rss
email
twitter
facebook

Tuesday, November 24, 2009

Kamusal Alan ve Gerçeklik

Yirminci yüzyıla kadar var olan Batı ekonomisi, teknolojisi, kitle ulaşım ve iletişim araçları yirminci asırda hızla ve Doğu’nun aksine, Osmanlı’nın aksine büyüyerek devam etti.  Atomum parçalanması sembolik anlamda Doğu’nun atomlarının, Osmanlı’nın atomlarının parçalanması olarak emperyalist pratiğer yansıdı ve yansımaktadır.  Doğu’nun bütüncül algılaması aksine Batı’nın, parçalayarak alması ve algılaması, hem bilimlerin yeni alanlara ve alt alanlara bölünmesine, hem de Uzakdoğu ve Ortadoğu’da  ve  Osmanlı Devletinin idaresinde olan heryerde pratiğini buldu.  Batı Amerika ve Avrupa ekseninde kendi farklarını, diğerine fark atmak için kullanırken, Avrupa ülkeleri bireysel ülke farklarını unutmak yerine öne çıkarırken, Doğu diye algıladığı bir monolitik varlığa karşı ittifakları ihmal etmediler.  Önüne geçemedikleri noktalarda ise, siyasi, iktisadi ve sonucunda kültürel ve yasal birlikleri oluşturma yolunda nisbiyetin getirdikleri değil, “reel politik” hesabında davrandılar:  İkinci Dünya Savaşında olan Avrupa ve Amerika’daki oluşumlar, Birleşmiş Milletler’den, IMF’ye, Avrupa Birliği’ne kadar. 
İzafiyetin Batı toplumları içinde bulduğu yansımaları, Batı genel anlamda bir çerçeve içine koyarak, gerektiğinde “Batı” tanımını sözlükte ve siyasette genişterek yaparken, Doğu’da izafiyetin etkisi sadece içindeki değerlerin Batı karşısındaki ölçüm terazisine dönüştü.  Yani Batı evrensel olan, monistik olan, mutlak olan değer ve gerçek yoktur derken, Batı’yı bazen Batı zoruyle, bazen Batı’ya öykünerek modellemeye çalışan Doğu  toplumlarında “Batı” adına herşey gerçek, “evrensel,” “mutlak,” tartışılmaz bir “canon” ya da parokiyal bir kutsallık alanına, tabuya dönüştü.   Osmanlı’nın son dönem  “münevver”leri ve Cumhuriyet’in  erken dönem “aydın”larının ortak noktaları Batı’yı, Batı’da bir ülkede yaşadıkları şehir ve semtten ibaret görmeleridir.  Bu anlamda 1970’lere kadar yapılan popüler Türk filmlerinde Avrupa’ya tahsil, tedavi ve uzlet için giden kahraman, mesela Paris’e değil, Fransa’ya değil, Avrupa gidecektir.  Münevver ve Aydın eğer Paris’i gördüyse Fransa’yı görmüştür. O Fransa’yı görmesi de onu “Batı görmüş” yapacaktır.  Paris onun için mahallenin gözlerinden uzak hürriyet alanını ifade eden bir geçici rüya ülkesidir.  Üstelik, “Frengistan”ı biraz da kalp gözüyle gören, tek gözler gören Yirmisekininci Mehmet Çelebi’nin aksine, Paris gördükleri herşeyi ihtişam retinasıyla, basit dil ile iletişimi bile Frenk’in üstünlüğüne, Frenk’in yaptıklarının her zaman planlı, uzun vadeli olduğuna, biraz kıskançlık, ama kahir bir hayranlıkla izlediler.  Beyaz topuklar ve “bal dök yala” sokakların, suyu zemzem, ekmeği ziyafet oldu.  Bu tür bakışı bir Osmanlı Sultan’ının İngiltere’de izlediği baloyu İstanbul’da görünce, Cumhuriyet döneminde her yerde piyano görünce Batılılaşma, modernleşme hezeyanlarında görmek zor değildir. Oysa devletin cömertçe sağladığı bursla  “Frenk”in ilimini almaya giden münevver ve aydınlar, çoğu zaman ya kendi kafalarındaki gettolara, ya da hayranı oldukları gettoların fanusunda yaşadılar.  Yaşadıkları ülke hatta şehrin arka sokaklarıyla, madenlerinde sürünen, sömürülenden birhaber, Fransa eşittir Paris, Paris eşittir Paris’in semti olarak kaldı.  Sonraki dönemde bu Londra oldu, New York da oldu, ama tavırda bir değişiklik fazla olmadı.  İnce’den inceye, Anglo-sakson hakimiyetini zihinlerinde, belagatteki eleştirilerin aksine, içselleştiren,  Şarklı Şarkiyatçılar olmaktan geri durmadılar.
Parçalanmış imparatorluktan Türkiye’ye sığınan ve sıkışan nesiller, elbette çok yönlü travmaları yaşadılar.  Bunları yaşarken, travma sonrası strese benzer davnanış bozuklukları gösterdiler.[i]  Yaşanan travmalar hem Osmanlı Devleti’ne hem de Türkiye Cumhuriyetine bariz bir şekilde yansırken, onlara muhalif olan oluşumlarda da kendini gösterdi.  Bu semptomların başında da

   Gadamer’in tüm bu geleneği arkasına alarak ve Kakuzo’ya yakın, ama (bir “metnin” yani “tekstin” doğru yorumunun onu yazan müellifin gerçek maksadını ortaya koymakla mümkün olduğuna ve bilim adamının metnin tarihiyle ufukların müktesebatlarını anlatmanın usülünü bulduğu “ufuklar kaynaşması”nı gerektirdiğine inanan) Friedrich Schleiermacher and Wilhelm Dilthey’nin anlayışından uzak bir çabaya girişir. Bu aslında balıkların derya içinde olup deryayı tanımlamada sıkıntı çekmesi, ya da dünyanın deryadan ibaret olduğuna dair yanılsamalarına dair  tartışmaların da kapısını açmaktadır. Yorumları oluşturmakla, metni yeniden yazarak yorumlamak arasındaki fark aslında kendi başına bir olma alanın ötesinde, oldurmak çabasını ortaya koyar.  Diyebildiğini demek, diyemediğini saklamak, diyemediklerini kodlamak, çağrıştırmak, hacıyatmazlık abidelerine dönüştürmek, dinlediklerini yeniden yazmak da, bilginin perspektiften ibaret kaldığı bir başka adil olmayan öznel alan oluşturmakdır.  Bireysel değil, gettoların öznel, çıkar alanlarının olmak ve oldurmak için kullandığı kamusal alan metni.
Habermas’ın Kamusal (Halk anlamında) Alanın Yapısal Dönüşümü’nde geliştirdiği, “kamusal alan” kavramı Türkiye’de (Avrupa’da ki 18. asır sonrasındaki evriminin tersine) ya devletin ya da farklı gettoların komunleştirip, tektipleştirip erittiği ve sosyalleşme yerine “içselleş/tir/me”, mekanları olarak işlev görmektedir.  Burda oluşan kamu aklı da akl-ı selimden farklı bir anlamda “akl-ı tekil”in temeyyüz ettiği, “benden içeru”  üst-benin bireysel titreşimleri ve ekolarıdır. Yine Habermas’ın dediğinin aksine, bu alanlar “temsili” kültürden çıkış alanları olmak yerine, bir temsili kültün diğer temsili kültten çalmak istediği alanlardır.  Kültlerin oluşumunda şifahi etkileşimler kadar ticari medya ve misyon medyası, sadece kendi doğrularıyla oluşturdukları ve diğerlerini tekzip ve inkar ettikleri pasif tüketim “mahal”leri oluşturmakta, kendi aralarında ticari hatta siyasi iletişimi devam ettirirken, pasif tüketim kitleleri arasındaki farkı da açmaktadırlar. Basit gıda konularında bile, oluşturulan tercihli ve/ya çarpıtıkmış yönlendirmelerin özünde bu yatmaktadır.  Dolayısıyla ticari ve misyon medyasının birleştiği ana nokta, holistik bir halk anlayışıyla rasyonel ve vicdan temelli bir uzlaşma değil, devlet (yani milletin kurumsal hali)in kaynaklarını ele geçirme ve yöneltme konusudur.  Bunun sonucunda ise, katılımcı demokrasi yerine, halka açık ve mahrem alanlar, birey ve toplum arasındaki mekan, sistem ve hayat arasındaki sınırlar azalırken, tüketim özgürlüğü özgürlük alanlarının zirvesinde yerini almakta ve ironik bir şekilde “marka”ların totemleştiği toplumda kendi gettolarını oluşturmaktadır. Bir başka tür ifade özgürlüğünün yansıması olan bir tavır, çatışan ideolojik, etnik, dini grupların dışa dönük görünümünde birleştiği bir pota olurken, dar mahallenin açılmasında olumlu etki yerine, dar mahallelerin kendi içinde alt mahalle tabakalaşmını körüklemektedir.  Tükettiği ile varlığı ve cevherini yeriden tanımlayan mahalle ve çevre ise, tüketim kimlikleri ile ortak alan oluştururken, aslında hem mahalle,  çevreye hem de çevre küresel “neigborhood”a evrilmektedir.   Bu evrilme sürecinde ise bireysel olarak mahalle çevrenin unsurları örneğin markayla gelen kimlik birlikteliklerini, yine markayı edinmekteki çabalarla ideolojik bir başka savaşım alanına dönüştürmektedir.  Diyalojik mahalle ve diyalojik ilişki ise geri planda kalırken, bu üst neighborhood sakinleri, alttan gelenleri kendince değerlendirmekte, belki kimi korkularından sıyrılıp onları kendilerine benzeştiği kadar ilişki alanına sokarken, alttan gelen neighborhood mensupları hem kendi gruplarının ehl-i dünya gibilik ithamlarını göğüslemekte, öte yandan benzeşmeyle gelen zahiri yapının köprüden çok evleri çeviren duvarlaın üzerinden omuz üstünden bakışma olarak görmekte, bir yandan da fiziki mekanlarını yakınlığını vesile kılarak, üsttekileri kendilerine çekmeye çalışmaktadırlar.  Bu çaba içinde mahalle ve çevre birbirlerine karşı getto özellikleriyle hareket etmektedirler. 
Getto biri sosyal-kültürel üstünlüğünü, diğeri ise “ahlaki” veya “dini” üstünlüğünü öne çıkararak yalnızlığına çare bulmaktadır. Sokakta sorunları olmayan bireyler, kendi çevrelerine veya mahallelerine  girince,  kolayca ve çabucak üzerindeki küresel markaları çıkarıp komunal kimlikleri  yeniden giymektedirler. Sokakta gördüğünde kanlı canlı olan insanlar, gettolarda nesneler olarak algılanmaktadır. Bilgilenme, nesneyi anlama isteği de, nesneyi zimmete geçirme metodolojisi şeklindedir. Getto entsrümanlarının simüle ederek anlama çabası, Baudrillard’ın ifadesiyle, bir hipergerçeklik durumuna dönüşmekte ve aslında “gerçek” ölmektedir.  Öte yandan sayıları çoklaşan göstergeler arasında, Marshall McLuhan'ın “küresel köy” kavramı, bireysel ülkeleri küresel olarak görmek yerine, onu algılayan kafayı köyden küreyi anlama mertebesinde gördüğü için, ne kadar anlamsız kalıyorsa, daha önce “ülkeye” olan alanın gettonun yeniden anlamlardırması sonucunda, getto gerçeği, bir başka körlükle, devletin gerçeği olmaktadır. Küçük dünya içinden onun tasavvurlarıyla oluşan ve küçük olduğu sanılan bir başka dünya çıkmaktadır.  Tabuların fanusunda muhazaza ve müdafaa edilen gerçeklik, başka gerçeklik iddialarına kapalı ve onları oldurmak için olmanın tüm katmanlarını da kendilerine mübah görmektedirler.  Münferid insanın şeyleştiği, “kullanım değeri” doğrultusunda nesnel ve enstümental bir konumda olduğu gettoda ortak nesneler ise kutsallaşmaktadır, nesnelerin değerleri de sembolik değer yörüngesine yakınlığı ölçüsünde ontolojik anlamını  artırmaktadır.  Dolayısıyla aslında dışarda olanla içerde olan nesneler arasında yörünge farkı vardır.


[i] Posttraumatic stress disorder[1][2] (PTSD) is an anxiety disorder that can develop after exposure to one or more terrifying events that threatened or caused grave physical harm.
It is a severe and ongoing emotional reaction to an extreme psychological trauma.[3] This stressor may involve someone's actual death, a threat to the patient's or someone else's life, serious physical injury, or threat to physical or psychological integrity, overwhelming psychological defenses.
In some cases it can also be from profound psychological and emotional trauma, apart from any actual physical harm. Often, however, the two are combined.
PTSD is a condition distinct from traumatic stress, which has less intensity and duration, and combat stress reaction, which is transitory. PTSD has also been recognized in the past as railway spine, shell shock, battle fatigue, traumatic war neurosis, or post-traumatic stress syndrome (PTSS).
Diagnostic symptoms include reexperience such as flashbacks and nightmares, avoidance of stimuli associated with the trauma, increased arousal such as difficulty falling or staying asleep, anger and hypervigilance. Per definition, the symptoms last more than 6 months and cause significant impairment in social, occupational, or other important areas of functioning (e.g. problems with work and relationships.)[1]

0 comments:

Post a Comment