rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Edebiyatta Bilgi ve İktidar İlişkisi

Edebiyatta Bilgi ve İktidar İlişkisi
  I. Antikite
  “Bilgi” kavramı tarih boyunca bir sorun olmuştur. Bu sonunun özünde hem bilgi edinme araçları, onu edinme amaçları hem de bilgiyle edinilen sonuç ve bilginin neye yarayacağına dair kaygılar ve endişeler yatmaktadır.  Bazen yönetimler, bazen insanlar, bazen dinler, bilginin sınırlarına dair kurallar ortaya koymuş, kimisi bilgiyi teşvik etmiş, kimi yasaklamış kimi de sınırlamıştır.  Bu sınırları koyarken de bilginin gerekli olanı ve olmayanı ya da meşru olanı, olmayanı konularında ayırımlar yapmış ve bilginin bir tehdit alanı olduğu düşüncesiyle kimileri bir kısım bilgi unsurlarını insanın kapsama ya da kavrama alanı dışına çıkarıp kendilerine koruma alanları oluşturmuştur.
  Kimi devirlerde-şimdi olduğu gibi-hakim güçler bilinmemesi gereken bilgilerden bahsetmişler veya kendilerini alaşağı edeceği düşüncesi ile bilgi vermek yerine ilgiyi oturtup yani bilgiye giden rayları makaslayarak ilgiye kaydırmıştır insanları.  Bu makaslamaya rağmen bir yolunu bulup bilgiye ulaşanları ise cezalandırma yoluna gitmişlerdir.  Bu bilginin bir kısmı tabiata ve tabiat üstü unsurlara ve bir ksımı da bizzat insanın kendisine dair olan bilgilerdir.
  Bilginin fikre tahvil edilmesi, nadasa bırakılan beyinlerin  fikir filizlerine beşiklik etmesi fikir sahiplerinin bedenlerine dünyayı zindan etmiş ve mezar etmiş, lakin buna rağmen fikirler hem bedenin mezarlıklarını hem de zindanlarını aşmış yaşamaya ve hürriyete dair maniaları tek tek yırtmış, asırları aşarak sonraki nesillere intikal etmiştir.  Bilginin ve fikrin önündeki engelleri koyanlar ise ademe mahkum olmuştur Adem olmayı beceremediklerinden dolayı. Terimler tam kavranmasa da ister dini ister seküler, siter deneysel ister felsefi ve empirik olsun ölen fikrin sahibi olmuştur, fikrin kendisi değil. Diğer argüman ise bilginin gerçek ile vaya senedi ilgili problemleri ortaya çıkarmıştır.  Bilgiye vurmak isteyenler ya onun gerçekliğini ya dayananığını ya da onu edinmenin özündeki “merak”kavramını cazalandırmak suretiyle meşru gödükleri şu veya bu statükoyu devame ettirmek böylece iktidarlarını devam ettirmek niyetini izhar etmişlerdir.
  Yahudi-Hristiyan (YH) geleneğinde bilgiyle ilgili sorun Tevratın daha ilk sayfalarında ortaya çıkar bilgi ile iktidar arasındaki bağlantı.  Bilgi bir iktidar unsuru olur hem psikanalitik hem epistemolojik hem de ideolojik anlamda.  Bilgi bir sembolik fallustur yani; bilgisizlik ise bir cendere, bir fanus. Tekvinde geçtiği şekliyle Yahova’nın insanları öncelikle bezeyip donattığı ve mükemmelen kullanımlarına sunduğu cennetten kovulmasını temel sebebi, insana koyduğu yasakla ilgilidir.  O yasak, yılanın Havva’yı, Havva’nın Adem’i teşvik etmesi sonucu yenilen “iyilik ve kötülüğün bilgisi”dir.  Böylesine bir yasak ağaçtan yenilmesi Yahova için kendi iktidar alanına müdahale gibidir ve ilk müdahalenin kadından gelmesi de ayrıca bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır.  Nitekim insanlar meyvayı tattıklarında “insan bizden biri oldu” der.  Yani Yahova tanrısallığı bilgi ve dolayısıyla iktidar ile özdeşleştirmekte ve onu tadan inanı ise bahşettiği cennetten kovmaktadır.  Ona göre diğer tanrısallık unsuru olan şey ise “ölümsüzlüktür” bu da diğer ağaçla yani “hayat ağacı” ile  ifade edilmektedir.  Birinci ağacı ihlal ettiklerini görünce ikinci ağacı derhal koruma altına alır ki böylece tanrısallığın diğer yarımküresinden insanları mahrum bırakır.  İnsanın ödediği bedel ağır olur; cennet gitmiş, acı, meşakkat ve ölüm gelmiştir yerine.  O bir tarihe mahkum, tarihsel varlıktır artık. 
  Greko-Romen (GR) geleneğinden bilginin ilk defa sorun şeklinde ortaya çıkması Hesiod ile başlar. M.Ö. 9. asırda yazılan Theogony’de, daha önce babasını tahtından indiren ve tanrıların tanrısı ve insanların tanrısı olan Zeus daha sonra yarı tanrı olan Prometheus’u tanrılardan ateşin bilgisini alıp insanlara verdiği için daha sonra acılara duçar olur.  Bir anlamda teknolojik bilgi, dil, muhayyile ve şuur anlamına gelen ateş Prometheus’un asi ilan edilip, kardeşi Epimetehus’a da Pandora’nın musallat olmasına da yol açar.  Pandora’nın sepetinin açılması dünyadaki bütün kötülüklerin, acının ve meşakkatlerin nedeni olan bir “hediye”dir insanlığa.  İroni’nin en acı örenklerinden olan Pandora hikayesi psikanaliz doğrultusunda okununca ortaya GR ve YH geleneklerini birleştiren bir mefhum ortaya çıkar:  Pandora ve Havva’nın düşüncesizce istihdam ettikleri “merakları” hem kendilerine hem insanlığa bela getirmiştir.  Bu meraklar sepet açma ve meyve tatma şeklinde sembollere bürünen meraklarını giderme usulleridir.
  Nuh tufanından sonra insaların yeni şehirler imar etmesi, bir anlamda Yahova’nın yarattığı dünya içinde insanların kendi dünyalarını yaratması olarak algılandığından Yahova bunu kendisine yönelik bir bşka tehdit ve bilgi ve teknoloji birikimi olarak algılar (teknoloji=yapım bilgisi) ve insanların arasındaki birikimin dil ile taşınıp kaydedildiğinden dolayı Babil’deki insanların dillerini, dolayısıyla zihinlerini, entelektüel ve fiziki coğrafyalarını ve netice olarak güç birliktelkerini bozar.  Babil kulesi burada bir fallik sembolü olarak algılanması gereken bir iktidar sembolüdür.  Yahova inanları kendisine rakip görmekte, sarsılan iktidar alanını muhafaza ve müdafaa etmeye çalışmaktadır.  Bu bağlamda Yahova  hem diğer tanrı ve insanlara karşı devamlı teyakkuz halinde olan Zeus hem de kendi halkından gelebilecek tehlikeleri idaresi altındaki halkından aldığı güçle bastıran Firavun’un rollerini üstlenir.
  Yine Tekvin’in devamında (19:26) Lut’un karısının akıbeti ile Orpheus’un akıbetleri merak ytüzünden hüsarnlar biter.  Biri “tuz sütunu”na dönüşür; diğeri karısı  Eurydice ‘den mahrum kalır ebedi.  Benzer şekilden Psyche gereğimnden fazlasını öğrendiği için Cupid ile potansiyel mutluluğundan olur.  Icarus ise Babası Daedaşus’un sözünü dinlemeyip kendi başına yükseklerden uçmak isteğinden dolayı kendisini  kızgın güneşe fazla yaklaşınca kanatları erir ve denize çakılır. Bürün bu örneklerden sonra Batı geleneğinde “cehaletin saadet” olduğu geleneği –en azından cahiller katında kabul görür, ilmi biraz tırmalayanlar da bilmiş bir edayla kafayı sallarlar bu sözü duyduklarında.  Roma dönümü zaten Eski Yunan (EY) dan aldığı bilgiden nerdeyse korkar vaziyette ve onu hazmetmekten mahrum oldukları için “pratik” olan bilgiye yönelmiş ve ilimden çok-agnostik ve sofistlerden aldıkları ipuçlarını da değerlendirerek- belağatı adeta tek ilim yapmışlar ilim ve felsefeyi ancak zihin cambazlıklarına indirgemişleridir. Daha önce halk davaları ve demokrasi ile gelen konuşma ve kendini ifade etme süreciyle başlayan EY mirası belagat nutuk ve Asyatik tarzında etkisiyle iyice edebiyatı kullanarak insanları övme veya onları yerin dibine batırma veya ikna etme tarzına dönüşmüştür.
  
II.                      Bilgi ve Tarih
Konu bilgi olunca bilginin kayıt altına alınması da işin önemli birparçası olarak karşımıza çıkmaktadır.  Çünkü bilgi ve tecrübe kayda alınmadıkça bilgibilgi birikimi ve eklemlenmesi yalama olmuş vida gibi tarih civatası üzerinde önce cevval rakslara sonra aniden hoplaracak geri seken rakkaselere benzer. (Rakkaselerin çoklaştığı yerde ise bilgi ya yoktur ya da yok olur.  Buna zihin rakkaseleri, ahlak rakkaseleri ve medeniyet rakkaseleri de dahildir.) 
Her medeniyet kendi tarihini kayda almak suretiyle bir anlamda kendinden önceki tarihe ve bilgi birikimine reddiye sunar ve onu yerinden kayddırark kendisini merkeze oturtmayı amaçlar.  Bu nedenler geleneksel Hint ve Çin takvimleri, miladi ve hicri takvim gibi farklı tarih başlangıçları aslında farklı  meşru ve makbul saydıkları tarihi kabul diğerlerini reddetmektedir.  Değişen takvimler bu anlamda değişen medeniyet dairelerini ifade etmektedir. Bir taraftan yeni takvim mevcut olan bilgi ve birikimi kendine uyduğu kadarıyla filtre edip kendi gelişmi için istihdam ederken , onları kuşatan kültür fanusu ile de meşru saymadığı bilgi alanlarını oluşturup onları yasaklar.  Fanusun içinndekileri dışındakilerle kıyaslamak suretiyle de hem kendi varlık sebebini ortaya koyar hem de bu bilgiyi aktarırken onun dışındaki kaynak ve havzaları cehalet ve karanlık dairesine atar.  Mesela Miladi takvim  İsa’nı tanrı ve tanrının oğlu (A.D.=İ.S. “tanrının yılı” demektir) olarak “0” olarak kabul edilen yeryüzüne geliş yılını hem yahudileri hem de pagan geleneklerini merkez dışına itmek suretiyle diğerlerinin meşruiyetlerini kökten reddetmektedir.  Nitekim hristiyanlıktaki İsa daha önce yahudilikte  olan kimi unsurları reddetmiştir ve değiştirmiştir. Öte yandan hinri takvim, yozlaşmış kabul ettiği bir geleneği, bir anlamda pasif direniş ve protesto hareketi olan hicret olayını yeni bir ufkun ilk huzmesi olarak muştulamıştır.  Bu nedenledir ki kullanıulan takvimler farklı kutsal alanları akla getirir ve kimi insanlar da kendi inanç alanını sadece kendi kutsalının takvimine indirgeyerek bir başka iç alan, bir iç fanus oluşturur.
Tarihte bilgiyi kaydedenler, bilgiye ve bilgiyle hükmetmeye de başlamışlardır. Bu bazen doğrudan bilginin pınarlarına ve mecralarına bazen de bilgiyle gelen bilginin yorum alanlarındaki yayılmaya hükmetmek şeklinde olmuştur. Bazen bilgi alanları kutsallaştırılmış ve o alana nüfuz ettiği iddiasında olan insanlar diğerlerini tahakküm altına almıştır. Eski  ve yeni bütün diktatörlüklerin özünde bu yatmaktadır.  “Diktatör” esas itibariyle tekellümü yani konuşmayı ve akabinde ve eş zamanlaı olarak gelişen zihni ve hiyerarrşik kaydı ifade eder. Bu da Hayvan Çiftliği ve 1984 adlı eserlerdeki bilgi ve lisanın kontrolü ve kontrollü bir şekilde değiştirilmesi şeklinde ortaya çıkar.  
İlk insanların edindiği bilgilerin ne olduğu farklı şekillerde açıklanmaktadır.  Yazılı en eski metinleden olan Tevrattaki şekliyle insan önce neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini öğrenir ki bu rahatça yiyip içmesi ve fakat bilgiyi tatmama emridir öncelikle.  Başlangıçta bir çelişkiyi ifade eden bu epistemolojik yaklaşım aslında vahyedilen hazır bilgi ile tecrübe ile kazanılan bilginin arasındaki farkı ifade etmektedir.  İncillerde ise insanların bilgi edinmeleri önündeki en büyük engel ise bizzat isanın meseller vasıtasıyla havarilerine öğrtemeye çalıştığı kimi sevgiye dair doktrinlerdir ki , her hangi bir tehlikeye karşı en az iki defa metafor bohçasıyla katlanmış dilin kullanıldığı anlatımlar, onca rağmen İsa’yı çarmıhtan kurtaramaz.  İncillerde en çok öğrenen İsa’dır.  Bilgisi ise ihanettir.   Kur’andaki şekliyle ise bilgi, eğer edinirse insana meleklere dahi fark atma melekesini veren bir kazanıma denk gelmektedir. Nesnelerin adın öğrenmekle başlayan süreç insana, meleklerin gıpta ettiği ve Şeytan’ı da dinden çıkaran bir mecraya sokar.  Bilgi kibir ile karşı karşıya kalır ve Şeytan insana secdeyi reddedince lanetlenir.  Fakat yine de Şeytan kendi gücü içinde işler yapabilmesi için-insanları saptırması- serbest bıraklır ki bu insanın iradesinin bilgi alanları arasındaki doğru tercihlere yöneleceğine inançtan kaynaklanmaktadır. İnsanın varlığının bilgisi Ç;Şeytana yaramamış ve Şeytan’ı kızdırmıştır.  Çünkü o kendine nitelik değil nicelik olarak büyüklenme alanları bulmuş, büyüklenmesi onun burnunun sürtülmesine yol açan ceza bilgisini getirmiştir.  Bu ceza bilgisini ilk tadan Şeytan olup daha sonra insanları tatmasına da neden olacaktır.  Varlığının mahiyetlerine dair esasları bu iki tür de ancak, bulundukları ortamdanb ayrılmak yeni bir ortamın meşakkatlerini gördüklerinde anlayacaklar, yani karşılaştırmak suretiyle edinilen bilgiye geçeceklerdir.
Sokrat öncesi filozoflarda  ise ilk sorgulamalar eşyanın tabiatına dair, dünyanın mahiyetine dair düşüncelere yön verir. İnsanın kendine ait sogulamaları ve “Kendini il” kabilinden bilgi türüne yönlenme daha sonraki asırlarda başlar. EY da efsaneleşen Truva Savaşının ise özünde eski Yunanlının ıstırap çektiği bir yer olarak gördüğü dünyanın ıstırabını özüne Helen’i yerleştirir.  Daha ötesine bakıldığında ise Hem Helen hem de Paris’i kukla gibi, savaşlarında kullanacakları maşalar ve de savaşa alanları olarak suistimal eden tanrıçalardır.  Tanrıçalar arasındaki iktidar savaşını ve onu kazanmak için gerekli bilgiyi içerir ki bu hile, cilve ve düşmanca rekabetten öteye gitmez.  Bütün bu olanlardan ise, hikayeyi dinleyen ya da tiyatroda izleyenlerin bilgilenmesi gereken şey ise kadınların felaket kumkuması olduğudur.  EY da insanların kafasında oluşan şey buydu yani. Öyle bir şeydi ki Zeus bile bazen boyun eğmek zorunda kalıyor, ya da yapacaklarını Hera korkusuyla ancak ondan gizleyerek yapıyordu.  Bütün bunların arkasında Ey kafası kendi tanrı ve tanrıçalarını görüyordu.
Trajedi alanında bilgiyle ilgili ilk sorgulama ise-en azından mevcut oyunlardan yola çıkıldığında- Sophocles’in Oedipus üçlemesidir.  Oedipus krallığaındaki bela ve kuraklığın sebebini ararken bulduğu bilgi kendisi olduğudur.  Detektifin katili ararken ipuçölarıyla kendisine ulaşması anlamına gelen bu durum öte yandan Delfi’deki “Kendini bil” emrinin acıklı bir tezahürünü hayatında yaşar ve bu sonuç eşi Jokasta’nın intiharı ve kendisinin gözlerini bilgiye kapatması anlamına gelen aynı zamanda annesi olan eşinin broşlarıyla gözlerini kör edip kendi iradesiyle sürgün olmasıyla sonuçlanır. O artık hem görümüşün getirdiği bilginin ıstırabını çekmekte ve ondan kaçmakta hem de kendi muhtemel diğer bilgilerin ve hükmettiği yerlerin sürgünü kılmaktadır. İktidarı ve gözlerini götüren şey aslında tanrıların öngörüsüne ve çizdiği kadere dair kapattığı gözü, kendisini aldatan hafıza ve tarihçesinin intikamıdır.
       Hatırlanacağı üzere Kral Laios Tanrılardan oğlunun kendisini öldürüp annesiyle evleneceği haberini alınca oğlunu bir kölesine öldürmesi için verir. Kölede çocuğu bir ağaçlık vadiye bağlamıştır. Daha sonra gelen başka bir çobana ona çok iyi bakmasını söyleyerek çocuğu vermiştir. Bu çobanda çocuğu Korinthos'da çocuğu olmayan Polybos ve Merope'ye verir. Oedipus bir ziyafetteyken şarabı fazla kaçırmış biri ona "uydurma evlat" der. Bu olay Oedipus'un canını çok sıkar. Annesi ile babası adama kızarlar fakat Oedipus'un içinde bir sıkıntı vardır. Ailesinden habersiz mabede gider. Orada bir Tanrı ona ileride babasını öldüreceğini, annesiyle de evlenip ondan çocuk sahibi olcağını söyler. Bunun üzerine onlara zarar vermemek için o şehirden uzaklaşır. Yolda Kral Laios ve adamlarına rastlar. Bir tartışma yüzünden Oedipus kralı ve damlarını öldürür. Daha sonra Thebai'ye gider burada kral olur ve kraliçeyle yani öz annesiyle evlenir.
       Hikaye Thebai'nin başındaki felakettendolayı halkın Oedipus'a gidip yardım istemesi ile başlar. Oedipus Tanrılardan yardım ister. Tanrılar ise ona memleketinde bir katilin olduğunu ve onun kovulmasını emrederler. Oedipus'da Kreon'dan bu katilin kendisinden önceki kral Laios'u öldüren kişinin olduğunu öğrenir. Bunun üzerine Oedipus bu katili aramaya başlar. Ve halkı toplayarak bu kişiyi tanıyıpta söylemeyenlere yada evinde barındıranlara lanetler savurur. Aslında bütün lanetleri kendisine savuruyor ve kendi felaketini kendi hazırlıyordur. Sonunda herşey aydınlanır. Oedipus katilin kendisi olduğunu kraliçeninde asıl annesi olduğunu öğrenir. Kraliçe intihar eder. Oedipus ise ölünün elbisesinin üzerindeki düğmeleri koparıp gözlerine batırır ve kör olur.
       Oedipus annesi ile babasının yanından ayrılışından beri devamlı kaderle mücadele eder. Özellikle de olayların ortaya çıkışı esnasında Oedipus mahvolacağını anlamasına rağmen mücadele eder. Fakat o kaderle ne kadar mücadele ederse etsin sonuçta kader gerçekleşmiştir. Bu hikayede kaderciliğin Hamlet'ten daha baskın bir şekilde ele alındığını görüyoruz.
       Hamlet'te ise asıl hikaye Danimarka kralının (yani Hamlet'in babasının)
hayaletinin Hamlet'e görünerek kendisini öldüren kardeşinden intikamını almasını istemesiyle ve Hamlet'in de tıpkı Oedipus'daki gibi kendisini felakete götürecek bir işe girişmesiyle yada kaderin her ikisinin de üstüne böyle ağır bir yükü yüklemesiyle başlar.
       Hamlet'in amcası Claudıus kardeşini zehirliyerek öldürür ve eşiyle evlenerek tahta geçer. Hamlet bu cinayeti ortaya çıkarmaya ve dolayısıyla babasının intikamını almaya çalışır. Bu arada dünyanın ve insanların iğrençliğini görür. Mezar sahnesinde hayata bakış açısını da görürüz.
       Hikayenin sonunda Hamlet'in annesi Gertrude yanlışlıkla zehirlenerek ölür. Cinayet ortaya çıkar.
 Daha sonra Claudıus, Leartes ve Hamlet de ölürler. Fortenbras (Norveç Kralı) Danimarkayı ele geçirir. Ve hikaye Fortınbras'ın Hamlet için söylediği övgü sözleriyle bitirilir.
       Her ikisi de etraflarındaki insanların kendilerini uyarmalarına ve vazgeçmelerini söylemelerine rağmen devam ediyorlar. Bu noktada her ikisinin de iradesini kullandığını görüyoruz.İki karakterde bu olayların kendilerini felaketlerine götürdüğünün bilincinde ve bu ağır yükleri kendilerine yükleyenlere lanet ediyorlar.  Oedipus başına gelenlerden dolayı bazen Tanrıları bazen de kara bahtını suçladığını şu sözlerinden anlıyoruz:

       "Ah, benim kara bahtım! Nereye, hangi diyara gidiyorum?
        .......................
        Babamı öldüremezdim, beni doğuran kadının kocası olamazdım. Fakat tanrılar benden yüz                 çevirdiler."    

       Hamlet'in de aynı şekilde talihi suçladığını şu satırlardan anlıyoruz:

       " Dünya çığrından çıkmış. Ah kör talih! Bunu düzene sokmak için ne yazık ki ben doğmuşum."

       Bu sözlerden her ikisininde bulundukları durumdan memnun olmadıklarını görüyoruz. Oedipus başta kaderin onu zorlaması ile bu duruma düşer. Fakat Hamlet'in bu işe girmesi tamamen kendi iradesiyledir. Her ikisi de olayların üstüne gitmeyi tercih etmiştir. Oedipus kendi yaptıklarından dolayı felakete uğrar. Cinayeti çözmek için uğraşırken aslında bunun kendi cinayeti olduğunu bilmez. Kahinin söylediklerini de kabul etmez fakat daha sonra olay yavaş yavaş aydınlanmaya başladığında da geri çekilip olayı kapatmaktansa felaketi dahi olsa üstüne gitmeyi tercih eder. Hamlet'te tıpkı Oedipus gibi olayların üstüne gitmiş ve sonu felaketi dahi olsa mücadele etmiştir. Fakat burada da ayrıldıkları bir nokta var ki; Oedipus bu mücadeleyi kendisi ve kaderiyle yaparken Hamlet başta amcası olmak üzere en yakınlarıyla yani insanlarla yapıyor. Oedipus bu mücadelede tek başınadır. Hamlet'in ise ona yardımcı olan dostları vardır.
       Her ikisinde de ihanet yada hainlik kavramlarını görüyoruz. Oedipus bu ihaneti bizzat kendisi yapıyor. Hamlet'te ise etrafındaki insanlar.
       Hamlet annesinin babasına söylediği aşkyeminlerinden dönmesiyle, amcasının bizzat kendi kardeşini öldürmesiyle ve diğer insanların yaptıkları alçaklıklarla insanlardan ve hayattan iğreniyor. Oedipus'da ise iğrençlikleri yapan bizzat kendisidir. Dolayısıyla o kendisinden ve kaderden kaçmasına rağmen yine ona yakalanışından, talihinden nefret ediyor.
       Baştan beri her ikisinin de mahvoluşundan bahsediyoruz. Fakat bu mahvoluş her iki karekterde de farklı şekilde görülmektedir. Oedipus hikayenin başında çok şaşaalı ve onurlu bir şekilde anlatılır. Hikayenin sonunda ise en büyük günahları işlemiş, en iğrenç şeyleri yapmış, öldürmemesi gereken birini öldürmüş ve evlenmemesi gereken birisiyle evlenmiştir. Hem ihtişamını hem de onurunu kaybetmiş ve çok bedbaht bir hale düşmüştür. Sonunda da kendi kendini kör etmiş ve şehri terketmek zorunda kalmıştır.
“Eski Mısırdaki katipler hem kutsal metinleri kayda aldıkları, taşlara işledikleri hem de devletin vergi vb. kayıtlarını tuttukları için bilgi ve iktidara muhafızlık ve ortaklık yapıyorlardı.  Sumer’lerin Gılgamış Destanı’nda kahramanın aradığı aradığı bilgi aslınada kendini hiç de mutlu etmeyecek olan ölümün kaçınılmazlığına dair bilgidir.
Fenikeliler vasıtasıyla EY’a taşınan “Aleph” öküzün boynuzundan öte bir anlam ifade etmezken, “Alpha” olmuş ve EY’a alfabeyi yani bilgiyi taşımıştır.  Bir başka kültürde ise çöldeki nurun şavkı “Elif”ten sızan huzmeleri muştuluyordu.  Ve O elif ezel ve ebedin kendisi idi.  Yüzyılla sonra “sıfır”ı, fenayı, sıfırlanmayı, yani insanlığını farkeden bir anlayış idi.  O elif insanlardan bilgiyi kıskanmıyor, hatta bilgiyi hassaten insaniyet gereği olarak emrediyordu.  Elif’i anlamanın bilgi sahibi olmakla mümkün olacağını söylüyordu.  Okumayı emrediyodu, okukayı varolmakla, yaratılmakla neredeyse eş tutarak, her inanın kainat kitabında ve onu oluşturan bir harf olduğunu, insana hem kalemle öğretmeyi, aslında “alak” unsurunun  kainatta mısralar döktürebilecek  güçte mürekkebi içeren bir mürekkep olduğunu ve insanın bilmediklerini böyle öğrendiğini anlatıyordu.  Ve sıklıkla düşünmeye sevkediyor, evren tablosunun her bir fırçasında sanatı ve onun yardımıyla Sanatkarı bulmayı ve aklı ile sanatı, sanat ile hakikatı, hakikat ile kendini, kendi ile varlık sebebini, varlık sebeiyle aşkı, aşk ile bütün evrene sevdalanmayı, ve insanın sevdalandığı herşeyin aslında, sanatı severek aşkına Sanatkarı muhatap görmeyi anlamaktan dem vuruyordu.  Cehaletin damgasını taşıyan herşeyin aslında ayaklar altına alınması gerektiğini anlatıyor, savaş esirlerine bile, okuma anlama hürriyetini 10 kişiye sağlamaları karşılığında kendi fiziki hürriyetlerini vaad ediyor, okumanın ve yazmanın aslında hürriyetle özdeş olduğunu ifade ediyordu.  Bir evren kitabı, yanında da onun şifrelerini çözmesi için bir de kitap veriyor, o kitaba da şifreler koyarak her daim her neslin merakını daha derin bilgilere kanalize ediyordu ki bu ebedi bir kaynakla kaynakla buluşma ve o kaynağı işleme anlamına geliyordu.
Öte yandan İsa bilgi vermek için yırtınıyor, meseller anlatıyor, bizzat deşifre etmedikçe havariler anlayamıyordu ve kızıyordu İsa.  İsa’nın düşmanı Phariseeler kadar dahi kendisini anlamayan havarilerinde duyduğu ıstırabı, zulmün, ihanetin ve terkedilmişliğin bilgisinde yaşıyordu İsa.  Kasandra, kehanetin, kehanetle bilginin hazzını yaşayacakken, bildiklerine insanları inandıramamanın ıstırabını nimetin melanete dönüşmesiyle yaşıyordu.  Kasandra bilgi vardır, fakat fallusa dönüştürülmez.
III. Ortaçağda Bilgi
Ortaçağda hikmetin ve bilginin hem devlet hem de hristiyanlık marifetiyle ancak sınırlı sayıdaki yazan ve okuyan ve daha da az miktarda anlayan insanların olduğu çok sınırlı bir kubret alanına dönşür bilgi.  Manastır ve kliselerin bünyesinde hapsedilen kütüphane ve yazımhaneler (scriptorium) sadece o bünyede olup yazan ve okuyanlara yöneli fallik alanlar oluşturdu.  Hem EY’dan miras kalanlar hapsedilir karanlığa ya da yeni iktidarlara yol açmak için kullanılır  eski Yunan mirası.  Eflatun’un Sempozyum’unda karanlıktan aydınlığa aniden çıkan insanları revnaklara garkeden tezahür, bu sefer zulmete garkeder Sokrat’ı. Budanır Eflatun, ama serpilen dallarından klise azizleri ve papazlık çıkar.
Matbaanın icadı hem bilginin dolayısıyla iktidarın nisbi manada dağılımı anlamına gelmiş ve fakat  bu dağılım süregelen iktidar grupları ile yeni sermaye kesimi olan matbaa ve dağıtım grupları arasında olmuş, halk unsuru ya tüketici ya da olan bitenden uzak bilgi tırtıklayıcıları olmuştur.  Üniversitelerin Avrupa’da 13 asırdan itibaren kurulması ise bunu bir başka uzantısı olarak fonksiyon görmüş ve Althusser’in ifadesiyle “İdeolojik devlet cihazları”ndan birini teşkil etmiştir.  Kilise bu arada iktidarını elden bırakmamak için 1559 yılında yasak kitaplar listesi çıkarır.  Böylece bir anlamda Yahova’nın Tekvin’deki rolünün devamı mahiyetinde işlevler görür ki bu kilise etkinliğini kaybettikçe Yahovalaşan aristokrasi ve sermaye gruplarına terkedecektir.  İşin ilginç yanı bütün buların olmasında matbaanın rolü, bilginin rolü manipulasyona müsait olmasından dolayı büyük olacaktır.  Hristiyanlığı kendi çıkarları için etkin  kılmaya çalışanlarla, onun temsil ettiğini alanı, sahip olduğu arazileri ve fikiralanlarını vurmak yeni çıkar alanları ve ideolojilere yoll açar gibi yaparak başka menfaat odaklaşmalarına zemin hazırlayacaktır.  Bu gruplar arasında bilgi ise bilardo masasındaki esas hedefe hedefe yönelmeden ve başka toplarla çatışmadan bantlardan topu sektirmek suretiyle amaca ulaşmaktır. Bu bağlamda tepkiler Boccaccio’dan gelir, Erasmus’dan gelir, Galileo’dan gelir, Kopernikten gelir.  Öte yandan Machiavelli bilgiye farklı bir kanal açarak bütün bilgileri onun yani iktidar ve manipulasyonun aracı olarak görür ki klise karşıtı güç odaklarının el kitabı olur onu meşhur Prens’i. 
Bacon artık kilise geleneğini dayattığı gibi bilginin “yılanın işi” olmadığının farkına varır, ama simyacılık bilgileri insanın bilgilerine yeni tanımlar getirir.  Rönesans’da itibaren saf bilgi değil yapım bilgisi, üretim bilgisi, üretip zenginleşirken, başkalarını tüketmenin mübah olduğu bilgisi ortaya çıkar ve Dr. Faustus  yazar Marlowe.   Sonraki süreçlerde yıkımı bilgisine dönüşen bilgidir bu.  Faustus’un ömrünü vakfettiği ilim tahsili onu Şeytan’a ve onun bahşettiği kurdet ve süfliyet odaklarına iter.   EY deki kimi sorgulamalar tekrar alevlerir ve tartışmalar başlar bilginin bilinebilirliğine dair.   Şüphe etme metodları bilgi olur kendi başına:  Agnostik, Sinik ve Septikler ortya çıkar.  O meşhur halkın bilgiyle ilgili sorunu zaten yoktur, ama Matbaa ve Luther sayesinde en azından bir kısmı inandıklana dair bazı şeyleri daha yakından görmeye başlarlar.  Luther ve Kalvin ile başlayan bilgilenme süreci ise hem onlar hem daha sonra Protestanlar diye adlandırılan inanç grupları için bir meşakkat kumkmasına dönüşür.  Bilgi pislikleri yakından görmelerine, aynen mikroskoptaki gibi normalde göremeseler de etraflarının kirli politikaların virüsleriyle kaynamakta olduğunu görürler.  Ve doğru ile yanlış arasındki kavgalar nne doğru ne yanlış olduğu belli olmayan daha büyük çaplı kavgalara dönüşür. Milletler düşman olur birbirlerine, ya da kişisel kavgalara sürüler “meçhul asker” olarak hizmet ederler.  En hakça bilgi en iğrenç oyunlara meze olur, ordövr olur ve iştahları dafa fazla kabartır. 
Daha önceleri kilise geleneğinin yanlış ve tahrifatlarına yiğitçe baş kaldıran Luther, ayağı yer tuttukça gitgide yeni bilgi alanlarını yasaklayanlardan olacak ve bilginin sınırları ve mahiyetine dair yeni  sözler edecektir.  Yani bir anlamda yeni güç alanları oluşmasına meydan vermemiş ve fakat Protestanlık yayılmış, Amerika’ya göç etmiştir.  Fakat kendilerine zulmederleri unutan Puritanlar , farklı Protesta, Yerli ve katolik unsurlara karşı aynı hatta dh fazla zulüm etmekten çekinmemiştir.  Amerika’da ilk kurulan   seküle üniversite olan Virginia Üniversite’sinde Thomas Jefferson bilgi konusundaki “insan zihninin sınırsız hürriyetine”dair açılış konuşması 1820’de nereye varırsa varsın öğrenmek gerektiğini vurgularken biraz da bu tarihi hafızayı yoklamaktadır. 

IV.                Rönesans Sonrası Bilgi

Bilgiye cüret etmek, onu edinmeye çalışmak, bilgiden korkmak, bilgiyi inanç alanına sokarak bilgi ve inaç sistemlerini çatıştırmak ve uzlaştırmaya çalışmak Aydınlanm Çağı ve sonrası dönemlerin temel sorunsallarından olmuştur.  Kant bu knuda cesaret gösterirken dini alandan getirdiği delillerle kendine destek arar.  Amacı hem muhataplarının anladığı dille ve kaynaklarla konuşmak hem de bu suretle kaynak tartışılamaz olduğu için kaynağa getirilen kontekst yorumu da tartışılmaz olacaktır.  Nitekim Yuhanna (8:32) da “Gerçeği bileceksiniz ki, gerçek sizi hürriyete kavuştursun” ifadesi temel bir dayanak noktası olacaktır.  19. asırda  deneysel bilimler empirik ve felsefi bilgiyi tahtından  etmek, yerine kendisi oturmak ister.  Rasyonalizmle başlayan bilgiyi inanç alanlarından bağımsız hale getirme eğilimi pozitivizme dönüşerek, hem dini alanın geçerli bir bilgi alanı olduğunu, ama o alanın miyadının dolduğunu ve  tarihsellik içinde değerlendirilmesi gerektiğini ifade eder August Comte.  Artık hem felsefi hem de empirik bilgi, baştacı edilen yeni “bilimsel” metodlar vasıtasıyla bilgi alanlarının dışına atılır.  Montaigne ve Bacon gibi insanların dönemi kapanırken, Darwin, Mendelson, Marx, ve Freud gibi yeni bilim önderlerinin yolu açılır.
            Bu gidişat kendisini edebiyatta da gösterir.  Romantik dönemin Wordsworth ve Coleridge gibi teorisyenlerinde “muhayyile” türlerine dayalı olarak tezahür eden algı, sadece şiire ilham olabilecek periler rolüne mahkum edilir.  Realist ve Natüralist ekoller gitgide ancak görülen, gözlemlenebilen, dokunulabilen, üretilen ve tüketilen bilgi metodlarıyla çalışmaya başlar.  Fotografın icadı “objektif “ olmaya dair yeni verilerle insanlara ümit verirken objektifin arkasındakini objeleşmeye başladığını haber verir.  Romanda Flaubert, Balzak ve Stendal gibi yazarlar “insanın komedilerini” tasvir ederler ciltler dolusu.  Zola “deneysel roman” naralarıyla tıbbın verileri ve teknikleriyle eserler verdiğini yazar ve kendini savunur. 
            Bütün bunlar üretim ve teknolojinin bilgisini zihinsel bir faaliyet, kişisel ve toplumsal bir olgunlaşma “kendini bilme” alanından çıkararak roman yoluyla başkalarının hayatına göz atmayı ve incelemeyi ve hatta –hemen herşeyi şuuraltındaki dürtüler yölendirdiği için- insanın kendisini sorgulama alanı haline getirmiş, onu tamamen biyolojik ve cinsel dürtüler kumkuması olarak algılayıp, kendini asırlardır üstün gördüğü hayvanlar alemine yaklaştırırken, insanın ürettiği metaın kendisin üretimini ve dağıtımını bilginin esas alanı olarak değiştirmiştir.  Bilgi evrenin şifrelerini çözerek arka planın anlamaktan çıkmış, “doğa”yı keşfederek, onu zaptetme ve ona hükmetme, onu kullanarak diğer insanlara hükmetme hedefine kitlenir.   J.S. Mill vb. yazarlarda dünya kaynaklarını tükeneceğine dair, sınırlarına dair, nüfus artışının tehlikelerine dair   önermeler tebarüz ederken, Bilginin İnkişafı’nda Bacon’dan asırlar sonra Emil DU-Bois-Reymond artık bilgi değil “bilim”den bahisle “Bilimin Sınırları”nda yeni bir tartışma açar.  Darwin ve Huxley’e antitezler sunan bu 1880 tarihli yazıda Reymond bilim olarak fizik, biyoloji ve psikoloji gibi müsbet bilimleri kastediyordu. 
            Aristo’da “her insanda bilgiye yöenelik bir arzu vardır” Descartes ile “düşünüyorum o halde varım” tarzında bilginin meşruluğu ve münferid varlığın algılanmasına dair dönüşüm yaşayan bilgi, Milton’un Yitik Cennet’ inde bilmeyi itaatsizlikle eş tutan bir anlayışa tekrar dönmüş W. Blake’te tekrar edilmiş, keşfin tehliklerini Faust’la yaşamış olan bilgi yeni çağlarda bilgi ile insanlığın anlamını kopararak bir anlamda bilgiyi sterilize etmiştir metafizik unsurlardan.  Goethe’nin Faust’u 1808 ve 1833’de lanetlenmekten kurtarması, Faust’un Thomas Mann ile tekrar karanlığa garkolmasına mani olmazken Mary Shelley 1818’de Frankestein ya da Modern Faustus ile bir efsaneyi canlandırırken, aynı zamanda bilimin gidişatına dair yorumunu da hikayeye giydirmiştir. 

0 comments:

Post a Comment