rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Milliyetçilik, Muhalefet ve Küreselleşmeye Dair

Milliyetçilik, Muhalefet ve Küreselleşmeye Dair
               
I.                     
Uzun zamandır beri, Türk medyası, akademisi ve siyaseti milliyetçilik kavramına, “ulusalcılık” turnusol testi ve Ergenekon placebosu nedeniyle eleştirel bir bakış sergilemektedir.  Türkiye Cumhuriyetinin rota tayin sorunu yaşaması, Doğu-Batı arasında sıkışması, AB-ABD arasında sandviç olması, geçmişle, kendi arasında hem güzel hatıralarla yad edip, borçlarına kadar ödeyip, aynı zamanda “Osmanlı’ın oğlu değil, Türkiye Cumhuriyeti benim adım” diklenmelerinden tutun, özellikle 1950’ler ve daha sonra Doğu Blokunun çöküşü sonrasındaki dini, bölgesel ve küresel gelişme ve tehditler sonucunda milli, siyasi ve iktisadi kimlik arayışlarında Özal’la özdeşleşen “Adriyatikten Çin Denizine,” “21. asrın Türk asrı” olacağı heyecanları, milliyet kavramının Türkeş sonrası ve yeni tüzüklü ve Bahçeli MHP ve küskün, ama bir türlü de ayrıldığı baba ocağından ayrılma gerekçelerini anlayıp anlatamayan ve bu dinamikler üzerinden hareketle ne yeniden birleşmeyi ne de tamamen ayrılmayı beceremeyen BBP ekseninde bir intizamsız tekel halinde olması, artan Kürtçü terör ve kürt etnik milliyetçiliğini körüklememe niyetlerine kadar kadar bir dolu etken milliyet kavramını ve doğal devamı olan “milliyetçilik” ideolojisini öcüleştiren bir sürece sokmuş oldu. 
Öte yandan liberal siyaset ve ekonomi adına kendine liberal odakların “devlet küçülsün” diye, devletin bazen iyi bazen kötü işletilen kurumlarını “özelleştirmeye” yönelik, bir şuuraltı canavar devlet imajıyla oluşturulan özelleştirmeler furyası da oldu.  Daha önceleri devlet “inhisarı”nda olan ya da sermaye-bilgi-teknoloji ve uzmanlık darlığında devletin mecburen tekel olduğu, milletin parasıyla kurduğu ve bazen de yatırımsızlık ve peşkeşçilik zanaatkarları elinde zarar eden kurumlar, yeni bir yörüngeye oturmak için gerekli enerjisi, peşipeşine arkasındaki enerji tüplerini hem kullanan hem de onları yörüngeye gök katmanlarını geçtikte geride bırakan füzeler gibi hareket etti.  Mesela Tekel ve PTT maden işletmeleri, denizcilik işletmeciliği gibi bu kurumlardan bazıları tarihçeleri itibariyle, Osmanlıdan TC dönemine geçerken Osmanlının borçlarına mahsuben bazı Avrupa Devletlerinin idaresinde ve onların alacaklarına mahsuben işletilmişlerdi. “Reji” den Tekel idaresine geçiş aşamasında, moderniteyle müstemleke olan müslüman ülkelerin aksine teritoryal istiklal savaşını kazanan Türkiyenin, bir de ekonomik olarak bunu teyid etmesi anlamına geliyordu.  Bu anlamda Türkiyedeki mezkur kurumlar ve eski Osmanlı havzanı olan ülkelerdeki petrol kaynakları ve ulaşım sistemlerini millileştirmeleri, sadece maddi değil aynı zamanda manevi zaferdi de.  Psikolojik olarak igdiş edilen toplumların kendilerini iliklerine kadar, önce Osmanlı Devletine karşı, sonra da kendi lehlerine sömürdükleri ülkeler, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Körfezin cetvel haritalı ülkeleri ülkeleri, Suudi Arabistan, Mısır ve İran, sonraları, Fas, Tunus, Libya, Cezayir gibi ülkelerdeki “kamulaştırma” türü millileştirmenin anlamı, kolonileştirmenin kendisine karşı olan bir başkaldırı olarak milletlere moral kaynağı da olmuştu.  Özellikle Irak gibi ülkelerdeki bu hareketlere karşı olarak da bizzat CIA’nın örgütleyip, parasal ve insan desteğiyle, bizzat istihbarat örgütlerinin arkasında olan devletlerce yapıldı.  İran’daki Musaddık 1953 devrilip yerine Şah’ın gelmesi böyle bir millileştirme karşısından petrol kaynaklarının kontrol ve sömürüsünü bırakmak istemeyen dolayısıyla, dönem dönem dini hassasiyetleri milli olanlara karşı,  hem iç savaş hem de darbe amaçlı kullanan çok uluslu Mobil, BP, Shell vb.  çok uluslu şirketler vardı.  “Operasyon Ajax”  amacına ulaşınca, Musaddık yerine Şah gelmişti ve ondan isteklerini koparmışlardı Batılı şirket ve devletler. Saddamın başarısız ve başarılı olan darbe girişimlerinde de etken olan aynı unsurlardı zaten.  Musaddık yerine Roma’da kaldığı yerden İran’a getirilip tahta oturtulan Şah’ın benzerini ise bugün, Afganistan’daki kayyum lider Karzai, Mısırda hep demokrasi rekorları kıran bugünkü lider Hüsnü Mübarek,  en güzel örneğini sergilemektedir.   İsrail’le ilk anlaşma zemini kuran, ziyaret eden arap, Nobel Barış ödülü alan ve sonraki yıl da suikaste kurban giden Enver Sedat ve benzerleri de, tarihsel olarak “diktatörlükle” özdeşleştirilen, (İsrail bu tasnif dışındadır tabii ki.  İnsan haklarına saygılı ve demokratik bir devlet olması bunda esastır.)  İlgiltere’nin  ışık getirdiği Amerika’nın darbe süreçlerinin resmen gelenek haline getirdiği OD’da her darbe ile gelen “açılımların” arkasında olan bazen “komunistlere karşı” takviye edilen, bazen de “liberalizm” ya da küreselleşme önünde engel olunca, tepelenmesi gereken bir milliyetçilik.  Amerika veya Avrupa’da, hassaten İngiltere de, daha hassaten İsrail de hakkaten millet ve milliyet nedir?      

II
Küreselleşme ve daha önceleri var olan “dünya vatandaşı” yanılsaması benzer manipulatif ütopyacı liberalizm, bir kesimi adeta milliyetçiliği İslamcılık yanında ikinci bir geri ya da gerici ideoloji olma mesabesine indirgemiştir.  Solda ve sağda farklı içerikleri nedeniyle dönem dönem bayraklaştırılan, sağcıların nazarında Atatürkçülük, solcuların nazarında çağrışımları nedeniyle Kemalizm adeta iki ayrı muayyen tefsirle iki ayrı ideoloji gibi algılanmış, sağcılar Atatürkçülüğün, devletçi “milliyetçilik” solcular ise “halkçılık ve laiklik devletçilik” taraflarını sancak yaparlarken, tarih üzerinden yapılan ideolojik hesaplaşmaların bir kısmına da Atatürk üzerinden güç kazanma hesabına, ama genelde farklı isimlendirmelerle, ya Atatürkçü ya da Kemalist olarak yapmışlardır. 
Liberallerin ise, soldan gelenlerde, “ömürlerini çoğu zaman ikinci elden bildikleri sosyalizmle” geçen yıllarına boşa geçen yıllarına bakarken, milliyetçi muhafazakar kesimdeki “devlet başa, kuzgun leşe” den “ah işte bütün herşeyin sebebi işte bu devlettir” sloganıyla gelen ani irtifa ile “devlet gider; kavga biter” tarzı eski biatın şiddetini aynen devam ettiren, ama farklı bir kanala aktaran ekolleri arasında, İzmir İktisat Kongresinde Atatürk’ün hazır bulunduğu iktisadi reçete programındaki kimi esaslardan, Atatürk’le arası İsmet İnönü’den çok daha iyi olan Celal Bayar’a ve Atatürk’ü Koruma Kanununu siyasi manevra yapmak amacıyla çıkaran Menderes’e kadar, bu çok “merkez”li çatışma alanlarında kendilerine manivela yuvası açma çabaları “evreka” hezeyanlarıyla karışık  olarak belirdi.
 Bu çatışmalar içinde İslamcılar da Atatürk’ün İslam ya da dinle ilgili kimi vecizelerini sadece kendi argümanları daha inanılır kılmak ya da meşrulaştırmak da, ya da TC tarihi içinde köklendirme gayretlerini esirgemediler. Darbeleri haklı olarak eleştirirken, darbelerin sadece içerdeki dinamiklerden mütevellit Kemalist elite yormak suretiyle, kendilerince haklı gerekçeler buldular. Öte yandan maalesef şu an ev hapsinde olan, vaktiyle büyük sıkıntılar çekmesine rağmen devlet adamlığı vakarını da (parti kitlesi ve mitinglerde olmasa da) devlet işlerinde gösteren Erbakan, Atatürk “sağ olsaydı, Refah Partisine rey verirdi” derken, aslında konjonktürel Kemalizmin nice hallerinden bir tanesini kendine has üslubuyla ifade etmişti. Refah dönemimde milletvekili olan H.H. Ceylan dipnotlara saklarcasına ifade ettiği “gizli sır” mışcasına çarpıcı “Atatürk’ün Osmanlı subayı” olduğuna dair görüşleri de ayrı bir çeşni kattı tabii siyasi cephelere. Dini gruplar da dinin önemini anlatmak ve yasak savma kabilinden, Atatürkün din ve hassaten İslama dair sözlerini cımbızladı kullandılar.  Hem aferin aldılar, hem kıs kıs güldüler tabii.  Bu arada özellikle 12 sonrasında, pratik amaçlarla sağa sola özel sektör elemanı, yöneticisi olarak “emekli askerler” benzer bir amaçla, ama farklı boyutta “emekli” askerleri kendi bünyelerine katarak, paşa geleneğinin kendi taraflarına da rayihalar katmasını, disiplin sağlamasını  temin ettiler. 
MKA’nın aslında kabaca üc döneme ayrılması mümkün olan, fikir ve tavırları etrafında oluşan farklı tezahürleri bereketli bir çatışma ve ittifak alanı da meydana getirdi.  Sanki yanlış olan herşey Cumhuriyet dönemiyle başlamış, MKA bütün yanlış gidenlerin başında hatta dış güçlerin elinde Türk-İslam dünyasını çökertmek için özel yetiştirilmiş biri gibi algılandı, algılatıldı.  Öte yandan diğer bir ideolojik kampın da algısında MKA, onun iyi ki kurmayı becerdiği yeni devlet, iyi ve güzel olan ne varsa hepsini miladı oldu.  Cumhuriye öncesi tarihle sonrasının her iki gruptaki algılanması da siyah beyaz ayırımı olarak kaldı.  Ve her zaman haldeki çatışmalar doğrudan fikirler üzerinden değil, onu referans alan sözlerle ve geçmişle Mazi ve Hal, Osmanlı-Atatütk, dindarlık-laiklik, hainlik-vatanperverlik, teokrasi ve modernite, doğu ve batı arasında çatışmaların en küçük matruşkası olarak olarak ortaya çıktı.  Bununla ilgili terminolojiler de gelişti:  Millet olmak için bütün milletler tarihinde geliştirilen “hero-worship” ile ona karşı olan “ancestor worship” arasında, millet ve ümmet taraftarlığı arasında kesin çizgilerle ayrılmaya giden fay hatlarına dönüştü.  Bir taraftan Cumhuriyet elitinin tarih yazıcılığı ve dil, tarih, folklöre dair kurumlar ihdası, diğer yandan “güneş dil teorisini” ve “anadoludaki Türk varlığını Etilere, Sümerlere kadar götürmek suretiyle, “Hasta Adam”dan sonra oğlunu da Anadolu’dan atmak isteyen Batılı güçlere cevap vermek için hazırlanan ve çoğu da yabancı kaynaklardan ilham alan tezlerini, dönemin yöneticilerinin mantık sorunlarına, inançlarına, faşizmine kadar götüren algılamalar, bir taraftan, TC’nin kuruluşundan ve İkinci Meclis’ten sonra gelen devrimleri ve hassaten “Şapka Kanunu” nun Atatürk’ün tam bir Batı mukallidi ve hizmetkarı olduğuna dair anti-Batıcı İslamcı gelenek.  Dahası o dönemde Ortadoğu yeni şekillenen İngiliz mandacılığı, ardından devletlerince desteklenen petrol şirketlerinin, Atatürk’le beraber özdeşleşen TC’nin başka milletlere örnek olmasından korktukları bağımsızlık mücadelesi, Osmanlı’dan kalan borçları ödeme çabası, sonradan Tekel olan reji idaresinin ağız kokusuna tahammül etmesi ve bir yandan da Misak-ı Milli içinde gördüğü, Hatay’ın tekrar, Fransızların beynelmilel güç savaşında bir anlık zayıflaması sonununca 1939 yılında TC haritası içine girdiğini görmeden ölmesi.  Ve patlak veren İkinci Dünya Savaşı.  Almanya ve Japonya’nın yenilgisi ile, ABD’nin emperyalizmini eski İngiliz müstemleke rotalarını takip ederek eline geçirmesi ki bu anlamda İngiliz hakimiyeti 1945te bitmişti. Menderes’in İnönü’ye rağmen CHP’de yer tutunmaya çalıştığı dönemler...  
“Başbuğ” Atatürk, “Bozkurt” Atatürk’ten, Batıcı, anti-emperyalist, kimilerinin ifadesine göre “deccal Atatürk”e kadar geniş ve çelişkili Atatürk’ler içinde, Batan gemiden parçalarla yeni bir ada kurmaya çalışan Atatürk, kimi zaman onun manevi mirasına konmak, kimi zaman onun mirasına konmak isteyenlere muhalefeten devamlı olarak gündemde kaldı. Osmanlının gidişiyle, petrol kullanımın uluslarası bir kan pazarı olmasıyla, tamamı müstemleke olan İslam aleminin içinde, Osmanlının Başkenti güzel İstanbulu işgal etmeye kadar giden güçlerin diş gıcırtıları arasında  Osmanlıdan kalan mirası farklı bir kulvara taşıyan Atatürk. “Gazi” ünvanını, Mareşal ünvanını bizzat Meclisin, hatta “demokratik” Meclisin verdiği, İstiklal savaşında kendisini şarapnelle gelecek ölümden koruyan saati Osmanlı Sultanından hediye alan, ve takdir-i ilahi Osmanlının son dakikalarının buram buram tiktaklarda okuyan Atatürk.  1917de Sultan Yaveri olarak Avrupa’da ona eşlik eden Sarı Paşa.  Latife-Fikriye meselesinden önceleri Naciye Sultan’la İzdivaç hayalleri de olan, ama onu Osmanlının bir başka subayı, onun kadar güçlü, ama pnun kadar temkinli olmayan Enver Paşa’ya izdivacına şahit olan Atatürk. Kendini hadsiz, sınırsız övenlere, Anadolu “p..venkler” diyecek kadar dobra, aleyhinde dış basında yazılanları getirip ulufe bekleyenelere, “ne güzel işte...adamlar yaptıklarımızı yazmışlar diyen,” Osmanlı’nın borç parayla hem de safahat sarayı olarak, hem de yabancı mimariyle inşa edilen Dolmabahçe’de ölüm nedenine bile “Masonlar mı tedricen öldürdü?” ile “O kadar içerse öyle olur tavrı arasında sarkaç olan vakanüvisliğimizin Atatürk’ü. İlginç bire şekilde onu övmek isteyen Batıcı Kemalistlerin Doğuya bakarak onu örnek alan milletlere, Anti-Batıcı çevrelerin de onu eleştirmek için Batı’da yazılan kitaplara müracaat ettikleri sarkacın adı Atatürk. Osmanlıya hem müdaafaa hem de muhalefet ederek oluşturduğu TC’nin kurucusuna, onu bazen kullanarak bazen ona muhalefete dayalı kimliklerin inşasındaki tez de Atatürk oldu.  Bu kimlikler arasında “Kürtçülük” de yer aldı tabii.  Ama Öcalan’ı lider olarak tanıyan kürtçülük, onu kutsarken Atatürk’ün Türklük tarihçesi oluşturmada kullandığı usulleri kendi ideolojileri doğrultusunda kullanmaktan geri durmadılar.  İkibine Doğru  dergisinde yazılanlar bunu sadece bir kısmıydı. Sonra ardından tarihten, İslam tarihinden şahsiyetlerden kürt kimlikleri furyası başladı.  Mem u Zinden Selahattin Eyyub’a kadar.  Hegelin üçlemesinde tez-antite-sentez, aslında antitezin, tezdeki dinamikleri kendi lehine kullanmak arzusundan başkası değildir.  “Çerçeve kalsın, resmi değiştirelim...”
Atatürk ne Tanrı ne Şeytandı. Bir insandı.  Osmanlının gidişini gören, kapanan dönemin geri gelmesine ümit bağlaması imkansız olan. Atatürk’ün Meclisi askıya aldığı zamanlar da oldu.  İstediği, belirlediği bir demokratik çoğulculuğu görme çabası olmadı.  Bunda Osmanlı tecrübelerinde rolü oldu, ama onun kadar güçlü olduğunda ondan daha demokrat olan bir lider de oldu mu ciddi araştırma konusudur.  Buna Menderes, Özal ve Erdoğan dahil olarak ifade ediyorum. Hem asker hem de sivil olarak. TC’nin beynelmilel güçler içindeki o zamanki konumunu da katarak ifade ediyorum.  Darbe dönemlerinin ardından, özellikle de 12 Eylül’den sonraki Atatürk vurgusu ile İlkokuldan üniversiteye kadar sanki onun yüzünü eskitmek istercesine devlet progapandasına dönüşen Atatürkçülük, muhtemelen tarihi Atatürkten çok farklıydı.  Bu farkı yakalayan “resmi tarih” karşıtı ekoller de “yalan söyleyen tarih” ekolünü kurdu, büyüttüler.  Ama gelinen noktada, felsefi ve tarihsel olarak MKA’yla özdeş olan Kemalizmin eleştirisi yerine, onun ecdadından, Samsun’a çıkış tarihi, doğum tarihine, hatta Samsun’a giderken kullandığı ve Osmanlı Sultanının emir ve izniyle tedarik edilen vapurun mahiyetine kadar bir sürü iddialar uçuştu.  Atatürkün, Nutuklarında millete moral vermek için söylediği Türklüğe dair övücü sözlerden (“Türk Milleti Çalışkandır..), “Köylü Milletin Efendisidir” vecizesine, “Adalet Mülkün Temelidir” demesinin Halife Ömere uzanmasına, bazı vecizelerinin Tevfik Fikret’ten olmasına, hatta kimin ihdas ettiği belli olmayan, “Andımız” kadar hallaç pamuğu gibi atmak, “hürriyet” dönemlerinin özelliği haline geldi.  “Hürriyet”  dönemlerinin sonlarında ise yine herkes MKA’ü hem sözlerinde, hem Osmanlı camilerinde ashap, tabiin, tebeüttabiin arkasından gelen Türk büyükleri  ve “yurdumuzu kurtaran Gazi” MKA olarak zikrettiler.    
Sıklıkla birbirlerinin toplarıyla da oynayan bu akımlar, banttan içeri attıkları topların sayısını ise, genelde dışarıya bakarak belirlemeye çalıştırlar.  İlginç bir şekilde Atatürk, Marksizmle arası iyi olmasa da “antiemperyalist olarak” Sosyalistlere, Masonlarla arası iyi olmasa da Masonlara, Osmanlı tarihinin yerine eski Türk tarihine önem vermekle Osmanlı öncesine ait Türklüğe yakın dururken, bunu da dönemin İmparatorluklar sonra milli devletler mantığı doğrultusunda yaparken, Ülkücü kesime, Faşist İtalya’nın liderine devletin genç ve yorgunluğuna rağmen ultimatom tarzında ifadelerine rağmen Faşizme uzak ama otokratlığa, asker ve devlet adamı olarak devlet bürokrasisine,    



Bunda MHP’nin ve lider Soldan gelen bazı yazarlar eski terör dönemlerinin etkisiyle ve o dönemlerde çektikleri ve çektirdiklerinin etkisiyle, milli olmak namına ne varsa zaten kırmızı gören boğa heyecanıyla yaklaşmakta, milliyet kavramı onlara göre bir gazete adı olarak kalması gerekirken, Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkeleri diye tanımlanan Kemalizmin bir kanadını kendi meşreplerince yorumlayıp ulusallaştırdılar.  Öte yandan AKP-F medyası ise, oy ya da parasal, destek isterken kullandıkları temel argümanlardan biri olan “Türk Milleti” veya da “milliyetçilik” kavramını konjonktürel hamaset icabı hassas dönemlerde kullanıp çatıya çıkınca, üzerine bindiği merdivene tekme atarak yuvarlama çabasına giriştiler.  Bu kavramlar ekonomik ve siyasi kriz dönemlerinde sık sık milletin sırrını sıvazlayı omzuda ağı yükler yüklemek şeklinde ortaya çıkarken, küreselleşmenin de vaktiyle sosyalizm gibi yanlış algılatılması sonucunda, liberal olmak adına kimlik inkarına yönelmektedir.   Öte yandan tarihsel olarak “müslüman oldu” yerine “türk oldu” diye Batı kültüründe yer edinen türk milleti kavramı, adeta kaçınılması gereken bir cüzzam türüne dönüştü.  Herkes bilir ki Rusya komunistken çok milliyetçi idi, bugün liberal politika ve ekonominin üretildiği ve uygulandığı yerler ve küreselleşmenin bayraktadı olan ülkeler de aynı şekilde ister “nationalism” deyin ister “patriotism” adına, politik ve ekonomik tavırlarında milletlerini ve milletlerinin sermayelerini, sermayedarı adına bile olsa millitetçidirler.   Millet kavramının Osmanlıda “ümmet” anlamında kullanıldığı ve “ümmetçilik” olarak algılanması gerektiğini öne sürenlerde ise unutulan, “İslamcılık” ve “Milliyetçilik” dahil olmak, tüm siyasal akımlar, antitetik ve müdafaa (apolojetik) tarzda gelişmişlerdir.  Bu açıdan gerileme ve çöküş dönemleri haricinde Osmanlı milliyetçi değildi, ama milli idi, İslamcı değildi, ama İslam’ı hayat tarzı olarak benimsemiş ve siyaset ve ekonomi de ise, İslamcılığın sonradan öngördüğü bağnazlıklar yerine, easen çerçeve içinde kalmış, ama gelenekte olmayan ya da geleneğin anlamsızlaştığı noklalarda çok pratik uygulamalara girişmiştir.  Bu anlamda mutlak bir teokrasi Osmanlı da zaten yoktu, ve bazılarının farklı hukuk sistemlerini içinde barındırmasından dolayı Osmanlı liberal ya da seküler de değildi.  Kaldı ki Osmanlı bir dönemle tanımlanması imkansız ve ulema arasında bile aslında hala yönetim ve zihin sırlarını estetik anlayışındaki sırlarını muhafaza etmeye devam etmektedir.  Yani Osmanlıya dair yazılanlar, Osmanlıdan sadır olanlardan çok, Osmanlıya bazen, Türkiye Cumhuriyeti dahil, kimilik belirlemeye yönelik muhalefetle ya da Osmanlı terekesi devletler ve Osmanlıya tarihsel husumetlerini Osmanlıyı khem kendi ülkelerinde hem de müstemleke haline getirdikleri Müslüman halklı ülkelerde husumetle yazan güçler, siyasal tarihlerin etkisiyle ve çoğu zaman mensup oldukları ülkelerin hükümetlerine yardımcı da olarak, yazmışlardır.  Bu açından bakılınca, özellikte son asırda ve özellikle İngilizce ve Fransızcada ve Rusçada üretilen tarih kitaplarının ve bunların yerli tarihçiler tarafından nasslaştıran bir mantıkla alıntılanması veya esas alınması aslında bir entellektüel müstemlekenin, zihin coğrafyasına çöreklenip yattığını göstermektedir.  Buna öğrenilmiş çaresizlik ve büyük medeniyetlerin müteakipçelirinde yaşanan yenilmişlikle gelen ezilmişlik hissi ve onu kuşatan, hem geçmişin ihtişamının gölgelediği hal, hem de halde tepelercesine gelen kültürler ve adı hala müstear olarak müphem semantik reaksiyonlara giren küreselleşme ideolojisinin etkileri karşısında teslimiyet psikozudur.  Bu durumda güya “engellenemez” yaftası taşıyan rüzgarları arkasına aldığı zannıyla gelen teslimiyeti baştan kabul ve biat kültürünün yeni mercileri olabilmektedir.     




0 comments:

Post a Comment