Metin BOŞNAK
Dilin Siyaseti ve Siyasetin Teolojisi
Türkiye’de dil Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren toplumsal-kültürel çatışmaların en belirgin odağı ve aracı olmuştur. Özellikle son yıllarda, konuşan, ama anlatmayan, ventrilog marifetiyle telaffuz edilen bir dil, toplumun farklı katmanlarında dallanıp budaklandı. Siyaset, basın ve devlete nüfuz eden, teolojik referanslarla harmanlanan, mecaz ve telmih yoluyla meram anlatmak isteyen, açıkça söylemeyen, satır arası okumalara, kelime gölgesi okumalara açık, ama George Orwell’in “çift-düşün” “çift-konuş” esasınca alt metinlerle söylem geliştiren, anıştıran, çağrıştıran bir dil bu.
Siyasal süreçlerin farklı makaslarına göre şekil alan Türkçe, diyalojik nitelikten uzaklaşarak çağrışımların monolojisine evrilir oldu. Bu evrilme sürecinde dil, gitgide teolojik kavramların siyasal kültüre işlendiği döneme girdi. Bir taraftan siyasal iktidar teolojik dile sıkça başvurdu; öte yandan, muhalefet kesimleri, iktidarın anlayacağı “dilden” karşılık vermek, onun hedef kitlesine hitap edebilmek, ya da iktidarı kendi diliyle yaralamak için bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu dili içselleştirdi. Sonuç olarak, bu gün TBMM içinde ve dışında yapılan siyaset, farklı teolojik unsurları kendi belagat ambarında öğütür, bu şekilde iç ya da dış kamuoyundan onay ve destek almayı ilkeleştirir hale geldi.
Kısa tarihçesi itibariyle, Türkçedeki değişim Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin kurumsal bir devamı olarak 1932’de gündeme gelmiş, 1936’da bazı tarafları törpülenmiş, 1950’lerde yeniden gözden geçirilmiş, 1982’de Türk Dil Kurumu’nun kaldırılmasıyla “arı dil” çalışmaları resmen sona ermiştir. 1980’lerde “ideolojik devlet cihazı” olmaktan çıkan “öz Türkçe” dil, basın ve yayın organlarında etkisini sürdürmüştür. Bu süreç içinde dil, toplumdaki ideolojik çatışmaların aynası olmuştur. Gazete, dergi ve genel okuyucu kitaplarından, ders kitaplarına, radyo ve televizyondan sokağın diline, resmi yazışmalardan, sanal yazışmalara kadar, her toplumsal değişim dile yansımıştır. Bu yansımalar sadece siyasi eğilimleri değil, aynı zamanda “sağ-sol” kamplaşmasında belirgin sınır taşlarını oluşturmuştur. Misal” ya da “örnek,” “cevap” ya da “yanıt” vermenize göre, bir ideolojik tarafa mensubiyeti ifade eder olmuştur dil. 2000’li yıllarda ise, dil giderek bir şifreli kimlik tanımlama aracına dönüşmüştür. Öte yandan, yakın tarih üzerinden yapılan günlük siyasi hesaplaşmalar, hem Türkçedeki dilbilimsel nüansların kullanımı hem de siyasette ayet ve hadislerin alıntılanmasıyla, Hıristiyan ve İslam tarihine yapılan atıflarla teolojik bir hüviyete bürünmüştür.
Nitekim dinleyen herkese hitap eden söylemleri içermek bir yana, aynı cümleler içine giydirilmiş, ama farklı muhatapları gözeterek kullanılan remizlerin dili oldu Türkçe. “Taraftar” kesime dinlemesi ve içselleştirmesi için tartışılmaz “hakikatler” içeren mesaj oluyor. “Muhalif” kesime ise, kendini ele vermek istemeyen, ama aba altından sopa gösteren, anlamak istediğiniz zaman hemen başka bir anlamla köşe kapmaca oynayıveren, ama nadiren bir anlama park edilebilen, kinayeli, tevriyeli bir dil. Şifreleri, kelime kadrosu itibariyle aynı olan, ama farklı zihinsel deşifre haritaları çizen bir dil bu... O nedenledir ki, anlaşılması en kolay kavramlar, şifre-deşifre sürecinde çok farklı etkiler yapmakta, anlatma-anlamadaki diyaloğu bozarak, monolojik bir kapalılığa mahkûm etmektedir. Sonuç olarak, iletişim kopmakta, farklı kesimler--dil ile gelen anlamı tartışmak, ortak anlamı bulmak yerine-- kendi anlamını tekelleştirip, yorumundan başlı başına yeniden bir dil yaratmak hevesine kapılmaktadır.
Ayrışmalar önceleri, Osmanlı tarihsel mirasına sitayiş ya da Türkiye Cumhuriyeti ilkelerine sahiplenme türünden oluyordu. Milliyetçi-muhafazakâr kesim klasik Türkçeyi sahiplendi; Osmanlı’dan miras kalan Türkçenin yapısına, Osmanlıcada Türkçe olmayan unsurlar da dâhil olmak üzere sahip çıkmayı siyasi bir duruş ve tarih bilinci olarak gördü. Kemalist-ulusalcı kesim ise, modern “arı” Türkçeyi tercih etti çünkü klasik Türkçe Osmanlı’ya ait unsurları içeriyordu, hâlbuki genç Cumhuriyet—nasıl kendi parasını kullanıyorsa—kendi dilini de oluşturmalı, kendi kimliğini Osmanlı kimliğinden ayırmalıydı.
Türkçenin devlet dili olarak sağlam milli temellere oturması amaçlanmıştı; bunun için Cumhuriyet’in pek çok gerekçesi vardı. Devrimlerin bir devamı olarak klasik Türkçenin “tasfiyesi,” Arapça ve Farsça etkisinden kurtulması, imparatorluğun “ümmet” dilinden sıyrılması ve “milletin” öz diline dönmesi gerekiyordu. Dil ve alfabe devrimlerinin temel amacı, içindeki çelişkilerine rağmen bu amaca hizmet ediyordu. Cumhuriyet tarihsel ve siyasal açıdan yalnızlaşmış, Osmanlı tebaası--Müslüman toplumlar dâhil—birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan etmiş, Osmanlı karşıtı güçlerle ittifaktan da çekinmemişlerdi. Osmanlı Devleti’nin halife nezdinde elinde tuttuğu ümmet birliği tamamen dağılmış, üstelik bazı Müslüman ülkeler, Osmanlı haritasında cirit atan müstemlekeci İngiltere ve Fransa gibi devletlerle Osmanlı aleyhine işbirliği yapmıştı. İstiklal Savaşında bağımsız kalabilen tek Müslüman ülke olan Türkiye, Batılı ülkelerin işgal güçlerini geri püskürtmüş, büyük kayıplar ve yaralarla Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeniden dirilmişti.
Ancak savaş kazanılmasına ve yeni devlet kurulmasına rağmen, daha önceki askeri saldırıların stratejik devamı olarak Batı’da “bilimsel” ve siyasal bazı tezler, Türklerin Anadolu’nu “yerli halkı” olmadığını, “Anadolu’dan atılması” gerektiği konusunu gündemde tutmuştu. Yalnızlığını derinden hisseden Cumhuriyet, artık anlamsızlaştığını hissettiği “ümmet” birliğinden vazgeçerek, dili, tarihi ve dolayısıyla kültürü “milli”leştirmek suretiyle, kendi kimliğini ortaya çıkarmak istedi. Zaten savaşların nesiller boyu devam edecek travması yaşanırken bu Anadolu’dan çıkarılma endişesi, eski travmaları hafızalarda yeniler durumdaydı. O halde, askeri olduğu gibi kadar “bilimsel” propaganda savaşının da kazanılması, Batılı tezlere karşılık olarak Türk dil ve tarihinin “karşı-bilimsel” verilerle mücadele etmesi gerekiyordu. Ahmet Cevat Emre’nin itirazlarına rağmen, olumlu “psikolojik” etkilerine binaen kabul edilen Viyanalı Dr Hermann F. Kvergić’in “güneş dil teorisi” bu amaca hizmet etmek içindi.
Bir yandan tarihsel-kültürel bağları olan Osmanlı tebaası ülkelerden kopuşun getirdiği psikoloji, diğer yandan yönünü çevirmek istediği “muasır” medeniyetin siyasal gerekleri vardı. Batılı ülkeler devlet ve kültürü “millet esasına göre yapılandırmıştı. Böylece Cumhuriyet, dilinin millileşmesini de, kültürel millileşmenin bir tamamlayıcı parçası olarak uygulamaya koydu. Dil devriminde klasik Türkçe (Osmanlıca) bir yana bırakılırken bu kopuşun izleri belirginleşti. Osmanlı’yı “hasta adam”dan ölüme götüren kültürün kullandığı Latince alfabesinin kabul edilmesi ise, bu uygulama içindeki çelişki ve gerekçeleri eşzamanlı olarak içinde barındırıyordu.
Bugün de ülkemiz siyasetindeki en büyük açmaz, hem kendi dilimizde var olan hem de başka dillerden dilimize giren anahtar kelimelerde toplumsal mutabakata dayalı bir anlam bütünlüğü olmamasıdır: demokrasi, devlet, laiklik, hürriyet, eşitlik, serbestlik, hukuk, adalet, itaat, esaret kelimeleri bunların başında gelmektedir. Kelimeler, arkasına yaşanmış tarihçeyi almayınca, hangi dilden geliyorsa o milletin ya da dili konuşanın tecrübesi ve anlam gölgeleriyle gelmektedir. Tercüme yoluyla giren kelimeler ve onların kapsadığı kavramlar, o kelime kimlerin vasıtasıyla ve kimin iradesi doğrultusunda olmasını istediyse, o şekilde anlam geliştirmektedir. Dolayısıyla, dilin içinde ayrı diller oluşmakta ve her bir ayrı yorum kendi başına otokratik bir dile dönüşerek, diğer dillere tahakküm etmek istemektedir. Bu diller bazen siyasetin kucağında, bazen siyasetin tacında, bazen belli kesimlerin sultası altında yer almış; mutabakata, müsamahaya, etkileşime ve hatta kendi içindeki değişik unsurların varlığına bile tahammülü olmayan duruma gelmişlerdir.
Siyasetin ve hitabetin dili açık, net ve dünyevi olmalıdır. Hâlbuki Türkiye’de hüküm süren dil, anti-demokratik siyasetin olduğu yer ve zamanlarda kullanılan türden. Dil ve dudak arasında, dudak ya da niyet okumalarla kendini gösteren dil demokrasiyi geliştiremez. Siyasetin dili teolojik mecazlar ve telmihlerle bezeli, yarı kapalı, dine rağmen dinsel suiistimale açık olabilen yapıdadır. Olayları “seküler” bir mantıkla konuşmak, tartışmak yerine, belagat mahzenlerinde yıllanan, Efesli “Yedi Uyuyanların tarihçelerini kendi mantığına göre güncelleyen, günümüze uyarlayan, günümüzdeki kavgaları tarih üzerinden hesaplaşmaya götüren, stratejinin “kuvvet dengelerini” gözeterek polemiğe soktuğu dil. Kıyasıya bir “ezber bozma” edebiyatı yaparken, kendince “put kırma” hevesine kapılıp, ezberden robot resmi çizdiği putları kırarken, yerine kendi putlarını ikame etmeye çalışan bir dil.
Günümüzde, bu dilin bir ucu Sayın Başbakan’a ve yakın mesai arkadaşlarına uzanıyor. Erdoğan ve AKP’li siyasiler, siyasi söylemle dini hitabeti birbirine karıştırmaktadırlar. Milli Görüşün sembolik gömleğini çıkardıklarını sıklıkla ifade ettiler, ama Milli Görüş teolojik belagatini devam ettirmektedirler. “Yusuf Medresesinde” pişen Başbakan ve AKP şahsında sıklıkla “Asr-ı Saadet” telmihleri ortaya konmaktadır. Asr-ı Saadet, Müslümanların bilinçaltında adalet ve demokrasi, eşitlik ve hukuk açısından “altın çağ” olarak yer almıştır. Ne Demirel’in AP’sinin ne de Erdoğan’ın AKP’sinin--isim benzerliği dolayısıyla-- Asr-ı Saadet’i yansıtmadığı ortadadır. Adalet ve Kalkınma Partisinin “AK Parti” şeklinde kısaltılması, AKP’nin iktidar saadetini uzatmış olabilir, ancak Parti’yi mutlak bir “pir ü pak” simgesel hüviyete dönüştürmez. Öte yandan, Erdoğan’ın siyaseten bugün 1,6 milyar Müslüman adına konuşur tarzda davranması, geçmişte yaşamış Müslümanları temsil edercesine “Müslüman katliam yapmaz” diyebilmesi, sabık Başkan George Bush’un 9/11 olaylarının ardından kullandığı teolojik dili yansıtmaktadır. En azından okuduğu lisede, Raşit Halifelerin belki biri haricinde şehit edildiğini, hatta Hz. Osman’ın mescitte ve ramazan ayında şehit edildiğini, Sıffin Savaşında Hz. Muhammed’in eşi Hz. Ayşe ve kuzeni Hz. Ali’nin arkalarında Müslüman askerler olduğu halde savaştıklarını, mızrak uçlarında Kur’an-ı Kerim sayfalarının uçuştuğunu, “Ashabı kiramdan” Muaviye’nin Ehl-i Beyt’e karşı yaptığı fiziksel ve ideolojik katliamı, hatta onlara her cuma hutbesinde lanetler okuttuğunu bilmesi gerektir.
Öte yandan, Başbakan Erdoğan’ı “Firavun’un sarayında büyüyen Musa”ya benzeten bir gazeteci-yazarın dünyayı algısı, Amerikan Püritenlerinin dünyaya bakışından farklı değildir. Bu da siyah-beyaz, şer-hayır, onlar-biz eksenine oturmaktadır. Püritenler Amerika’yı cennete, kendilerini Âdem ve Havva’ya benzetirken, Amerika’nın yerli halkını da “şeytan”la özdeşleştirerek, Kutsal Kitap’taki bir anlatıyı kendi tarihsel serüvenlerini açıklamada kullandılar. Bunun adına da “İlahi tasarım” dediler. O halde, “Musa” benzetmesinin diğer unsurlarını da oraya koymak lazımdır. Firavun’un sarayı Türkiye Cumhuriyeti ise, Firavun kim olmaktadır? Ayrıca, “Deccal” diye yaftalanan tarihi şahsiyetlerin, karşısında olanlar acaba neyi temsil etmektedirler? “Tecahül-ü arifane,” bir edebi sanat olmaktan çıkmış, Türkiye siyasetinin irfanını ve edebini tüketir hale gelmiştir.
AKP dini kutsalları siyasi belagat metası olarak kullanıp tutarlı da davranmayınca, bu sefer aynı ekolden gelen Saadet Partisi devreye girmekte, Erdoğan ve çevresini iyi tanıyan insanların diline, yine dini telmihlerden yola çıkan, ama başka noktalarda demirleyen eleştiriler dolanmaktadır. Saadet Partisi cephesi ismini “Asr-ı Saadet”teki “saadete” matuf aldığı için, kendisini Saadet Asrı ülküsüne daha layık görmekte, Erdoğan ve partisine eleştirilerini yine bu dini söylemle yapmaktadır. Sonuç olarak, Erdoğan ve AKP’de ne Halife Ömer’in adaleti, Ebubekir’in sadıklığı, Osman’ın rikkati ve Ali’nin ilmini bulamadıklarını ifade etmektedirler. Onlara göre Erdoğan, Dicle’nin kenarında dolaşıp, kuzuları kurtlara kaptıran, ama hala Ömer’in kıssalarını anlatmaktan geri durmayan bir dille konuşmaktadır.
Osman Bey’in vasiyetini kulağına fısıldanınca hatırlayan, zikreden, hatta ululayan, Yunus ve Mevlana’dan alıntıları siyasi belagat çerezi yapan Erdoğan ise, Saadet’in eleştirilerine—diğer muhaliflerine olduğu gibi--dolaylı olarak, öfkeye aşeren bir dille cevap vermektedir. Hiddet ve öfkeyi teatral tavırlarla “tevhit” eden, demokrasi hüneri olarak sunan Erdoğan, yine “kardeşlerine” “aziz” diye hitapla “Mesihçi demokrasi”nin diliyle rakiplerine “Allah’ın izniyle” yapacaklarını anlatmaktadır.
Dahası, sabık Başbakan Necmettin Erbakan’ın ifadesiyle, bir partiye oy vermek kendi başına bir iman meselesi haline gelmektedir. Ya da bir partiye oy verince, insanlar Siyonizm destekçisi olabildiği gibi, vatana hıyanet derecesinde suçlanmaktadır. Bir başka parti bu telmih kervanına tarihten, gelişigüzel seçilen örneklerle katılmaktadır. Damat Ferit ya da Tanzimat Fermanına atıflar çoğalmakta, bir yandan da hükümetin “açılım”larını” Hudeybiye Antlaşması gibi tanımlayanlar çıkmaktadır. Öte yandan, “Medine Vesikası” hala kulaklarda yankılanmaktadır. Meçhul “zalimler” anıtının açılışını yapacak birileri ise, harcıalem belagat siyaseti içinde her zaman olageldi.
Bu tarz dini söylemlerle dünyevi olayların açıklanması toplumun farklı katmanlarında, domino etkisiyle yeni tartışılmazları ortaya çıkarmaktadır. Siyasi meseleleri,sıkıntıları çağrışımlar ve göndermeler yoluyla, bazen tarihsel olaylara telmihler yaparak, haldeki olaylara tesettürlü yorumlar getirmenin dili çözüme katkıda bulunmak şöyle dursun, problemin parçası ve yenilerinin katalizörü olmaktadır. Siyaset erbabından, köşe yazarlarına, cemaat liderlerine, akademisyenlerden basın patronlarına kadar kullanılan bu dil ya korkunun, art niyetin ya da iz bırakmadan suda yürümenin, karanlıktan yumruk atmanın veya kaostan çıkan çekincenin dilidir.
Muhalif sesler oldukça, “Allah akıl fikir versin!” türü yaklaşımlardan tutun, “Rabbim bana Cleveland dedi”ye kadar uzanan bir renkli gelenek oluştu AKP cephesinde. Yıllar önce, Genç Parti sabık Başkanı Cem Uzan öfkelenince, Aşil’in topuğundan vurma taktiğiyle iktidara yaklaşmış ve meydanlarda “Allahsız!” diye Başbakan’a yüklenmişti.
Bununla da bitmiyor tabi ki. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ve eski DTP milletvekilleri, gözaltına alınan belediye başkanları ilgili bir basın toplantısı yaptı ve küfürlü konuşmuşlardı. Daha sonra Baydemir, hem iktidarın hem de ona oy verenlerin anlayacağını düşündüğü dilden, konuşmasına Nisa Suresinden ayetler okuyarak devam etti: “'Allah, ağır ve inciten sözlerin açıktan söylenmesini hiç sevmez, ancak söyleyen zulme uğramışsa o başka. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür.” Bir başka örnekte, yine ayetlerden iktibas yaparak muhalefete iktidar partisi “onlar kördür, sağırdır, dilsizdir ve iman etmezler” mealinde ayetleri okuyarak etti, muhalefet başka bir vesile ile aynı ayetlere atıfla iktidarı eleştirdi. Sıffin Savaşındaki gibi, siyasi mızrakların uçlarında ayetler uçuşurken, “Allah’ın ayetlerini az pahaya satmayınız!” ayetini suiistimalleri anlatmak için kullanıldı.
Dilin cemaatleşmesi bir başka konudur. “Takva”nın “takiyye” derecesiyle at başı gittiği zamanlarda yaşıyoruz. Bir cemaat liderinin, cemaat lideri olduğunun bile avukatlar vasıtasıyla tekzip edildiği, hatta cemaat diye bir şeyin olmadığına, siyasetin derinlerinde dahi olmadığına inanmamız gereken bir Türkiye’de yaşıyoruz. Dahası bu cemaat lideri--hakkında yazılan kitaplarda ifade edildiği gibi-- “hicret” etmiş, yanına “ashap” gibi insanları almışsa, “her peygamber” gibi ülkesinden “hicret” etmiş ise, acaba Hz. Muhammed’in bu sözlerle kemikleri sızlamıyor mu? Putları kıran Hz. İbrahim, yerine hangi “put”ları koymuştur? “Ecmain!” demek cemaat mensubiyetini ifade ederken, “cümleten!” diyenler farkına varmadan dışarıda kalmışlığı açığa vurmakta, “tesadüf” deyince “onlardan” “tevafuk” deyince bizdenlik remzi olmaktadır.
Diğer örnek, Rum cemaati liderinden. Fener Rum Ortodoks Kilisesi Patriği Barthelemeos’un son açıklamaları bu dilin yeni bir örneğini ortaya koymuştur. Gündemi ve siyasi söylemlerin büründüğü dini kılıfları iyi takip eden Barthelemeos, dini bir telmihle siyasi gündeme yeniden girdi. Uzun zamandan beri “ekümeniklik” meselesini gündemde tutan ve bunu basit bir kazanılmış hakkın iadesi olarak gören Patrik Barthelemeos Amerikan CBS televizyonu muhabiriyle yaptığı konuşmada Türkiye’de “çarmıha gerilmiş” gibi hissettiklerini ifade etti. Bu konuşmanın Türkiye’de yankı bulması üzerine ise, “bütün dillerde bu tür deyimler vardır ve dar söylemleriyle değil, o dilde yüklenen anlamıyla değerlendirilir” diye açıklama yaptı.
Bu konuşmada niyet okumanın çok ötesinde güçlü atıflar var. Amerikan CBC televizyonu Yeni-Muhafazakâr ideolojiye destek vermesiyle bilinir. Muhtemelen “evde” hissetmenin rahatlıydı Patrik Hazretlerine “çarmıh” olayını hatırlatan. Türkiye’den bahisle, “bazen çarmıha gerilsek de burada kalmayı tercih ediyoruz,” diyor önce. Bu sözler üzerine sunucu, “Kendinizi çarmıha gerilmiş gibi mi hissediyorsunuz?” diye sorunca Patrik “Evet!” yanıtını veriyor.
Peki bu telmihin arkasında yatan tarihi olay neydi? Çarmıh’ın “Tanrı ve Tanrının oğlu” İsa ile bağlantısı ve Roma İmparatorluğu’nun despotik tarzda hem İsa’yı hem de İlk Hıristiyanları zulme maruz bırakması. Roma İmparatorluğu, daha ilk çağlarında Hıristiyanlığı baskı, işkence ve zulümlere tabi tutması, Hıristiyanlıkla mücadelesi İsa’yla başlamıştı Roma’nın. Hıristiyanlık inancına göre “Tanrı” ve “Tanrı’nın oğlu” olan Nasıra’lı İsa’nın çarmıha gerilmiş olması (M. 33), sonraki zamanlarda Roma’ya karşı oluşan pasif direnişin bayrağı yaptı İsa’yı.
Önceleri barışçı sözleriyle, sonra bu uğurda ölümüyle İsa, trajik bir hatıranın mazlum sembolü olmakla kalmadı, havarileri ve takipçileriyle yüzyıllarca süren tedrici bir direniş psikolojisinin işaret fişeği oldu. Roma’nın siyasi ve askeri gücüne, Musevilerin yerleşik ve etkin dini kültürüne, alışılagelmiş hiyerarşileri hiçe sayan bir anarşist tavrıyla yaklaşan İsa’nın, haksız bir şekilde, dalavereyle mahkûm edilmesi, iki bin yıllık bir inancın kilit taşını oluştururken, mazlum hisseden insanların, zulme tabi olan kitlelerin hem merhametini hem hıncını çelikleştirdi. Çarmıh, eski mitolojilerden gelen bir sembolken, Hıristiyanlıkta İsa’yla özdeşleşen, zulme karşı direniş ve diğerkamlığın zihinlere çivilenen direği oldu. Peki aleni olan meçhul anlamını Türkiye Cumhuriyetine nasıl uygulamak lazımdır? Gerçekleri ne kadar yansıtmaktadır. Yoksa gerçek de çarmıha mı gerilmektedir?
Son olarak Muharrem üzerinden yapılan teolojik siyaset var. CHP lideri Deniz Baykal, Muharrem vesilesiyle konuşma yaparken, "Mezhebi, cemaati ne olursa olsun dünyanın her yerindeki Müslümanlar bu duyguları saygıyla paylaşıyorlardır" dedi. Tarihsel trajediye kısaca değinen Baykal, ardından "Bu facia, ne yazık ki noktalanmış, bitmiş, insanlığın hafızasından kopup gitmesine fırsat verilmiş bir facia olmanın ötesinde bir anlam yaşıyor. Ne yazık ki, ehlibeytin maruz kaldığı facianın o kadar dramatik olmasa da başka türlerini hala bu süreç içinde zaman zaman yer yer yaşamak durumunda kalıyoruz. Facialar ve zulüm devam ediyor. İnsanlık buna tepki gösterme ihtiyacını hissediyor. Ne yazık ki, Muaviyeler, Yezitler bitmedi” derken, günlük siyasete imalı göndermeler yapmıştır. Alevi karşıtlığını, “Muaviyeler ve Yezitler” diye ifade eden Baykal’ın son günlerde “Cemevi-mescid” bağlamında konuya yaklaştığı açıktır. Arkasından gelen cümle ise, doğrudan Türkiye gündemini yorumlamaktadır: “Tiranlık, zorbalık ve ihanete karşı soyluluğun, adaletin ve fedakârlığın yükselen sancağı olan Kerbelâ’da yaşananlardan bugüne uzanan mesaj, emanete riayet, vefa, izan ve adalet duygusundan asla ayrılmamamız gerektiğidir.”
Sembolleşen, sloganlaşan dil tartışılmaz, ancak tampon çıkartmalarına malzeme olur. Demokratik tartışma ortam ve zemini ancak net bir dille ve ortaya konan fikirlerle olacaktır. Bir yanda AB’ye girme çabaları sadece iç siyaset tahterevallisine dönmekte, öte yandan “Avrupalı olmak istiyoruz!” belagati ile Asya’ya özgü, kapalı tarzda beyanatlar devam etmektedir. Siyaset aktörlerinin geneli için geçerli olan bu tavır, tarihi ve siyasi bir yığın meseleyi uluorta zarf atma tarzında ortaya salıvermektedir sonra da izlemeye alıp etkilerini ölçmeye çalışmaktadırlar. Bir fıkra ya da mesel içinden, keyfe keder anlam çıkarmak tarzında demokratik tavır ve mücadele çıkmayacağı açıktır. Bilimsellikten ve diyalojik müzakereden uzak tarzda tartışmaya açılan konular, dezenformasyon ve propaganda malzemesine dönüşmekte, taraflar birbirinden “koz” kapmaya, karşı tarafa künde attırmaya çalışmaktadırlar.
Uzun zamandan beri, laiklik tartışması yapılırken tekrarlanan bir algı, laikliğin, din ile devletin ayrışması” olduğudur. Asıl unutulan ise, siyasetin dinileşmesi, dinin siyasileşmesi, dilinin dinileşmesi, mantığının ülke çıkarları ve kucaklayıcı üslupla değil, siyasileşen bir teolojik söylemle oluşmasıdır. Hatiplik liseden gelen bir siyasi maharettir belki, ancak “İmam” tarzında başbakanlık, demokrasinin bir uzantısı değildir. Başbakan, “vatandaşlarım!” deyince ayrı, “aziz” “kardeşlerim!” deyince ayrı söylem evreni ortaya çıkar. Yanlış olan, toplumca tasvip edilmeyen şeye “günah” demek dini, “ayıp” demek töresel, “kabahat” kişisel,” “kusur” teknik, “suç” demek yasal bir tanımlama olur. Devletin dilinde, ayıp ve günahın yeri yoktur, bir şey yasal ya da suçtur—ki bu seküler mantığın basit bir sonucudur.