rss
email
twitter
facebook

Monday, November 23, 2009

Akademisyen Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

Akademisyen Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

Metin Boşnak

Her insanın hayatında bir dönüm noktası vardır ki ömrünün kalan kısmına ya ısık tutar ya da tamamen karartır.  Bu bazen seçim şansı olmadan doĞdugumuz yerle veya ebeveynimizle bir tutulmak, istemedigimiz bir okulda okumak, bazen  “mantık evliligi”adıyla kendimizi teselli etmeye çalıştıĞımız olgulalarla hareket ederek mali endişeleri önde tutarak yaptıĞımız es tercihi, bazen de ömrümüzün herhangi bir safhasında ki egitimimiz esnasında hocamızın söylediklerinden kulaklarımızda kırıntı olarak kalan bir kaç kelimelik bir söz vb.dir.  Benim de hayatımda böyle bir an vardır ki hayatımın akışını tamamen ve bir daha dönmemecesine degiştirdi.
2038 senesiydi. Fakülte son sınıf ögrencisiydim.  Adetim olduğu üzere Samsun’daki  Caveat Emptor adli bir sahaftaki kitaplara bakınıyor, yararlı olabilecegini sandıklarımı seçip hesaplanması icin sahafın ahşap masasına yerleştiriyordum.  Aradan bir ya da bir buçuk saat geçmisti ki cüzdanıma da çaktırmadan bir göz atıp beş tane Ingilizce kitap seçebilmistim.  O zamanın parasıyla kaç para ödedim hatırlamıyorum—çok önemliydi sanki.  Sahafa KDV fişi vermek istemedigi için, istemeyerek de olsa nazikçe teşekkür ederek dükkandan çıktım.  Kitaplarımı incinecekler korkusuyla hafifçe gögsüme bastırıp evin yolunu tuttum.  Eve vardıgımda aşçılık sırası gelen arkadaşımın, yine en ucuz ve en kolay yemek olan hamsi buĞulamasiı yaptıĞını gördüm.  Neyse...  üzerinize afiyet, oturup hamsileri bir güzel tıkındık.  Daha sonra ben odama çekildim ve bir maltepe yakarak aldıgım kitapları gözden geçirmeye başladım.  Içlerinde en ilgimi çeken, karton cildi epey yıpranmış sayfa boşluklarına notlar düşülmüş olanıydı: Plato and the Foundation of the First University.  Belliydi ki ilk sahibi Pascal Ushakis kitabı okumamış, adeta satır satır yemişti.  Yaklaşık dörtyüz sahife olan kitabın not düsülmemiş bir sahifesi yoktu. içimden tanıma fırsatım dahi olmayan Pascal’a kıskançlıkla karışık bir hayranlık duydum. 
Kitapta Plato’dan ve hocası Sokrat’tan bahsediliyor ve aslında belki de bugün Plato’ya atfedilen fikirlerin Sokratın kendinden önce yaşamış filozoflardan devşirdigi, onları Plato’nun diyaloglara dönüştürdügünden dem vuruluyordu.  Bunlar zaten bildigim  şeylerdi.  Hemen kitabın indeksini açıp en gerekli seylere çarçabuk bakma yolunu tuttum. Ertesi günü sınavım vardı ve çalışmam gerekiyordu.  Indeksi sonuna  kadar taradıktan sonra kitabın, son beş yapraĞının aslında matbu olmadıĞını ve bu artakalan sayfalara muhtemelen Pascal tarafından Ingilizce bazı notlar alındıĞını farkettim.  Pascal’ın el yazısı bizim hattatları ve kendini hattat sayan çömezleri kıskandıracak güzellikte idi.  Dolmakalemle yazıldıgından dolayı sanırım çay veya su damlamış ve bazı yerleri okunamaz durumdaydı  Fakat o da ne!  Bu, tarihleri kaydedilmemiş bir günlüktü.  Birden garipsedim.  “Be adam,” dedim içimden, “böyle hatırat mı, günlük mu belli olmayan beş yapraklık bir şeyi yazacak kadar elinde kaĞıt yok muydu?”  Sonra da “aniden böyle bir şeye karar verdi herhalde.  Belkide bir acelesi vardır,” diye bu durumu oldugunca makul karşılamaya çalıştım.  Iste hayatımda dönüm noktasını oluşturan, bu beş yapraĞa sıĞmış çoĞuda okunamayan yazıdır.  Okuyabildigim kısımların bir kısmını Turkçeye çevirerek aşaĞıda nakledecegim.
“Bu gün itibariyle arastırma görevlisi olarak Sespolesque Univesitesinde geçirdigim üçüncü yıl bu.  Notlarımı düştügüm bu kitabı okuduktan sonra akıntıya kürek çekmekle geçirdiçim yıllara acımamak icten degil.  Plato’nun Atina yakınlarında kurdugu üniversitenin adi Academus ya da Hecademus’dan mulhem Academy imiş. Aristo’nu Attica’da kurdugu universitenin adı ise Lyceum yani lise.  Bizim universite sanırım Aristo ekolunden geliyor.  çünkü içindeki ...(okunamıyor)lere bakılırsa burası tam bir lise. (...)Tabii ki başka farklılıkları da yok deĞil.  şehrin dışına yapmışlar: hem hayattan hem de sehir halkından uzak ve kopuk olarak yasamak gaye edinilmiş  Halk bize, biz de halka başka türlü bakıyoruz.  Okulun binaları şeklen sıra sıra koyunlar gibi.  Bu fiziki ilişki bende psikolojik sartlandırma amacına yönelikmiş gibi geliyor.  Kimbilir belki de tersi... Universitemizin giriş-çıkış yolları tek yönlüdür.  Gelip giderken saga sola bakmak yasak olup bakanlar cezaya maruz kalırlar, asayişe mugayir hareketten.   
Burası gelişmekte olan bir universite.  Devlet azgelişmiş diger okullar gibi buraya da belli bir özel ödenek ayırıyor gelişsin diye.  Yalnız benim gözlediklerim su: muhakkak ki gözle görülür bir gelişme var, fakat bu okulda okul mensuplarının...(okunamıyor) da.  Aslında bunu söylemek biraz haksızlık oluyor.  Çünkü universitemizde bir borsa temsilcisi, bir dö  viz bürosu ve bir de araba galerisi var.  Hepsi de en faal kurumlar.  Bir rivayete göre burasını yerinde eskiden bir çiftlik varmış diĞ er bir rivayete göre de bir askeri kışla...  Belki de ikinci rivayet daha dogru cünkü burada yapılan herşey askeri hiyerarsiye uygun özlellikte yapılıyor.  Astların degişmez kuralı kendi astlarını ezmek ve kendi üstlerine karşı elpençe divan olmaktır. 
Işte bu nedenledir ki ben buraya geldiĞimden beri sesim kısıklaştı.   Çünkü alçak sesle konuşmak esastır burada.  Arasıra memelekete gittiĞim de insanları çok yüksek konuştukları konusunda uyarmak zorunda kalıyorum. Onlar da benim sesimi duyamadiklarında birkaç defa tekrar etmek zorunda kalıyorum söylediklerimi.  Dolayısıyla buradan Roma’ya çıkan tek bir yol vardır.  Ve sukut her zaman 24 ayar altındır.  Bu yüzden Midas’tan daha zengin oldum.  Sabah aksam darphane gibi altın basıyorum.  Sükut ve sükunetten dolayı karıncalar olmasa da cırcırböceklerinin sesleri yalama olmuş çarklar gibi gürültü koparır.  Ya bir de karıncaların sesleri de duyulsaydı ne olurdu halimiz?  Allah korusun!  Dediklerine göre bir de Tenth Village Universitesi varmiş ki oradakiler gümüşü tercih ederlermis.  Bizim  burada artık altından bıkanlar yada altını sevenler orada ya da Asylum adli bir yerde ikamet ederlermis. (...)
Zamanla benim altıunlarım cok arttıĞından bu bende rahatsızlık yapmaya başladı  Doktora tezimi de bitirmem gerektigi bana her defasinda  vurgulanıyordu.  Aksi halde adamdan sayılamayacaĞım söyleniyordu. Aksi halde universitenin kutsal merdiveninin birinci basamaĞından yukarı çıkamayacaĞımı söylüyorlardı. šşin garibi, merdivende bir basamak yukarda olanlar, bir bsamak asaĞıda bekleyenlere de benzer şeyler söylüyorlardı.  Ama bazı tanıdıklarım bir üst basamaĞa çıkmadan önce kendi basamaklarının çok iyi olduĞunu manzarasının en iyi olduĞunu söylüyorlardı.  Tabiatiyla ben de herkes gibi kendi basamaĞımdan son derece memnundum.  Bırakmak da istemiyordum.  Bu bazılarına garip geliyordu.  Halbuki ben bu basanmaĞa oturabilmek icin kaç tane kart koparmıştım tanıdıklarımdan ve tanımadıklarımdan.  DoĞduĞum yer olan Kartistanı ben nasıl ihanet edebilirdim?  Işe girmede kullandıĞım kartın yerine şimdi banka ve kredi kartı kullanıyorum diye Kartistanli olduĞumu unutmam mı gerekiyordu yani?  Ustelik de Diyojen gibi bir akrabamın resmini devamlı cuzdanımın içinde her gittiĞim yere ta (okunamıyor).... (...)
Bugün okuldan erken döndüm eve. Yesman kadrosundaki birisine bozuldu kafam ve Kafamdan kah Hamlet geçti kah Orestes.  Sonra Sokrat’ın silueti belirdi gözlerimin önünde.  Gene yalınayak togasına sarınmış Atina sokaklarında dolaşıyordu.  Belli ki kafası gene birseylerle meşguldu.  Ah Sokrat ah!  Sana mi kaldı “nereden geliyorum, nereye gidiyorum?”  Sen mi ...(okunamiyor) dunyayı.  Durup dururken niye Aristophanesín diline niye düşersin?  Tiran ne derse onu yap gitsin!  “Düş kur, ama düşünme yoksa düşersin.”diye boşuna mı demişler?  (...)  Oda ne Sokrat bir binaya doĞru yöneliyor.  Burası bildigi bir bina, ama girişteki yazı deĞişmiş.  Academy yazısı gitmiş yerinde “Lise” bütün ihtişamıyla yükseliyor.  Viva... Viva... Viva...
...(okunamiyor).   Sokrat’ı öylesine üzgün görmek bana çok koydu.  Bir ara bana doĞru gelir gibi oldu.  Sonra sanki vazgeçti ve geriye dönüp on adım kadar atıp bana gel dercesine kollarını açıp parmaklarını açıp kapamaya baçladı.  Farkında olmadan ileriye doĞru bir adım atmışım yerimden doĞrularak.  Birden saĞ ayaĞımda bir aĞrı hissettim.  AyaĞımı odamdaki altın külçelerinden birine çarpmıştım.  O an durakladım.  Acıyla yüzümü buruştururken birden Sokrat’ın demir parmaklıklar arasında mesut bir şekilde ve mutebessim bir kaseyi dudaklarına götürdüĞünü gördüm.  Ve aynı mutluluk içinde hafifce yere oturduĞunu.  Bir ara vücudunun çırpındıgını farkettim ve ebedi sükunet.  Sekiller dünyasından fikirler dünyasına elveda Soktrat... Hayır hayır bekle beni...(burdan sonra ki kısım kırmızı bir lekeyle kaplı okunamıyor.”  
Sanki meraktan çıldırtmak istercesine Pascal’in yazdıkları bulandıkları kırmızı lekenin perdesiyle karanlıklara garkoluyordu.  Pascal’a bir meslektaş olarak saygı duydum o an.  Ertesi gün hemen bir tane bond çanta aldım, arkadaşlardan aldıĞım borç parayla ve içine sahaflardan aldıĞım o son beş kitabı koydum. Çantanın kulpunu ortalayarak kaĞıda yazdıĞım “Yes” yazısının yerlestirdim gittiĞim yere çantamı      götürüyordum.  Bazıları şaşırıp sormaya yeltendiler.  Kahvehaneye gelirken de çanta getirilmez ki diye.  Hepsine güldüm geçtim. Bilmedikleri birşey vardı, benim yaptıĞım ileriye dönük bir alıştırma bir idmandı.  Akademisyen olacaktım....  Elveda Diyojen..Elveda Sokrat!!!

0 comments:

Post a Comment