduğu için bütün çağrıları duymazlıktan gelip çalışmaya devam etti. Öğleye doğru, birinin içine ekmek doğranmış koyun sütü diğerinde kaynamış muz olan iki tahta kasa getirdiler. Bir taraftan sabah yaptığı görüşmelerden çıkardığı raporları okuyor aynı zamanda bu yemekten birazını iştahsız iştahsız atıştırdı. Kalın taş duvarlar arasında güneşin içeriye hücum ettiği pencerenin pancurunda sinekler vızıldıyordu.
          Odanın nispeten serin havasında bütün gün boyunca çalışan Vane aşırı sıcaktan etkilenmedi. Gerçi sorularını cevaplamak için gelen çömezlerin bitkin ve huzursuz olduklarını farkediyordu. Kısa ve ilgisizce konuşuyorlar görevlerinin bilincinde bir nezaket ve dürüstlük görünüyle sorduklarını cevaplamak için gerekli olandan fazla laf etmiyorlardı.
          Öğle üzeri, dinin "d"sinden anlamayan, görünümü hiçte hoş olmayan, diliyle dişi arasında konuşanbir adam olan manastır kahyası ile ziyaretine geldi Vane'in. Tıknaz kafası vardı. Gece gibiydi kaşları, nicedir traş edilmeyen sakalla kaplıydı yüzleri. Boğazı kaybolmuş gibiydi sanki, aptallık ve kurnazlık karışımı bir gülüşle bıyık altından sırıtıyor, tren görmüşcesine gözlerini Vane'in kine dikmişti. Bazı sorulara sadece kafasını sallıyor, yada kendisinden açıklama yada seçenek tercihi yapması istendiğinde muvafakat gösteriyordu. Bir defasında, soruyu tamamen duymazlıktan geldi ve üstünde sineklerin cirit attığı yarısı boşalmış kaselere göz atarak Vane'e canının çok çektiği ve bulunabilmesi mümkün herhangi bir yiyecek olup olmadığını sordu? Et yemeye alışıkmıydı? Gerçi adad ahım şahım et yoktu, ama bu seçkin misafiri rahat ettirmek için ellerinden geleni yapmaya çaba harcıyorlardı. Emretsin yeterdi.
          Vane diliyle dişi arasında cevap verdi, kalemini yere koydu ve yorgun yorgun gözlerini ovaladı. Genelde bir yere varamadığını hissediyordu. Kahya odadan ayrıldığında, ayağa kalkıp odada volta atmaya başladı. Aklı başka yerde, gözleri kireçli su döküntülerinin oluşturduğu imalı şekillere bakıyordu. İkindi ibadetinden sonra, hasta başucunda bir ziyaretçi gibi samimi fakat huzursuz, soruşturmalarda yaptığı ilerlemey dönmüştü Keşiş
          "Hacılara dair bir kaydınız yok" diye şikayetlerdi Vane
          Keşiş kaşlarını kaldırdı (çattı)
          "Öyle birşeyimiz olması gerekiyormuydu?" dedi şaşkın şaşkın
          "Kimin hacı olup olmadığını kim söyleyecek?"
          "Öneriye değer bir şey olurdu" dedi Vane
          "Ve çok zahmetli" diye karşılık verdi Keşiş. "Kayık yolcularını soruşturma gerektiren bir iş, bir sürü sınıflama. Buna ayıracak vaktimiz yok"
          "Adada kim var kim yok bilmeniz gerekmezmi?
          "Adaya gelen ziyaretçiler hemen hemen hiç gözden kaçmazlar. Burada olsun çiftlikte olsun yatacak yere ihtiyaçları var."
          "Burada ikamet edenlerde hacı yani?"
          "Muhtemelen öyle"
          Hadii. Aziz Lleuddad's kuyusunun mucizeleri, manastır kontratının temelidir. Pınar azizin uzun yoluna düşüp bulmak için gelen hacıların tek hedefidir.
          Belkide ölmek için
Vane içini çekti
          "Bana öyle geliyorki bu konuyu önceden tartışmıştık" dedi.
          "Lütfen beni yanlış anlamayın. Haca gitmek sembolik bir harekettir öyle değil mi? Bu sadece içteki yönelmenin dışa vurulmasıdır. Ruhi durmumuzun teminatı, canlının kendi sonunu arayıp bulmak için gösterdiği doğal eğilimdir. Siz de takdir edersiniz ki yaşamak tedavisi olmayan bir hastalıktır (olay durumdur)"
          "İnştanrı Piskoposada böyle şeyler söylemezsiniz", Yaptığı tedavilere minnet borcu olarak pınarın bakım ve onarımı için pek çok bağış vasiyeti yapılagelmiştir."
          "Yada şifa bulma ümidinin ödülü olarak. Piskoposun kafası zenginlerin pişmanlığıyla dolup taşıyor."
          "Bu manastırı çekip çevirecek kadar"
          "Bunu kabul ediyorum" dedi Keşiş. "Şifa pazarlayamam ben, şifa satılık değil"
          "Şifa olmadığını mı söylüyorsun yani" Vane sordu.
          "Belkide olmuştur, ama bunu her defasında neyin ortaya koyduğunu bilmiyorum" diye karşılık verdi Keşiş.
          "Son defa kim şifa buldu?" (tedavi gördü)
          "Bilemeyeceğim"
Vane kaşlarını çattı ve sustu. Biraz sonra masa üzerindeki kağıtların yanına gitti, inceledi ve kendinden emin bir tavırla birisini seçti.
          "Sanırım size bunu okumam gerekli. Bu Piskoposa burada bir dolapların döndüğünü bildiren delillerden sadece birisi; fakat diğerlerine de yetişir. (temsil eder) Okuduğum zaman inştanrı bana verecek bir cevap bulursunuz."
          Keşiş onaylarcasına hafifçe kafasını eğdi.
          "Bu, William Evans adındaki bir dul hancının Chester'daki kardeşine yazdığı sayısız mektuplardan birisi. Adamın başağrısından baş dönme ve kusma nöbetlerinden dünyası öyle kararmıştıki hanı kardeşinin denetimi altında bir barmenin yetenekli ellerine bırakıp haca gitmeye karar verdi?"
          "Chester'da doktor yok mu?" diye lafa karıştı Keşiş.
          "Tıp ona bir yarar sağlayamadı" dedi Vane.
          "Sanırım bir hayat değişikliğine ihtiyaç duydu." dedi Keşiş.
Vane duymazlıktan geldi.
          "Mektubu okuyorum" dedi Vane. O okudu, Keşiş'te gözü pencereden dışarda kulağı onda dinledi, dinledi.
------------------ CHAPTER FIVE -----------------
          Kardeşim Hugh, sana iki gün bekleyip beklerkende romatizma olduğum yılan balığının alametlerinden bahsetmiştim. Nefyn bölgesinde parmakları ve elleri iyileştiren Piny Wing çayının aksine bu pınarın suyu kan gibi olan taze değil hareket etmiyor, durgun dibini görmek zor ki ağzı korkunç çarpık burnu güzel görünümlü ve ortaya anlayışlı, grubumuzda idare eder cinsten bir ahbap diyorki suyun altından bazan portakala bazan dikensiz kirpiye benzeyen şekiller görmüş ki eğer bu yılanbalığının bacaklarına sıkıca sarılıp siğiller olsun pişikler olsun yaraları tedavi ettiği kesin diye söylemeseler orada oturmak
----------------- CHAPTER EİGHT ---------------
          Ertesi gün sabah erken saatlerde meyve hasadını teftiş ederken, Bayan Ffedderbompau ağaçtan düştü. Hanımın ayağı kayıp bir çığlık koparınca ve sırtındaki yükün aniden hafiflemesiyle ağacın ortasına yaslanmış vaziyette kalınca, kızlardan biri kendisini gülmekten alamadı. Fakat diğer dalda koptu ve Ffedderbompau tek bir sesle çayırın ortasına düştü.
          Kızlar şaşkına dönnmüşlerdi, fakat az sonra bir ikisi koştu. Acıyla kıvranır halde çiftlikteki eve götürüp yatağına yatırdılar. Olanları anlatması için hemen Tetty'i Rahibe gönderdiler. Ama Tetty çanı altı yedi dakika çaldıysadaa Keşiş ortalıkta görünmedi. Rahibin kapısında dinlenirken, çömezlerle konuşması yasak olduğundan bahçenin öteki başında iki çömez görünmesine rağmen onlarla konuşmaya korktu. Bir süre sonra orada daha fazla yardımcı olurum diye çiftliğe döndü.
          Kafasında binbir düşünceyle Keşiş sabah erkenden kalkmıştı yataktan. Vane'in soruşturmaları sinirlerini bozuyordu. Araştırmalarını engellemek bir yana temelinde değişikliklere bile yol açabilirdi. Örneğin, zemzem suyunun yararlı olup olmadığını araştırırken Vane kaynağa onarılmaz şekilde zarar verebilirdi. Vane'in Piskoposa yönetimi alehinde söyleyeceği herhangi bir şey sonucu, hakkında dava açılması ihtimali doğarmıydı acaba?
          Keşiş sağ kolu üzerine yatmış ve uyanmasına neden olanda kolunun uyuşmasından doğan acıydı. Dikkatli dinerek sağ eliyle bedeni altında cansızlaşan kolunu hareket ettirdi. Göğsüne koyup masaj yaparak tekrar kan dolaşımını sağladı. Ah diye düşündü, aynı şekilde ölünce bedene hayat verilebilseydi.
          Sahi hayat neydi? Herşeyden sakınılmasına rağmen, hayat cüsse değildi. Yoksa uzun araştırmalarının yerini bulmaya çalşıtığı ruhumuydu?
          Beden biricik sahibini bulmak hiçbir zaman mümkün olmayan bir ev gibiydi. Odadan odaya, yegane merdivenden katına birinden diğerine dolaşıyor, ve peşine düştüğü nesnenin henüz bırakıp gittiği odaya ebediyen girebiliyordu insan.
          Peki neydi bu nesne? Keşiş çoktan beri onun peşindeydi, ama ne olduğunu söyleyemiyordu. Nasıl çalıştığını anlamak için bedenin, cesedin her parçasını kesip ayırıyor fakat eninde sonunda herbiri dolu mekanizması taşıyan organlar ve kemiklerin insan aşina oldukça daha daa büyüyüp genişleyen bir evdeki odadan farklı olmadığı ortaya çıkıyordu.
          Matthew'ün metnine göre hiç umulmadık bir anda gelebilecek hırsıza karşı korunması gereken ev buydu. İşte Si scrist paterfamilias qua bora fur ventures esset, vigilaret utique et non sineret perfodi domun suam. Fakat Keşiş artık günahla pek fazla uğraşmıyordu, ve evdeki hırsız imajı ona şeytandan başka şeyler ifade ediyordu. Neşterini bileyip, cesedin derisini ve tuzlu tabaka tabaka yüzüp bir kenara koyarken davetsiz misafirin kendisi olduğunu hissediyordu. Peki ama ev sahibi neredeydi? Evini artık beklemedi kesindi.
          Kendi evinde Keşiş ne rol oynadığından emin değildi. Arasıra yarı amaçlı yarı amaçsız yarı kararlı vurdumduymazlıkla kanatların birisindeki geçitlerin içinden orda bulunma hakkını ele geçirmek istercesine yürüyordu. Fakat bu koridorların uzantısı, girilmeyen odaların yabancılığı sık sık şaşkınlığa uğratıyordu onu.  İçinde daavetsiz misafir değilde ev sahibi olması gerektiği kendinin değilde başkasının evindeymiş gibi geliyordu.
          Bazan girdiğini hatırladığı, bazanda hiç uğramadığını sandığı bazı odaların gerçek yabancılığı bu hissi daha da körüklüyordu. Kendini evin garip şekilde tozlanmış uzantısında bulması için yemek odasının üzerindeki sağdaki alışıla geldiği üçüncü kat yerine sola dönmesi yeterliydi. Üçüncü kat şöminenin yanındaki merdiven boşluğunda değilde giriş salonunda yemek odasına uzanan katın başındaydı. Düşünmeden bir başka yola sapıp, istemeden burada bulunmuş ve hayranlıkla kendinden önce burda bulunan ev sahibini zamanından beri kullanılmayan odalara bakakalmıştı, bir hafta önce. İşine odaların etrafında dolaşarak, duvarlara asılı kumaşları kaldırıp buralara bakarak, küçük bölmeli pencerelerden alışılmamış manzaralara bakarak başladı. Sonra daha hızlı bir şekilde aşağıya koridora indi, eğerki odalar sımsıkı kapalıysa açma zahmetine katlanmayıp sadece bir göz atıyordu. Aradığını bulamayınca üzerine bir bunalım, şaşkınlık hissi çöküyor üstüne, aslında özel hiç bir şey aramadığını fakat tesadüfen geçiyorken uğradığını düşününce...
          Yine de birşeyin peşinde olduğu duygusuna kapılıyor ve bulamama, yoksa bu aslında, aradığını beklemediği bir anda bulacağına dair bastırılmış bir korku muydu? Evin iyi bildiği kısımlarının genel yönündeki diğer kata palas pandıras inmesine neden oluyordu. Acaba ruhta böyle kendi evinde bir yabancı mıydı?
          Her sabah bu düşüncelerle uyanıp ilk andan araştırmalarını yürütmek için bulduğu ilk fırsatta alel acele aşağı iniyordu. Tetty zili çaldığı vakit, Keşiş kütüphanesine inmişti. Kalın duvarlar içinde kendisini hiç bir sesin rahatsız etmeyeceğinden emindi. Doğal olarak bir kaç yıldır insan ruhunun kesin yerini bulmak için yaptığı araştırmalarının merkezini oluşturan organ, beyin epifizinin özellikleri ve işlevlerine dair Arab yetkililere akıl danışmayı düşünüyordu.
          Kütüphane laboratuvarının altnda yer alıyor ve laboratuvara bitişik küçük mescitteki ahşap merdivenin arkasından çıkan gizli merdivenden varılıyordu. Meraklı gözlerden emin olmak için odayı yıllar önce şimdiki amaçlarında kullanabilecek şekilde düzenlemişti. Önceleri mahzen veya ona benzer birşeydi. Her neyse aklına gelmiyordu. Bordeaux şarap fıçıları başka yerde duruyordu.
          Mahzen nemli olduğundan, tehlike arzettiğini bildiği kuruyup parçalamaktan kitapları koruyordu. Fakat kitaplardaki küf kokusu tatlı organik tomurcuklanması nicedir merak uyandırıyordu. Üst raftaki az kullanılan kitaplardan bir cildini indirir ve sanki uzun zamandır ölü olan hayvan postu cilt tekrar açılıp dokunuşuyla terliyormuşcasına şimdi bilgin Avicenna'nın kinde olduğu gibi nemli bulurdu.
          Sözcük muhafızları gizemlerini açığa vurmaya korkuyorlardı sanki.
          Ruhun mekanı çeşitli durumlara uyum göstermeliydi. İlk önce bu bir tane olmalıydı; öyle ki aynı anda bir çift aynı duyu organını uyardığında aynı nesnesi hareketi ruh üzerinde birden fazla izlenim bırakmamalıydı.
          Örneğin, sadece bir tanesi varken, tutup ellerinde su kovası taşıyan iki çömez göremezdi. İkincisi canlılığın kaynağına yakın olmalıydı ki bu şekilde üyelerini rahatça harekete geçirebilsin. Üçüncü olarakta hareket yeteneği olması gerekirdiki böylece onu harekete geçiren ruh canlılığı diğerlerine değilde belli başlı bazı kaslara akmasını hemen sağlayabilsin.
          Beyin Epifizi denen bezden başka yerde karşılaşılmayan durumlar.
          Beyin Epifizi beyin boşluklarında yer alıyor, ve gözdeki damar tabakasının arka kısmını oluşturan atardamarlarca sarılıp beslenmekte idi.
          Alıştığının tersine tek ayağını alt rafa koyan Keşiş kendilerini kanın daha kaba kısımlarından kurtararak beyini besleyen caredite boyunca çıkıp ve canlı bir şekilde bürünen canlılığın kaynağının lacis olduğundan emin olabiliriz diye aklından geçirdi.
          Sayfa üstüne sayfa çevirdi ama tasarımını destekleyecek birşey bulamadı. Kitabı rafa koydu ve burnunu kaşıdı. "oradanda kısmen bağımlı kısmen otomatik olarak hareket eden vücuttaki farklı kaslara doğru yol alıyorlar" diye düşündü. Tastamam insanoğlunun yaratılmasında kendince uygun gördüğü şekilde doğanın büyük yazarının emrettiği gibi aynen.
          Bu bezi tekrar incelemeye karar verdi.
          Kütüphaneden çıkarken, kitapla dolu olmayan arka duvarın yüzeyine koydu elini tesadüfen. bu seviyedeki bir odada bu türden taş yüzler genelde soğuk ve nemli olurdu, fakat bu dokunduğunda gün batımı içinden közler çıkarılan bir fırın gibi sıcaktı, üstelik kuruyduda.
          Keşiş havanın böyle bir etkisine şaşırdı. Duvar olağanüstü sıcaktı. Hayat boyunca bildiğinden daha sıcak hem. Fakat kileri kuruturcasına mı? Böyle birşey ne duyulmuş ne de görülmüştü.
          Aslına bakılırsa kütüphane kuru değildi. Hatta alışılmışdan daha nemliydi. Ağır ve tahriş edici haliyle Rahibin gırtlağını kaplıyordu, nazik sarayına güvenle kabul edilebilecek nitelikte değildi. Sanki eğer akıl edipte köprücük kemikleri arasındaki boşluğu parmağı ile bastırsa solunum sisteminin nabızatışı gibi nasıl çabaladığını ve sıcak havadaki nemin boğazını köhne kapılar gibi gıcırdattığını hissedebilirdi.
          Az sonra nemin nerden kaynaklandığını çaktı. Dizi boyunca sıralanmış taşların arasından -ik bu kısımdaki duvarı destekliyordu- yapışkan bir sıvı sızıyordu, mütemadiyen. Duvarın daha düşük kısımlarında parıldıyordu ve takunyalarının altında yapış yapış bir hal alıyordu. Parmağını sıvıya soktu ve temkinle parmağını diline götürdü. Renksiz, tavşarı bir kokusu vardı, tuzlu değildi fakat ağırdı. Bildiği bir sıvıya benziyor, ama ne olduğunu anlayamıyordu.
          Kitapların durumu kafasına takılmıştı, ama öksürük nöbetine tutulunca alelacele ayrıldı. Düşünecek çok şey vardı; otopsi gereği daha fazla baş çömeznin ertesi geceki sınava hazırlanması, Vane'in pasif duruma düşürülmesi, yeni vaazın kalan kısmı ve daha pek çok görev.
          Bayan Ffedderbompau'nın kazasını duyana kadar epey zaman geçti.
         
--------------- CHAPTER NINE ---------------
          Daha ne kadar var diye sordu Vane çömezye. Bindiği eşek taşlı yokuşta sık sık tökezliyor ve sarsıntıda ona acı veriyordu. Havanın sıcaklığından dolayı şapkasını yanına almamıştı, şimdi aynı sebepten dolayı keşke giyseydim diyordu.
          Aynı çömez iki gün önce kayıkla gelen guruba öncülük etmişti. O zaman ağzından bir çift kelime çıkmamıştı şimdi de ağzını bıçak açmıyordu. Vane gitgide artan bir hoşnutsuzlukla önünde dimdik duran bu kukuletalı figürü izliyordu. Vane'e verdiği tek cevap kolunu kaldırıp ilerdeki bir noktayı işaret etmekti. Hiçte sıcaktan etkilenmiş görünmüyordu.
          Vane kendi kendine öyle hastayım ki zehirlenmiş gibiyim diye düşünüyordu.
          Patikada kaya ve çalılıklar arasından zıplaya zıplaya volta atan Geoffrey fazla çaba harcamadan onlara ayak uyduruyor gibiydi. Yerden birşey almak için ikide bir eğiliyor ve Vane'e çilek veya kiraza benzer birşey veriyordu, avuç dolusu.
          Vane kafasını salladı. Hiçbirşey yiyecek durumda değildi çünkü sabah kahyanın bizzat kurnazlıkla karışık muzafferane bir tavırla getirdiği etten çok fazla yemişti. Üç dilimi tahta tabağa konmuş tatlı kızıl eti Vane kıtlıktan çıkmışcasına mideye indirmişti.
          Şimdi ise yemek kabusu görmüş bir hayvan gibi kıvranıp duruyor, rahatsız ediyordu.
          Kapılca şu yönde değil miydi? dedi Vane. Ben manastırın tam tam üstünde sanıyordum. Manastır bile bile kaplıcanın altına kurulmuştu.
          Öncelikle mezarlığa gidiyoruz, efendim dedi Geoffrey kırmızı ağzıyla. Keşiş önce oraya gitmemizi söyledi.
          "Tabi tabi olur" dedi Vane.
          Mezarlık odanın ortasındaki dağın tepesine kurulmuştu. Mezarları mümkün olduğunca tehlikelerden korumak istiyorlardı, sanki, denize kayıp sürüklenme tehlikesinden. Belki de amaçları, hacıların bu son dinlenme yerlerinin sur düdüğü  çaldığında kendilerine dramatik bir avantaj verecek şekilde mümkün olduğunca yüksek bir yerde bulunmasından emin olmaktı.
          Mezarlığa vardıklarında Vane, taş duvarla çevrili diken ve eğri otlarından ayıklanmış çayırlı tümseği, gümüş haçını eline alarak kutsadı. Mezarların üstüne toplanmış ince kuru ve paslı haliyle çayırlar rahatsız edilmekten uzaktılar. Taşlar basitti, kitabeleri minikçe fakat düzgün bir şekilde oyulmuştu.
          Vane elinde liste mezarlar arasında dolaşırken çömez kollarını kenetlemiş küçük kapının yanında dineliyordu. Geoffrey su bulmak için eşeği aldı fakat sadece kurumuş bir akarsu vardı, yüreği kavrulup ufalanmaya yüz tutan fundalar arasında kendinden kara yer yüzünden bir leke gibi öylesine duruyordu.
          Çömez kısa zaman zarfında Vane'in hayran olunacak biri olmadığını anlamıştı. Kendini mezarların kontrol edilişine görev almaya zorunlu hissetmiyordu, bunun yerine tefekküre koyuldu.
          Son günlerde görüp etkisinden hala kurtulamadığı bir rüyayı düşünüyordu. Hücresinde yalnızken birden Rahib önüne dikilmişti. Bu ziyaretten haberi yoktu, beklemiyordu da. Aslında Rahibin çoktan öldüğünün farkındaydı. Korkuya kapılmadı, aksine sanki uzun zamandır bekliyormuş. Keşiş kendine önemli birşey söyleyecek, sınav gecesinde ayrılmadan önce son bir öğüt verecekmişcesine bu esrarı soğukkanlılıkla karşıladı.
          Rahibin yıpranmış hareketlerinde büyük bir mutluluk vardı. Sanki bir sıkıntısını üstesinden gelmişti. Rahibin omzuna dokunacak kadar çekingen davranmıştı. Sözleri nazikti. "O da ne?" Rahibin hemen hemen hiç duyulmayan cevabı güçlü geniş derindi, nehre ulaşan taşkın suların coşkusunu taşıyordu. "Yeryüzüne" bir ödül verilişi gibiydi, esrarların, var olma temlinin talihin maddenin ve alın yazısının burun buruna gelmek gibiydi. Dağın göbeğine uzanmış yatan hacıların sonuncusu üzerine eğilen Vane'i seyrederken çömeznin aklına cevap dank etti fakat kafasını kurcalayan kendi sorusuydu. "O neydi?", "O neydi acaba". Rüyaya önem kazandıran da bu soruydu.
          Çömeznin bir sonraki tefekkürüne yol açan şey de ter içinde kalmış Vane'in emir icabı fakat sinir bozucu hareketlerinde soruların peydah etmesiydi. "Oldukça başka bir yerde O" diye düşünüyordu, bağlılığımızın miktarı ölçülü, maddeye dair söyleyecek tek sözümüz de yok, müfettiş de tutmuş bir ceset yatakhanesini soruşturmaya devam ediyor.
          Zemzem kuyusuna giderken Vane'in tavrı değişikti. Ciddi, güvenli ve hakikatten coşkulu biri oldu çıktı.
          Geoffrey hayvanın önünde gidiyordu. Cevap vermek istercesine dönüp Vane'e baktı. Konuşması ukalalık olurdu, fakat o konuşkan bir idare heyeti gibi nasıl hareket edeceğini biliyordu.
          "Bulmaya geldiklerinden sadece üç hacının mezarı var" dedi Vane. "Diğer yirmiüçünden hala haber yok."
          Geoffrey eşeğin kulaklarını okşadı, kulak açılıp kapanan bir çift sıcak makas gibiydi.
          "Mezarların en yenisi de bir yıllık kadardı" dedi Vane. "Senin emektar da yoruldu galiba, birader ne dersin?"
          Çömez yüzünü çevirip bakmadı. Vane kısa bir kahkaha attı, sonra geğirmeye başladı. Bir tiksinti rüzgarı yüzünü yalayıp geçti, fakat kuyuya gelene kadar ağzını açıpta tek kelime etmedi.
          Zemzem üç dört yatak büyüklüğünde bir taş musula akıyordu. Temtemsi saçağı vardı, üzerinde. Kapıdan ışığın hücum ettiği nispeten dar uçlardan birinde su küçük bir ağızdan musluğun altındaki kanala akıyor oradan da geri dönüp kuyunun karanlığında kayboluyordu.
          Su saçağı akarken hemen hemen durgundu. Yalnız saç perçemini amaçsız amaçsız okşayan, suyun yüzünü pürüzlendiren bir kıvrım vardı. Gün ışığında taşa dokunduğu yerde sormaya benzer bir ses çıkarıp şırıl şırıl akıyordu.
          Vane eşekten inip suya koştu sonra avuçlarını kepçe yapıp hapır su içti. Çömez sadece parmağını ıslak taşa dokundurup alnına sürdü, Geoffrey de aynısını yaptı. Kendine Vane'i örnek alacak kadar susamıştı, fakat çömezye duyduğu bir çeşit saygı kendine engel oldu. Kuyuya bu resmi yaklaşımı suyu daha sonra içmeye engel değil nasılsa diye düşünüyordu.
          Vane diğerlerinin ne yaptıklarına zerre kadar aldırış etmiyordu. Cebinden ufacık bir şişe çıkarıp oluktaki suyla doldurdu, ve mumlu kağıtla mühürledi. Piskopos böyle yapmasını emretmişti. Ama bu araştırılacak bir delil miydi, yoksa piskopos kendisini kullanacaktı bilmiyordu.
          Kuyuda acaip bir koku vardı, havayı kaplayan küf kokusunun ya da zemzemin topraksı tadı ötesinde bir koku. Gözleri karanlığa alışınca Vane dinlenmekte olan bir yüzücü gibi yarısı suyun içinde yarısı suyun dışında bir insan figürü farketti. Adamın durumu öyle doğaldı ki Vane ilkönce selam vermesini veya suyun sıcaklığına dair birşeyler söylemesini umdu. Fakat gözleri yarı açıksada adamın öldüğü aşikardı. Ağzından kırmızımsı birşey sızıyor balıkçı oltası gibi belli bir açıdan çenesinden suya karışıyordu.
          Vane tiksintiyle kendini dışarı attı. Onun mırıltı ve el hareketlerine şaşıran Geoffrey ile çömez ne bulduğunu anlamak için içeri girdiler. Vane tek eli dizinde çayıra kusuyordu. Buna sebep ölü görmek değildi, çünkü Vane'in gördüğü ölülerin haddi hesabı yoktu, fakat esas mesele bunu beklemeyişti. Talihsiz hacının kanının boş yere akıp gitme düşüncesiydi. Hazmedilmesi gereken sabah yediği et hala midesinde duruyor, bunları birarada görme düşüncesine isyan bayrağı çekmişti. Yediği herşey kuyunun dışındaki çayırların üstünde bütün sıcaklığıyla duruyordu şimdi.
          Biraz kendine gelince kustuğu yere baktı. Hastalıkları iyileştiren olmadık yaralara deva olan ve hatta ölüleri hayata döndüren kaplıcaları duymuştu. Öyleyse içtiği su önündeki et kusmuğu üzerinde neden bir etki yapmasındı?
          Kendine bir türlü kahyanın kendi atnıı yedirdiği fikrini kabul ettirmedi, fakat kendilerine bir zamanlar can veren gücün bir kısmını mucize kabilinden tekrar kazanan yarı kazmolmuş lokmaları aklınagelince düşündüğü gibi bu atın kendisiydi. Bununla birlikte lokmaların tek kurtuluş yolu mideden çıkmaktı. ÖNünde kusmuğun hareketi yerçekimi ve üzerinde bulundukları çayırın esnekliğinden başka bir sebebe bağlı değildi.
          Geoffrey ile çömez cesedi sudan çıkarmaya çalışıyorlardı. "Bırakın onu" dedi o an cesedi ne yapacağını bilemeyen Vane. Tuttukları kolları bırakınca ahirette göç etmiş hacı gerisin geri suya kaydı. Bu yeni pozisyonda ceset sanki suda bir şeyler arıyormuşcasına yarı batık halde suya bir dalıp bir çıkıyordu.
          Vane bir kez daha "bırakın Rahibin onu görmesini istiyorum"
          Kuyunun yanındaki çalılara bağlanmış bez parçaları kupkuru ve ruhsuz dallardan sarkıyordu, tedavi ümidiyle çoktan açılmış yara belirtileri. Bir defa daha sarılsın sarılmasın yaraların şimdi olduğu yerler adamın ölüm sebebi kadar belirsizdi. Lakin onu bu odaya getiren sütün beyaz oluşu gibi su götürmez bir gerçekti. Hem ümidin ilk ne zaman olduğunu kim söyleyebilir.
          Manastıra dönüş yolu ulaşım veya üzerindeki dikliği dik bir meyilli aşağı iniyordu. Vane sık sık kullandığı aşikar yoldan çıksak iyi olurdu diye düşünüyordu. Keşiş arabayla yukarı çıkıp cesedi getirir, sonrada olanların hesabını verirdi.
---------------- CHAPTER TEN ---------------
          "Pekela önce o ağaçta ne yaptığını söyle bakayım" diye sordu Keşiş.
          Bayan Ffedderbomqua güldü, "Elma topluyordum"
          "Senin yaşında bir kadının ağaçlarda işi yoktur"
          Keşiş için yankı gibi dönüp gelen bir duygu hayal edecek kadar önemli ve hastaya sonsuz mutluluk imajı bahşeden bu anlamlı dokunuş anında bile Ffedderboqua'nın yüzünü buruşturdu. Keşiş anladı ki aralarında hala bir engel var, bedenler arası bir sınırdan öteye geçmesede bir engeldi işte.
          Hasta çektiği ağrılar arasında bir de onun hoşuna gidebilecek şeyler söylüyordu.
          "Bize ızdırap veren elmalarla başımız çok belaya girmiştir." dedi hasta. Keşiş önemsemiyormuşçasına birel hareketi yaptı.
          "Ağaçtan söz açmışken" dedi elini kaldırıp yatak örtüsüne çevirerek, meyveler bizi ne zaman alaşağı etse çelenkler ortaya çıkar"
          Hasta, bir açıklamanın hoş beklentisi içinde göz kapaklarını kaldırdı. "Apolloyu düşünüyordum, hani şu şiir ve sağlık tanrısı varya dedi Keşiş.
          "Off" diye bir nefes aldı Ffedderbompau ruhunun derinliklerinden. "Bir genç kızı ağaca kovalayan beyefendi değilmiydi o?"
          "Aşkı elinden kaçırdı" dedi Keşiş "ama şöhret daha büyük ödül bağışladı..."
          "İnştanrı öyle olmuştur, ama genç kız ne düşündü acaba?"
          "Orası meçhul"
          "Bende öyle düşünmüştüm"
          Rahibin bu konuda yapacak fazla bir açıklaması yoktu, çünkü yeri ve zamanı değildi. Çünkü çelenkler lütfen verilir, kuruyup ufalanırlardı. Meyveler ise o an içindir ve verilmez alınırlardı. Çiftliğin rahatlığı, çabuk iş yapma ve serin sundurmalar altında intizam anlayışı atanan görevler neşeyle iş bölümü yapılan faaliyetlerin hepsi dışı cinse mevsimlere ve ait olması uygun şeylere gösterdiği tepkiye bağlıydı. Tanrılarla ilgili gerçek ise bununla aşık atamazdı. Çünkü çiftliğin dünyasında Adem koşmuyor, Havva da sadece meyvenin olgunlaştığı anı biliyordu.
          Keşiş Ffedderbompau'ya hem bir dost hem de bir doktor olarak gelmişti. Selam tebessümü gönülsüz yaptığı teşhis muayenesine eşlik ediyordu. Fakat hasta ona eliyle kayıkyeyi işaret etmişti.
          "İncinen benim iç tarafım" demişti. "Elim tutuyor ama hareket yeteneğinden yoksun, tıpkı zembereği durmuş saat gibi."
          "Hareket edemiyormusun?"
          "Zembereğim durmuş benim, taa yuvadan beşikten kopmuş."
          Sonra gözyaşları içinde pencereye çevirmişti başını. Acizliğin tek sebebi dalların belini büken meyvelerdi sanki.
          Bu arada hastanın alnını yıkamak için soğuk su getiren Tetty göründü kapıda. Keşiş ona karakafes toplamasını söyledi merhem için bu ilacı yapmaya pek istekli de değlidi. Yatağın altındaki kırmızıya çalan akıntı hastanın durumunu göstermeye yeterli bir delildi. Tedavi için karakafes çaba gösterebilirdi hastanın anladığıda o kadardı zaten.
          "Matthew kardeş olsa oda karakafesi önerirdi" dedi Efedderpopau "Benimle aynı şeyi yaptığımı görmek hoşuna mı gidiyor?"
          "Gariptir nedense bunu teselli edici buluyorum karakafesi çok severim. Mattew'u da çok severdim zaten."
          Keşiş işte o zaman anladıki sadece vefat etmiş olan Mattew'un değil aynı zamanda Apollo'nun başarı ve başarısızlıklarının adadaki tek temsilcisi (varisi) kendisiydi.
------------- CHAPTER ELEVEN ------------
          Keşiş dönüşte otopsiye devam etti. Ölü bir medeniyetin kültür ve tarihini kaydedercesine cesette incelemeye değer ne varsa kılı kırk yararcasına inceliyor, notlar alıyordu.
          "Büyük bir göğüs. Akciğerler mantarımsı değil, ama kaburga kemiklerine yapışık ve fazla kandan şişmiş. Yüzü esmer, ölmeden önce nefes darlığı çekiyordu herhalde"
          Bir felaketten sonra terk edilmişcesine kurumlar, kanunlar, meclis odaları neştere kapılarını açtılar.
          "Kalbi büyük, koyu lifli ve yağlı, Kalpteki kan siyahımsı ve suyla karışık"
          Yollar, tarlalar, hapishaneler, fabrikalar kendinden sıvıların çıkıp tekrar ceset çukuruna toplanan masa üzerinde analiz ediliyordu.
          "Göğüs kemiği esnek tamamen keskinleşmemiş, hem de yumuşak. İç organlar özellikle mide güçlü ve sağlam."
          İkide bir neşteri, yağlı bir taş üzerinde bileylemek zorunda kalıyor, bileylerkende aynı soru Rahibin kafasında çalkalanıp duruyordu: "Bedene hükmeden ruhun gizli sarayı nereydi."
          "Cesedin her zamanki gibi bir hacıya ait olduğunu sanıyordu. Belkide öbür dünyaya göçmüş olan Chester'li William Evnas'ındı. Dünyevi faaliyetlerin teminatı altında aldığı bütün insan sevgisinin son istirahatgahı o mu idi acaba? Ölen karısının bu ıslak, sapsarı bedene olan aşkı nerdeydi şimdi? Ve buna karşılık kendine gönül verilen kadının kendi mafsallı bedenine ne olmuştu?
          Rahibin aklına mutluluk içinde kendinden geçmiş iki ruh geldi. Ve zaptedilmesi güç bir fikir dank etti kafasına. Coraniuma hücum araştırması ibadet için çalarcasına tın tın eden manastır çanının sesiyle duraksadı. İbadet için vakti olmadığını biliyordu. Haklı olarak bu yine işgüzar Vane'in işidir diye düşündü.
          "Büyük çandan başka sana ulaşma yolu yok mu?" diye kükredi Vane "Sanırım yok" dedi Keşiş "Gerçi senden başka kimsede olduk olmadık zamanda tutup beni çağırmaz"
          Vane ona kuyuda ölü buldukları hacıdan dem vuruyordu. Daha az önce hacılardan birine ait sandığı cesedi parça parça eden Keşiş'e bu haber göz yaşartıcı birşey değildi. Fakat ilgilenmişcesine pür dikkat dinledi. Çömez ise kime sadık kalacağını düşünmekten öte kendini düşünceli bir sessizliğe bırakmış yanlarında dinliyordu...
          "Gördünmü bak şüphelerim doğrulandı" dedi Vane. "Kuyu iyileştirmiyor. Mesele bununla bitse bu haber gözyaşartıcı birşey değildi. Fakat ilgilenmişcesine pür dikkat dinledi. Çömez ise kime sadık kalacağını düşünmekten öte kendini düşünceli bir sessizliğe bırakmış yanlarında dinliyordu.
          "Gördünmü bak şüphelerim doğrulandı" dedi Vane. "Kuyu iyileştirmiyor. Mesele bununla bitse iyi ölüleride gömmüyorsunuz."
          "Bir defasında Mattew Kardeş, Lluddad'ın kuyusundan aldığı suyu analiz etti." dedi Keşiş. "Bana tanımlayamadığı bazı maddelerin olduğunu söylemişti. Bana sorarsanız suda ne idüğü belirsiz zararlı maddeler var."
          "Vane "iyileştirmeyi bir yana bırak kuyu hacıları sağ bile tutamıyor" diye karşılık verdi sitem dolu.
          "Eğer biri suyun altında kalıp uzun sürede içine su dolarsa onu iyileştirebilecek çok az şey vardır.
          "Bir süre mi" dedi Vane "Yani bu adam boğulalı çok olduğunu kimsenin kurtarmaya veya gömmeye gitmediğini kabul ediyorsunuz?"
          "Vaziyete bakılırsa öyle, dedi Keşiş, yalnız kuyunun devamlı denetim altında olmadığını bilmeniz gerekir."
          "Peki niçin?"
          "Kuyu mescit değildir. Manastırda tutup da orada ibadet işlerime bakamaz."
          "Fakat kutsallığı su götürmez bir gerçek. Kuyu piskoposun otoritesine sahip"
          "Gerçektende, diye güldü Keşiş, ben Aziz Anselm'in kanununun bu konuda önemli haiz olduğuna inanıyorum. 1102'de şöyle buyurdu O "Piskoposun emri olmadan kimse bir ölüye veya su kaynağına kutsallık yahut hürmet niteliği yakıştırmasın. Evet suları kutsaması için piskoposun emrine bakıyoruz biz."
          "Öyle mi?"
          Sizde kalkmış bunun kutsallığını söz konusu yapıyorsunuz. Onun iyileşdiğini söylüyorsunuz. Bana öyle geliyor ki piskopos kararını vermelidir"
          Vane parmak boğumları bembeyaz olana kadar ellerini masanın kenarına kenetledi.
          Buz gibi bir sesle "Ben de onun için buradayım zaten" dedi.
          "Şeey" dedi Keşiş, bunu iyi anlıyorum. Yalnız ben bir kuyuyla mescit arasında bir ayırım yapmaya çalışıyordum. Sanırım Piskopos'un mescitler konusunda bazı şüpheleri var herhalde."
          Vane'in Keşişle tartışmaya hiçde devam etmek niyeti yoktu. Bir süredir Rahibin ciddi olmadığı sonucuna varmış ve en iyi yolun onun suyuna giderek uzaktan uzaktan gözlemek olduğunda karar kılmıştı. Keşişten bir kaç kişi ayarlayıp kuyudan cesedi çıkartıp getirmesini rica etti. Üçüncü bir eşek bulup bulamama konusunda biraz endişe vardı ki bu da canını sıkıyordu ve cesetle bir defa karşılaşmanın Geoffrey için yeterli olduğunun bilincinde olduğundan onu öğleden sonraki görevlerden muaf tuttu. Geoffrey sevinçle iskele yoluna çıktı cesetler üzmüyordu onu. Hem görüp gözlemesi gereken ve belki de şu an çoktan ölmüş biri vardı.
          Grup dağın omzunaa çıkıp palas pandıras içeri girdiğinde kuyuyu bomboş buldu. "Sahtekarlık" diye bağırdı Vane. Yüzünden aşağı inip sümük gibi burnunda toplanan teri silmeyi aklına getiremiyordu. Kuyunun kenarına yaslanmış gözlerini suya mıhlamış öylesine bakıyordu.
          "Cesedin kıyıda durduğunu söylüyordunuz" diye düşündü Keşiş yüksek sesle "ve siz onu çıkardınız?"
          Vane onaylarcasına homurdandı.
          Keşiş "İlerde kuyu sizin sandığınızdan daha derindir, diye devam etti. Aslına bakarsanız ne kadar derin olduğunu kimse tam olarak bilmiyor"
          Vane duymazlıktan geldi.
          "Cesedi alıp götürmüşler"
          "Belki de tekrar dirilmiştir" diye karşılık verdi Keşiş. O da Vane'in huysuzluğundan ve çıkardığı güçlüklerden usanmıştı. "Zemzem sularının bile dirilttiğini rapor edebilirsiniz."
          Vane şaşkınlıktan anlamsız anlamsız bakıyordu. Rahibin gözbağcılığının ortaya çıkacağını umarken bu tamamen değişik türden teklif akla yatkın değildi, ama bu sözler bir an kafasında yer etti ve saçma da gelmedi. Bu sözlerde yukarılarındaki kayalık zirveden veya çayırdaki kişneme seslerindeki insan aklının almadığı bir güç vardı kafasında.
          Çömez önceki gibi kapıda dinelmiş, bu sahneyi kitabı için bir tasarıya dönüştürüyordu. Vane ile Keşiş yan gözle suya bakarken kendi kendine "yorucu maceralardan sonra birkez daha yalnız başına kalan görünmeyen art niyetli bir güç tarafından adaya zincirlenen meçhul tacir kendi isteğiyle sihirli suda aldığı etkiye doğuştan var olan kurnazlığıyla ortadan kayboldu.
------------- CHAPTER TWELVE ------------
          Mavi gözlerle çevrili ve kah oraya kah buraya giden bir gölgeyle ve dağdan da görüldüğü gibi aynı zamanda gözleri zorlayan kapkaranlık bir ışıkla çevrilmişcesine deniz kıyısında bu manzara, kaygan, kızıla çalan rahatsız edici bir durum arzediyordu.  Bir gelip bir giden dalgaların yıkadığı kayalar, düzgün ve kamburlu jelatin rengindeki kaygan yabani otlarla kaplıydı. Aralarında bir türlü durgunlaşmak bilmeyen siyah sularda uzun asma bıyıklarının hareketiyle yarıklar bir açılıp bir kapanıyordu. Sahilin az ötesinde dalgalardan uzaktaki kopmuş kayalar güneş ışıklarıyla soluklaşmış ve dikenlerle, toprak rengindeki noktalarla ve bronzun değişik tonlarıyla kaplıydı. Değişik ölçülerdeki gri çizgiler üzerine kurulmuş bu renk cümbüşü, hiç değişmeyen garip bir yapıya sahipti. Geoffrey kayalara tırmanırken yerden kurumuş eğrelti otlarının kabuklu halkalarını topluyor ve parmaklarıyla ufalıyordu.
          Tepeden bakınca kurtarıcının kafa ve kürek kemiklerinin geçen akşamki aynı pozisyonda olduğunu görmüştü. Sanki at rahatca oturmuş da sahili seyrediyormuşcasına aradaki mesafeden figürü doğal hatta rahatlamış görünüyordu. Geoffrey ani bir ümide kapıldı. At belkide ölmemişti. Belki de sıçrayıp uçtuğu kayaların olduğu yere gitmişti.
          Yaklaştıkça yukardan dalgaların ağaçların tepesindeki rüzgarın sesine benzer garip bir ses kulaklarına çalınıyordu, fakat rüzgar esmiyordu. Geoffrey'in ölmüş olduğunu anladığı atatan geliyordu ses. Uçan bir payanda gibi atın sırtı çürümüş belkemiği kemerimsi bir hal almıştı. Ayağıda hayvanın leşinin altında ise açık tarafa bir kara sinek ordusu uçuşup mevzilenmişti. Yaklaştı azalan bir saygıyla bu kokuşmanın korkunç gidişatını seyretti. Sineklerin herbiri kendisine bir parçacık olsun kokmuş etten pay koparmak çabasıyla inip kalkıyor, birbiri üzerine kümeleniyorlardı. Gözü hipnotize etmişcesine hareketleri belirsizdi. Herbirinin hareketini gözlemeye çalışmasına rağmen sadece toplu kalkışları görebiliyordu. Fırtına içinde bir kar tanesi gibiydiler, yağda kızaran pastırmanınkine benzer bir tısıltı çıkarıyorlardı.
          Vane'in hizmetinden olduğu aylar gereğinden fazla ve sıkıcı gelmeye başlamıştı. Aynı zamanda nispeten kısa bir süreylede olsa Vane'in atına bakmakla geçmişti. Bu dostluk artık ebediyen sona ermişti, fakat Vane'e bağlılığı önünde uçsuz bucaksız bir deniz gibi uzanıyordu. Kaybettiklerini geri alma şansı olmayan dostluk kurabileceği bir adada gibiydi sanki.
          Atı kaybetmenin acısı şimdi ondan dini ayin turundan ölümün değişik köklü biçimleri hakkındaki endişesi gibi önemli bir fedakarlık istiyordu. Daha fazla düşünmeden ellerini sinek yığınına soktu Geoffrey.
          Yeni çıkmış ekmeğinkine benzeyen bu inanılmaz sıcaklık oldukça tatminkardı. Yarısı et yarısı sinek bu yığının esrarlı derinlikleri, yastığın altında mahmur uzanmışcasına parmaklarına yapıştı ve tuttu. Fakat Geoffrey bir kaç saniyede ne yaptığının farkına varıp tiksintiyle ellerini çekti. Eldiven çıkarırcasına ancak üç silkinişte ellerinden tek tek sıyırdı. Bundan sonra birkaçı hala sıkıntı oldu ve Geoffrey birisini kayaya mıhladı.
          Artık burdan çıkıp gitmesi gerekiyordu. Kıyı boyunca yürüdü, gitti geride bıraktıkları kafasında. Ondört dakikada bir atı nallayan ve arasıra mutlu olduğu zamanlar ayak parmakları üstünde mutfak kapısının arkasında danseden babası; saçlarını yüzü görünmeyecek şekilde tarayan annesi; parmaklarıyla balık yakalayabilen ağabeyi, tatlı bencil tartışmalarda üstüne olmayan küçük kardeşi.
          Onunla son hatırası tehlikeli bir şekilde ısırgan otlarıyla kaplı bir patikaya çiş yapması Frobisher arabayla Hereford'a gideceğinden kalamayacağı için onu kucakta getirmeleriydi. "Yolun açık olsun Geoffrey" Burnuna ıslak bir öpücük kondurmuş ve enerji dolu samimiyetsiz Vane'e hizmetkarlığı bu hatırayı untturmamıştı. Eve artık mektup yazmıyordu çünkü hiç kimse okuma yazma bilmiyor ve annesinin vaize yazdırdıklarıda onun ağzından çıkmışa benzemiyordu.
          Arasıra kayalıklardan çakılla kaplı çıkıntılar gözüne çarpıyor bazende denizin karaya kayalık burunlardan daha nazik kucaklayıp bağrına bastığı adanın kaba sahiline hakim inlere rastlıyordu. Granit direkleri omuzlama yükü üzerinden kalkmışda homurdanmaktan ve kayalara salyasını akıtmaktan kurtulmuşcasına kıvrım kıvrım gelip giden dalgaların olduğu yüzlerce metre sünen kumluk sahile benzeyen bir kıyıyı görünce şaşırıp kaldı. İlk düşüncesi denizden gelen kayıkın nasıl olupta karaya çıkamadığıydı; sonra öğleden sonraki önemli olayları seyretmek için fuarda toplanmış çifçiler gibi körfezin ağzında itibaren istif olmuş kayalar gördü. Kumlar üzerinde böyle bir beklentiyi cevap verircesine DÖRT kahverengi inek vardı.
          Geoffrey adada inek görmemişti daha önce. Bunlar kuma öylesine benziyorlardı ki kumdan daha çok sarıya çalan kahverengi renkteydiler. Sanki akıllı uslu kum üzerinde duran bütün rengini içlerine çekmişlerdi. Bütün benlikleriyle körfeze ait gibi bir havaları vardı adeta. Dalgaların yüreğinden kıvrım kıvrım kopup gelen köpükler arasında dolaşıp arasıra buhar çıkaran gübrelerini bırakarak küçük bir alay oluşturuyorlardı.
          Önlerinde onlara hoplayıp zıplayıp çobanlık eden sanki görünmez kurdelalar varmış gibi kollarını kaldırmış beyaz elbiseli bir kız vardı. Çıplak ayaklarında gözle görülür bir parlaklık ve kendini güttüğü hayvanlardan ayıran ve dünyayı takmayan bir tavır hakimdi. Bu inek tiyatrosunu görünce Geoffrey heyecandan titredi ve daha iyi bakabilmek için böğürtlen çalısıyla kaplı küçük tavşan patikasından aşağı indi. Kız onu görmemişcesine hoplayıp zıplamasını sürdürdü.
          Ayak parmakları üstünde geri geri yürüyerek, ineklerin hareketlerini yönlendiriyordu. Bazende başını yere eğip yana kollarını açmış vaziyette onları görmezlikten gelip uzun adımlarla yürüyordu. Ayaklarının pat pat vuruşuna ve yerde bıraktıkları ize bakıyordu.
          Geoffrey kalkıp beşinci inek gibi ortalarından yürüdü.
          Kız konuştu:
          "Mulican, Molican, Malen, Mair,
          Dowch adre'r awrhon ar iy ngair."
          "Ne dedin? diye bağırdı Geoffrey, sen ineğin inip kalkan kıçının arkasından. Fakat kız cevap vermedi.
          "Sen peri misin?" dedi Geoffrey saygılı bir gülüşle. Kız ilgilenmişte kendine gel dercesine bir bakış fırlattı. Aynı zamanda görmemiş numarası yapıyordu.
          Geoffrey yine "Bu inekleri nereye götürüyorsun?" diye bağırdı.
          "Denize" dedi.
          "Bunlar denizde mi yaşıyorlar?"
Kız yine güldü,  tek ayak üzerinde döndü.
          "Denizde mi yaşıyorlar?"
Kız bu defa gerçekten hoşuna gitmiş gibi doğrudan ona baktı.
          "A tabi denizin dibinde yaşıyorlar."
Sessizce yürümeye devam ettiler. Kız aniden dönüpte arkadaki ineklerin arasına dalınca Geoffrey'de arkasından gitti.
          "Öyleyse sende bir perisin"
          "Diyelim öyle. Peri olsam, kızkardeşimin şu anda nerde olması gerekirdi peki?"
Geoffrey gülerek başını salladı.
          "Neden" dedi kız "tylwyth Teg'in yanında olmasın. Örümcek ağından halatlarla bağlanıp peri ailesiyle yaşamaya götürürler. Bende onun yerini alırım."
          "Öylemi"
          "Tabi, periler niçin zahmete katlansın ki, öyle şey olmaz, çünkü peri ailesinin hizmetini gören arıları vardır. Niçin insanlarla yaşasınlar ki?"
          "Bende insanım senin gibi. Yoksa sen sipariş (emir) almaya mı geldin?"
          "Asla burda olmamayı daha çok tercih ederdim. Bundan emin olabilirsin?"
          "Kardeşler büyük bir mükafat bekliyorlar" dedi kız sanki Geoffrey'in odadan ayrılmak için kesin karar vermeden bu haberi kafasında ince eleyip sık dokumasını istergibi. "Kaderlerinde yazılıysa ebediyen yaşarlar"
          "Sen buna inanıyormusun?"
Kız bir an düşündü.
          "Hayır" diye cevapladı. Fakat onların bu dünyanın çok çok ötesinde olmaları gerekir. Sende bu dünyanın yemekten, uyumaktan, ineklerden, bitkilerden gökten uzak durursan kendini alıkorsan o zaman
          "Evet o zaman?"
          "İşte o zaman" dedi kız "ve eğer"
          "Peki ötede ne varki?"
          "Bilmiyorum, Sence ne var?"
          Geoffrey, gözlerini kendine dikmiş kıza, saçına gözlerine bakıyordu. Kulakları ve yanakları kızarmıştı. O anda ötede neyin olabileceğini akıl edemiyordu. Çünkü onun için şimdi var olan inekler, bitkiler, gökyüzü ve tebessüm eden dudaklardı.
----------- CHAPTER THIRTEEN -----------
          Bayan Ffedderbompau günlerdir pencereden, omuzunda havadan sudan bahseden Geoffrey, etrafa gülücükler dağıtıp, uzun saçlarını sağa sola sallayarak bahçede dolaşan Tetty'i izliyordu. Çift bazan da aralarında az bir mesafe patikanın altındaki yamaçtan konuşa konuşa denize açılıyorlardı.
          Biraz canı çektiğinden birazda hasta olduğu için Tetty'i mantar toplamaya göndermişti. Kız elinde sepet bahçeye girince, her zamanki gbii Geoffrey'de yanındaydı. Bir elinde Tetty'in omuzuna atmış arkasından yürüyordu. Onu sahiplenircesine ve nazik yürüyüşü Ffedderbompau'nun yüreğinde yankılar yarattı. Fakat niçin olduğunu tam bilmiyordu.
          İşte o an artık iyileşmeyeceği kafasında dank etti. Ve işte bu bildiğimizi bilmeli veya bilmediğini bilme anında o zamana kadar tam olarak bilmediği herşey aniden ve şaşırtıcı bir şekilde kafasına (aklına) geldi.
          Yoksa bir zamanlar biliyormuydu. Belki de bunu anlamak yeterli idi ve herhangi bir harekete gerek yoktu.
          Dikenli gibi batan cımcılık yatağında hareket edemiyordu, düşünceleri hayali karagöz oynatıyordu kafasında. Tahta, çarşaf, cam gbii nazik ve lekesiz yüzeylerin üstüne tozlar saçıp onları hizmete sokmaya hazır gibi, gözüne görünmeden odada dolaşıyorlardı. Bir dolabı açmak katlanmış kumaşı düzlemek sıvıyı dökmek istediğinde yaptığı gibi tecrübenin bitip tükenmeyen haklarını sahiplenen hafızasıydıbu.
          Bunlar olmuş olmamış farkedermiydi?
          Olanla ölene çare bulunmayacağını, başa gelecek olan şeyinde zaten o anda geldiğini ve o zamana kadar olmuş herhangi bir şey kadar mükemmel derecesinde güzel olduğunu düşünüyordu.
          Bunların kimin başına gelmiş geliyor veya gelecek olduğu mesele miydi hem?
          İşin garibi bunun hiçte mesele olmadığını düşünüyordu. Çünkü neyi kesinkes bildiğini veya bilmediğini bilmesi sözkonusu değildi. Dikkatini tek noktaya toplayarak, onu kafasına yerleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda ondan başka şeyle uğraşma derdinden de kurtuluyordu.
          İşe sepetten başladı, eliyle sımsıkı kenarından tuttu sonra kulplu koluna geçirip kalçasına dayadı. Sonra çayıra koyup dolmasını bekledi.
          Doldur!
          Sanki yeşilmiş de beyazın esas kalıbını araştırıyormuşcasına, gözlerini kapıtıp karanlığı kolaçan etti. Hayır, hayır öyle kalıba pek benzemiyordu, daha çok dikkatle taşınan dolu süt kasesindeki damla sızıntılar gibiydi. Hayır, kemik veya yün gibi pey beyaz da değildi, gözü aldanıyordu. Tıpkı rengi donuklaşmış canlı örümcek yumurtalarının rengindeydi, üstelik onlar gibi yuvarlaktı. Fakat çayırda hareketsiz ve sertti, saklanıp yaşamını sürdürmeye çaba göstermiyor sessiz duruyor, fakat gururla süt ve sidik karışımı dayanılmaz bir keskin kokuyla bir ümit ve şaşkınlığı haber veriyordu. Örümcek ağları, çatılar, bebekler... Neydi bunlar sahi, bitki mi hayvan mı? Aralarındaki bağlantıya saygı göstererek, birbirine dostça yaslanmış kıvrık tomurcuklarla sepetini alelacele doldurdu, yorgunluktan bitkin başlarını sallayarak selamlaşıp üzerlerindeki toprağın şanlı kokusuyla saraylar kökünden üst eşikleri topraktan beneklenmişti.
          Heyhat, çok çabuk; olanaksız bir ödül. Fakat Ffedderbompau ne kadar çabuk harcarsa harcasın, hiç bir işe yaramayan parçalardan başka bir şey çarpmadı gözüne; kalın tabandan eğrelti otlarını geri bastırıp, köklerini rahatlaştıran baş parmakla işaret parmağı, görev aşkıyla yanıp tutuşan yarı açık dudaklar; toplama ve teslim ediş. Nihayet sepet doldu. Üstelik kendini Tetty'nin yerine de koymamış bizzat tasarlıyordu. Bir başka canlının parçaları gerçek olmayacak kadar açıktan açığa ödünç alınıyordu.
          Sonunda mantarları getirdiler, fakat onun istediği türden değildiler. Bazıları kaynatmak üzere toplanmıştı, fakat onları yemeye gücü olmadığını anlamıştı. Arta kalanı da bir kase içinde odasında bıraktılar. Mantarların hoş kokusu bir süre odayı etki altında bıraktı.
          Keşiş onları gördüğünde "Kuruyup havaya karışırlar" dedi.
          Buna, bitkinlik ve ağrının vereceği komedi havasıyla şikayetten başka verilecek cevap yoktu. "Ben de öyle" Hasta aslında bazıları şöyle böyle önemli başka şeyler söylemek istedi; normalde söylenmeyecek, hatta cesaret olmadan yaşamın bu son saatlerinde veya tam sırası geldiğinde bile söylenmeyecek şeyler. Bu birbirinden kutuplar kadar uzak konuşmaların konusu neydi acaba? Coğrafya ve keza, ayinlerin gün açığa vurulmayan aşk, zaman ve ölüm, bekarlık ve dulluk. Bunları gün yüzüne çıkarmak için uygun fırsat neresiydi? Ölüm döşeği, Sadece ölüm döşeği mi? Hem o zaman kim kulak asardı ki?
          Sonunda Ffedderbompau ortaya daha teorik bir mesele atmaya karar verdi.
          "Söyle" dedi "ben niye kendi içimdeyim de başka yerde değilim"
          Keşiş hafifce tebessüm etti. Elleri dizlerinde, nahoş kayıkyeye yaslandı. Tatlı sözler alışılmamış duygular hatta doğru olduktan sonra itirafları dinlemeye hazırdı. Gelin görün ki, hastanın sorusu kolay baş edilemeyecek kadar kendi araştırmalarına yakındı.
          "Ben gördüklerimin, hissedip, işittiklerimin kurbanıyım" diye devam etti hasta. "Benim suçum ne bunda?"
          "Gerçektende ne?" diye mırıldandı Keşiş, hastanın yastığa gömülü dağınık saçlarıyla kaplı çenesinin kulak oluşuna bakarak.
          "Dinlemediğin için seni ayıplamıyorum" diye aklından geçirdi. Ffedderbompau, sonra acının daha da belirginliği bir gülücük belirdi yüzünde.
          "Ateşböceğin ne alemde?" dedi Keşiş.
          "Ha" dedi Ffedderbompau. Rahibin sorusu onun için taşı koyabilecek bir gedik gibiydi. Rahibin verdiği ateşböceğine dair söyleyeceği çok şey vardı. "Hapların konduğu türden minik bir kutuya koydum onu, onbirini onikiye bağlayan geçen gece, kutu kapalı olmasına rağmen kutunun her tarafını aydınlatırcasına ışıl ışıl aydınlattığını gördüm.
          "Harikulade" dedi Keşiş.
          "Kutuya beyaz kağıt yerleştirdim, böceğide kağıdın arasına. Bu sefer hem kağıdı hem de kutuyu aydınlattı."
          "O tehlike anında yanan bir önlem feneridir." dedi Keşiş. "Tabi atın sönen ateşinin körüklenen közleri."


Eserin Ad?      : ÜTOPYAYA UÇU? (FLY?NG to MOWHERE)
Eserin Yazarı: John FULLER
Basım Yılı      : 1983
ÜTOPYAYA UÇUŞ






























0 comments:

Post a Comment